8 Nisan 2010 Perşembe

İstanbul Günlükleri 4: Açık Radyo Ziyareti // Vapurda Şebnem Sönmez Tesadüfü

İstanbul, türlü oyunlarıyla beni şaşırtmaya devam etmekte... Zira her köşe başında aniden karşıma çıkan farklı yüzleri yüreğimi ağzıma getirmekle birlikte burayı tüm karmaşasına rağmen yaşanılabilir kılmakta... Sadece bir buçuk haftada tepe taklak olabilen garip bir mekanizması var bu şehrin... Çamaşır makinasının kazanındaymışsınız hissi veriyor burası! Uzun süre aynı yöne hızla dönerken ani bir kararla aksi yöne aynı hızla dönmeye başlıyorsunuz. Bu dengeyi altüst ediyor kimi zaman fakat monotonlaşmıyor yaşam!
Yine tempolu bir haftanın sonuna yaklaştığım bu perşembe günü "Un Krallığı" hayallerime veda ederek, ismini vermek istemediğim gıda zinciri pastaneyle tüm bağlarımı, bir daha bağlanmamacasına kopardım, hamurişi kariyerime noktayı koydum. Ne yazık ki sosyalist söylemlerimin ardında duramadım! Tek bildiğim ise uzunca bir süre poğaça yiyemeyecek olduğumdur! İsme, vitrine aldanmayın! Neyin, nasıl, hangi şartlarda pişirildiğini bizzat deneyimledim! Aynı haftanın içinde gıda sektörüyle alakasız kurumsal bir şirkette üçüncü mülakatımın sonunda işe kabul edildim. Tüm bu koşuşturma esnasında sinema kuramları dersi çıkışında, radyo atölyesi dersini Açık Radyo'da işleyeceğimiz haberi geldi. Okula yürüme mesafesinde olan binaya vardığımızda Açık Radyo ile ilgili genelgeçer bilgileri edinmiştim. Bilmeyenler için tekrar etmekte fayda var! 1995 yılında kâr amacı gütmmeyen bağımsız bir organizasyon olarak kuruluyor. Kurucu üyelerin eşit miktarda ortaya koyduğu paralar sermaye yapılıyor. İlerleyen yıllarda dinleyici bağışlarıyla yayın hayatına devam eden radyonun hedef kitlesi A plus, A ve B fakat sosyo-ekonomik olarak değil, kültürel olarak! (Benim burada hafiften kayışım duman atmaya başlıyor) Radyonun genel Yayın yönetmeni Jak Kohen anlatmaya devam ediyor "Yaptığımız yayınlar çok çeşitli ve bilgiyi temel alıyor. Bu yüzden bizim yayınlarımız popüler kültüre hitap etmiyor" diyor. Sonra ki açıklamalarında bu tür bir organizasyonun dünyada bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olduğunu öğreniyoruz. Giderek gözlerimin etrafındaki pembe bulutlar dağılıyor. Bir silkeleniyorum " uyuşmuş bunlar" diyorum. Gerçektende uyuşmuşlar!
Sonradan kafama dank ediyor radyodan içeri girdiğimden beri etraftaki uhrevi hava ve bulundukları 30 metrekarelik alana kurtarılmış bölge muamelesi yapmaları, uyuşturmuş onları. Daha sonra öğreniyorum ki Marksist tabirle birçok "paratorbası"nın bu radyo sayesinde ruhlarını arındırdıklarını. Adamlar burayı bir memba gibi kullanıyorlar. Sermayeleri ile satın aldıkları ruhların vicdani ağırlığını hafifletiyorlar. Kirli paralarını bu bağımsız radyoya bağışlayarak akılları sıra içlerini rahat ettiriyorlar. Bunu farkedince aniden bir uyanma yaşıyorum. Bütün giritliler yalancıdır diyen giritli düşünür gibi katman katman hem ortama, hem organizasyona yabancılaşıyorum! Biliyorum ki bir radyonun reklam geliri olmadan başka türlü hayatta kalmasına imkan yok! Ama bu muhalif tavır şimdi koca bir halüsünasyondan ibaret olmuyor mu ? Gerçekten bağımsız olmak böyle bir şey mi? Beynim iyice bulanıyor!
Stüdyoları gezerken bir program kaydına tanık oluyoruz. İçeride biri Türk, diğeri Rus olan bir çift yarı Türkçe yarı Rusça bir program sunuyorlar. Programın Rus Tiyatrosunu incelediğini öğreniyoruz. Mikserin başında oturan çocuklardan biri dönerek Jak Bey'e "Çok güzel bir program oluyor. Çok heyecan verici!" diyor. Başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. O an çocuğun gözlerindeki ışığı görmeniz lazım, tarif edemiyorum. Bu programın gerçekten heyecan verici olduğunu düşünüyor. Popüler kültürün şablon etkisinden götün götün kaçarak uyuşturucuya gafil avlanmak bu olsa gerek! Nasıl bir fildişi kulecilik tanrım bu! Bizler bu adamlarla aynı gezegende değiliz sanki! O 30 metrekarelik alanda herşey güllük gülistanlık ve tek çözülmesi ve aydınlatılması gereken Rus Tiyatrosuymış gibi gözlerinden ışık saçan çocuk benimle aynı topraklar üzerinde yaşamıyor mu? Bu izole alan onlar için gerçeklerden kaçmanın en acısız yolu olmuş! Stüdyolarından zaten konuya hakim kesime bildikleri şeyleri papağan gibi tekrar anlatmayı, aktivist olmaya yeğliyorlar! Genele hitap etmiyorlar aman ne güzel yapıyorlar! En güzeli ve en kolayı!
Programlarda sol siyaset konuşuluyor, dinleyenler zaten aynı görüşte! Kadın haklarından bahsediliyor, dinleyici kitle zaten kadın haklarını savunuyor. Ayrımcılıktan bahsediliyor, hedef kitleniz zaten ayrımcılığın yanlış olduğunu biliyor! Bu durum kendini tekrar eden döngülerden ibaret oluyor! İç içe geçmiş mutlak döngüler! O an Açık Radyo müzik yayınları takip edilesi bir istasyondan daha fazlası olmuyor benim için! O pembe bulutlu hava ve dünyanın en gururlu işini yaptığını sanan insanların garip mutluluğu beni boğuyor! Bir an önce kendimi dışarı atmak istiyorum! İşin hangi tarafına üzüleyim bilemiyorum! Yüksek kültür radyo programlarıyla ruh temizliği yapan kalantor beylere mi? Yoksa uyuşmuş radyo çalışanlarına mı ? Kafamda bunların muhakemesini yaparken arkadaşımla birlikte sallana sallana Taksim'den Beşiktaş'a yürüyoruz. Sonra o Kabataş'a ilerliyor ben yine kendimle başbaşayım. Kadıköy vapuruna biniyorum. Açık kısmına çıkıp köşeye ilişiyorum.

***

Düşünceler, düşünceler... Bilginin mutsuzluk getirdiğini düşünüyorum artık. Eski apolitik, piknikçi günlerimi o kadar çok özlüyorum ki.. Beni hiçbir sorunun, ideolojinin, tutumun rahatsız etmediği o günleri... Derken mucize gibi birşey oluyor! Şebnem Sönmez hop diye yanıma oturuyor! Kocağında dünya güzeli bir oğlan çocuğu, yanında da bir arkadaşı! Kafamı çevirip bakmıyorum rahatsız etmemek için! Ama dalga dalga bir enerji yayılıyor ondan! Sanki ete kemiğe bürünmüş bir melek... Onu tiyatro sahnesinde de izleme şansına erişmiş biri olarak, oyunculuğuna oldum olası hayranımdır. Ama nasıl güzel bir elektriği var inanılmaz!
Derken çocuğu kucağına alıyor, poposunun yarısıyla bankın koluna oturarak çocuğu aşağı sarkıtıyor! Nasıl öpüyor! Nasıl konuşuyor onunla! Kimbilir nasıl seviyor onu? "Eko" diyor çocuğa! Adının Ekrem olduğunu anlıyorum. Vapur iskeleye yaklaşırken martılar iyice vapura yaklaşıyor. Güzel güneş Eko'nun sarı saçlarına vuruyor! Birlikte dalgaları izliyorlar! Martılara simit atmaya karar veriyorlar! Onları çok yakından takip ediyorum. Hiç hareket etmemeye özen gösteriyorum dikkat çekmemek için. Bu esnada bir martı Eko'nun yarım metre yakınından uçuveriyor! Eko titriyor! Nasıl gülüyor kıkır kıkır! Kafasını geriye atıyor Şebnem'in göğsüne doğru ellerini çırparken! Bir gözüm acıyla, diğeri gıptayla bakıyor! Dudağımın kenarında kırık bir tebessümle bakıyorum! O anda gözgöze geliyoruz Şebnem Sönmez'le gülümsüyor bana! Bende ona gülümsüyorum! Aniden yerimden fırlıyarak kalkıyorum. Ahhh Ah! Çocuk olmak lazımdı saf ve alabildiğine masum. Martı kanadıyla gülüşlerde, deniz dalgasıyla öpüşlerde bulabilmek kendini... Belki bir meleğin kucağında! Çocuk olmak vardı Çocuk! İstanbul'un Kucağında!...

1 Nisan 2010 Perşembe

İstanbul Günlükleri 3: Tanrının Eli

O "Büyük konuşma çocuk konuşma! Küçük ağzına yakışmıyor o cümleler! Ne gördün bugüne kadar? Dünyaya dair ne biliyorsun gerçekten! Bu koca şehir dağıtacak senin kafandaki bulutları! Yeter ki kucağıma düş! Düş ki senide, egonuda çarklarımın arasında un ufak edeyim! Düş ki ışıkların ardını gör! Boyadım onları özenle, çamurları görünmeyecek şekilde! Şimdi sen elindeki o tepsiyi kazıyıp, susam ve yağından temizlerken ben dünyayı döndürüyorum. Sen o tepsiyi kazırken hayattan bihaber birileri ölüyor ve birileri doğuyor! Ve sen önündeki çöp kovasıyla haşır neşir olurken bildiğin tek şey var artık! Çalışmak, hızlı çalışmak, çok çalışmak, daha hızlı ve daha hoş çalışmak! Birileri dışarıda seni ruhunla birlikte satın alabilecek parayı kazanıyor ve sen tepsi kazıyorsun çocuk! İşin kötü tarafı ne biliyor musun ? Hala diyemiyorsun benim ruhumu hiçbir "araç" satın alamaz, ruhum amaçtır diye! Diyemiyorsun ruhum engin bir deniz, denizleri kavanoza sığdıramazsın diyemiyorsun! Biliyorsun çünkü... Para birgün senide esir alır! Birgün parayla birilerini satın alacaksın biliyorsun! Sen elinde o pis yağlı tepsiyle cebelleşirken bir yandan düzene lanet ediyorsun bir yandan ona hizmet ediyorsun! Seni sana kırdırıyorlar ve yapabildiğin tek şey çalışmak daha çok ve daha hızlı çalışmak! Daha hızlı kazıyorsun daha hızlı ve daha güçlü!" dedi bana.

Bir yumru oturuyor gırtlağına. Sanki yutkunsan ağlayacakmışsın gibi... Sıkıyorsun dişlerini biraz daha sıksan kırılacaklar... Gözlerin nemleniyor... Sırtın ağrıyor iki büklüm olmaktan! Issız koridorda çöp kutusunun tepesine dikilmiş pis tepsiler kazıyorsun onlarca! Kimse ne yeteneklerinle ne donanımınla ilgileniyor! İlgilendikleri tek şey nasıl tepsi temizlediğin! Bunun haricinde ki herşey kocaman bir yanılsamadan ibaret... Öyle pis bir düzenek ki bu neden yaptığını bilmeden yapıyor, neden hırslandığını bilmeden coşuyorsun! Üç kuruşun derdindesin ve birileri gelip keyiflerince emeğini sömürüyor... Cam kapı aralanıyor dışarının keskin soğuğu koridora doluyor, o soğuk fısıldıyor derinden " yalnızsın çocuk yalnızsın" diye! İşte o an tezgahın öteki tarafında ki anıların yuvaların birbir çıkarak seninle dalga geçercesine kendilerini gösteriyorlar! Tezgahın ardındakilere saydırdığın, giydirdiğin, aşağıladığın, küçük gördüğün her an gözlerinde canlanıyor yeniden! Daha da hızlanıyorsun! Anılarını kazırcasını kazıyorsun tepsileri! Anlıyorsun yavaş yavaş tezgahın ardındakileri, İstanbul'un ötekilerini, Dünya'nın diğer tarafındakileri! Usulca süzülen tek bir damla yaş sol gözünden yuvarlanarak susamlara karışıyor! İşine canını katmak bu oluyor işte! Ağzının kenarıyla hem acıyıp hem gülüyorsun haline!

O " Demiştim sana büyük konuşma diye. Antlaşmalarına sadık kalmasan yüzüne bile bakmam ama senin için daha çok sürprizim var. İleride bunu görmedim demeyeceksin en azından! Sen çocuk sen! Pembe bulutlar dağılıyor görüyorsun. Zihnin aralandı! Işığı görüyorsun artık! Işığı ve onun aydınlattığı tüm pis gerçekleri! Çocuksun... Çocuk...
Pes etme büyüme vaktidir artık! Adımla yolları durmadan! Öğrenip en zorunu, kolayı bulunca yaymadan!" dedi.

Sonra gitti. O an herşeyi bırakıp çekip gidebilirdim. Gocunuyordum çünkü bu işi yapmaktan! Koskoca Şuşut'a temizlik yapmak yakışıyor muydu? On parmağında on marifet, bilgili, kültürlü Koca Şuşut'a nasıl tepsi temizlerdi? Durum giderek acıklı bir hal alıyordu içimdeki ses yüzünden. Sürekli "düştüğün hallere bak!" diyerek beni daha da dibe çekiyordu. Boğazımda ki o pis yumru gıdıklıyordu gözpınarlarımı! Koa adam dokunsalar ağlayacak durumdaydım. O an tepsiyi bıraktım! Önlüğü çıkardım. Kapıya yöneldim tam çıkıp gidecektim ki... Yine yankılandı o ses!

"Adımla yolları durmadan! Öğrenip en zorunu, kolayı bulunca yaymadan!"

Tekrar önlüğümü giydim. Vazgeçmeyecektim! Kaderi şekillendirmek benim işim değildi! Zaman akmalı ve yolunu bulmalıydı! Öyle yaptım! İyi ki de yapmışım! Çünkü "Tanrının Eli"ni omzumda hissettim o akşamüstü! Yeni bir kapı açılmıştı ardında uzun bir koridor, durmadan adımlamalıydım... Adımlayacaktım!