20 Mart 2011 Pazar

Şaka Gibi


Bir kitabı bitirirken, doğum sancısı çeker gibi kıvranırım her seferinde. Özellikle son sayfaları okumak ölüm gibi gelir bana. Sanki yazarın kitabı yazmaya başlamadan önce, yani o ilk harfi karalayana kadar geçen süreçte, onun çektiği tüm sıkıntıyı ben kitabı bitirmeye çalışırken çekerim. Yine bir kitabı bitirdim ve yine tarifi benzer sıkıntılar ve kıvranmalar yaşadım.
Okuduğum kitabı bir tavsiye üzerine almıştım. Tavsiye üzerine kitap okumak her zaman itici gelmiştir aslında. Uzun süredir okumayı planladığım bir kitabı bile biri tavsiye etse tüm çekiciliğini kaybeder benim için, hatta o kitabı her rafta gördüğümde tiksintiyle bakarım. Bu da hepimizde varolan doğumsal defektlerden, bende günyüzüne çıkan kısmı işte. Yani çoğumuzda mevcut manyaklıklardan sadece biri! Ama bu sefer kitap, paralel bir evrende çoktan tanıştığımıza inandığım biri tarafından tavsiye edilmişti. Bende kitabı alıp, okumaya başladım.
Varolmak... Defalarca kez sorgulanmış, benden önce çeşitli argümanlarla benden konuya daha vakıf kişiler tarafından binlerce kez tartışılmış olan "varoluş" sorunsalına bir parmakta ben atayım niyetinde değilim. Ama "şaka" gibiydi...
Kundera'nın sayfalarını çevirirken küçücük bir şakanın nelere sebebiyet verdiğini görmek gerçekten şaşırtıcı bir deneyimdi. Günlük hayatımızda, girdiğimiz sosyal ortamlarda yaptığımız şakalar kimbilir nelere sebep oluyordu. Önce aklıma bu geldi elbette. Tesadüf ve yazgı çizgisinde, o dümdüz ve ince ipte bir cambaz gibi dengeyi sağlamaya çalışırken, bazen ben bile ayırdına varamıyorum hangisi kader hangisi rastlantı.
Küçük rastlantıların hayatın kurgusunu oluşturduğunu öneren bir metindi aslında ama ben hep yazgının varlığına inanmışımdır. Bir tercih yapmak zorunda olmadığımı bile bile kitabı devirmeye devam ederken, burnumu soktuğum hayatlar beni oldukça derinden sarsmıştı. Kitabın baş kahramanı Ludvik, kız arkadaşına yolladığı kartpostalda yaptığı bir şaka yüzünden, önce komünist partiden atılmış ardından öğrenim hayatına son verilmişti. Sınırsız özgürlükleri vaad eden komünist düzenin nasıl totaliter bir rejime dönüştüğü- dönüşebileceğini gözler önüne seriyordu. Bu rejimin ölü doğmuş olduğu bence de bir gerçekti. Birşeyler okumaya başladıktan sonra bu fikrim daha da sağlamlaştı. İnsanı, birey olmayı, bireyin ihtiyaçlarını, arzularını, kişiliğini ve varoluşunu ıskalıyordu komünizm. Aslında komünizm demek ne kadar doğru bilmiyorum. Komünizmin bir yorumu, bir denemesi demek daha doğru sanırım. Pratikte komünist düzen ütopyadan başka birşey değildir çünkü. Fakat bu eskizin bile taban tabana zıt olduğu liberal düşünceden aşağı kalır yanı yoktur. Birinde oluşturulan görece eşitlik içinde yaratılan gizli faşizanlık, diğerinde hiçbir zaman sağlanamayan eşitlik içinde birey "kendini gerçekleştirememektedir". 21. yy.'da globalizm bu kadar önüne geçilemezken, ülkeleri kendi içine kapatmak komik denemelerdir.
Sayfalar birbiri ardına çevrilirken Çekoslovakya'nın kendi içindeki değişimine de şahit oldum. Devrimin en ateşli sözcüleri, hatta Ludvik'in hayatını karartanlar, o küçük şakayı inandıkları uğruna tolere edemeyenler, 10 yıl sonra sistemin un ufak ettiği adamlar oldular. Çocukları, kendi babalarının annelerinin inandığı davayı komik buldular. Uğruna kan döktükleri idealler yerini salt varolma çabasına bıraktı. Ya Ludvik'in hayatı gibi ıskalanan hayatlar? Onlar neyin bedeliydi?
Kitap bitti! Kendime doğru bir yolculuğa çıktım. Okuduklarımın bende uyandırdıkları çarpıcıydı. Gün içinde nelere sebep olduğumuzu bilmeden, öyle salla-pati yaşıyorduk ki! Aldığımız kararlar hatta seçtiğimiz kelimeler kimlerin hayatında neler değiştiriyordu! Gençken idealist olmak kolaydı, herkes kendini dünyayı değiştirebilecek güçte sanıyordu! Gençken diyorum çünkü ben kendimi genç hissetmeyeli bayağı oluyor. Yaş ilerledikçe ölüm korkusu mu insanları inandıklarını savunmaktan alıkoyuyordu yoksa artan sorumluluklar mı? Geçen seneler insanları iç dünyalarına çağırırken, alttan gelen nesilin ise bambaşka idealleri oluyordu! Belki de kuşak çatışması dedikleri sadece olgunlaşmaktan ibaretti. Sanıldığı gibi birbirini anlayamayan kuşaklar yoktu. Sadece olgunlaşıp daldan düşenler ve henüz yeşil-taze olanlar vardı. Her soru bir diğerine cevap oluyor ve her cevap bir başka soruyu doğuruyordu. Bu sorulara cevap aramanın sadece kendimi hırpalamaktan ibaret olduğunu, birey olarak başka şeylere ihtiyacım olduğunu farkettim. Kendimle çatışmadan bunu kabul ettim. Varoluşçuluğu yazgısal olarak kabul etmesemde, bireyci ve özgürlükçü yönüyle özümsüyordum.
Tolerans sanılan kadar korkunç birşey değildi. Tolerans, her zaman kendinden ödün vermek anlamına gelmiyordu. Diğerini ötekileştirmeden anlamak için bir şans veriyordu. Şakaların, küçük rastlantıların sebep olduğu herşey çevremizde olup biteni daha iyi anlamak (anlamayı istemek lazım önce),hayatımızda tesadüflere yer vermek için bir şanstı. Bu şansı iyi değerlendirmeliyiz sanırım. Bu Polyanna halim karşısında "yok daha neler, şaka gibisin yani" dediğinizi duyar gibiyim. Zaten hayat da bir şakadan ibaret değil mi?