19 Eylül 2010 Pazar

Kutup Yıldızına Ağıt


Siyah kadifeden bir perde gerilmişti üstümüze ve elmaslar, irili ufaklı milyonlarca elmas göz kırpmaktaydı uzandıkları yerden bir kadın aşifteliğiyle... Hepsi öyle davetkar, öyle cüretkardılar ki şu koca evrende bir nokta olduğumu bilmesem kendimi bulunmaz hint kumaşı sanırdım. Beni öyle ayrıcalıklı kılıyorlardı ki sanki bir ben kesermişim onları gibi pırıl pırıl göz kamaştırıp, kandırmaya çalışıyorlardı!
Uzakta bir köpek uluyordu herşeyden habersiz! Sabah meltemi başlamıştı esmeye ve gün ezanı bekliyordu uyanmak için! Ölmek için örnekten itinayla dikilmiş bir elbiseydi gece ve onu üzerimize giymemizi bekliyordu! Ölmek... Siz ölmenin ne demek olduğunu bilir misiniz? Ben öğrendim bir ölüye aşık olunca... Kalıpları yıkmanın cazibesini farkettim mezara diri girince. Ruhumla seviştim ilk kez çünkü bedenim ölüp gitmişti... Bir ben vardım birde o! Kim mi o? Kutup yıldızı tabii ki!
Yumuşacık kadifede kıvrılmıştı, tutamları beynime saplanmış, herbir saç teli bir sinirime batıyordu! Kutup yıldızının şavkı omriliğime yansıyordu. Bir kuklanın ipleri gibiydi eklemlerim, kontrolden çıkalı olmuştu bayağı. Kutup yıldızı duruyordu olduğu yerde, hüzünlüydü bu gece!
İnsanların gizli hüzünlerine dikkat edin, özellikle büyük harfli konuşup, sesli gülenlerinkine! Onların içlerinde taşıdıkları hüzün en tarifsiz ve amansız olanı çünkü! Hiç kurtuluşları yok hüzünlerinden ağızlarının kenarından veya gözlerinin ardından fışkırıverir! Kutup yıldızı o gece bir başka güzeldi, sanırım en hüzünlü gecesini yaşıyordu!
- Ne düşünüyorsun? dedim.
- Hiç! dedi.
- Ne istiyorsun? dedim.
- Hiiiç! dedi.
Bakıştık bir süre... O esnada duyduk birbirimizi, çünkü sessizlik bizim dilimizdi. Konuşarak hiç anlaşamasakta, bakışarak anlaşırdık! Öyle baktım ki ona
- Ne var? dedi o adi tebessümüyle ama sıra bendeydi bu sefer! Susarak diyeceklerim vardı!
-Hiç! dedim.
Duymuştu beni!
Kutup yıldızı alev aldı o an! Göklerden sarmal sarmal inen nur öbekleleri, içimizde şimşekler çaktırıyordu! Parmakları öyle yanıyordu ki, iç organlarımı eritti adeta! Yanık kokusu sarmıştı duvarları! İçin için yanmak bu olsa gerekti, buz küreli ölülerde sever miydi? Kutup yıldızı yanıyor, biz donuyorduk kah ölerek, kah sevişerek! Dudaklarımızı kenetli kılan o soğuk, ıslak toprakta uzanmaktan ileri geliyordu! Günün ilk ışıklarıyla mezar taşlarının buğu yaptığını gördüm dün! Ölüm tarihlerinden damlalarla süzülen sular, selvi ağaçlarını besliyordu! En nihayetinde burası bizim mezarımızdı! Fakat geceler biter, gündüzler başlardı.
Kutup yıldızı doğan güne ayak direyemedi sonuç olarak, o öylece yalnız aslıyken orada bizim "TAM" olmamızı hazmedemedi. Işığı hafiflerken içinden sövüyordu varlığımıza ve intikam yeminleri ettiğini duyuyordum!
Gidiyordu kutup yıldızı sonsuzluğuna! Kara perde gece perileri tarafından yavaş yavaş sökülürken ne yarısı yenmiş ak pamuk şeker vardı gökte ne elmaslar. O perilerden biri yanıma ilişmişti. Gün ışığı nelere kadirdi? Kutup yıldızı çoğaltıp kendini peri tozuna bulayıp kraterlerini koynumda almıştı soluğu! Söküldü tutamları bir bir sinirlerimden! Kara prenses öyle melek uyanıyordu ki, sessizliğini duymasam ben bile inanırdım kanatları olduğuna!
Pas tadı vardı ağzımda kekremsi, birde parmak izlerim boynunda! Uyurken yaşıyordu, anlamıştım! Gözlerinden mavi vurunca gözlerime yine yine yeniden öldüğünün farkına varmıştım! Ahh balçıktan kadın! Ellerimi daldırıp ruhuna çıkardıkça elmaslarını gün yüzüne sen bedenini karatlara boğmuştun! Ulaşamazdım sana! Ahh kutup yıldızım sanırım senin kadar yalnızım!

6 Eylül 2010 Pazartesi

Başkalarının Acısına Bakmak


İçimde büyüttüğüm acılarım var. Onları özenle besliyorum. Giderek dallanıp budaklanmalarına izin veriyorum. Kökleri oldukça diplerde olan bu acıların çiçekleri bildiğimiz türden değil pek! Acılarımın çiçekleri dikenli! Budamıyorum bir süredir çünkü dikenleri iç organlarıma, damarlarıma ve göğüs kafesime batıp kanattıkça bu durumdan hastalıklı bir zevk alıyorum. Normal değilsin bence diyebilirsiniz elbette! En nihayetinde acı çekmekten hoşlanan bir avuç kişiyiz şunun şurasında! Bende sorarım o zaman size ne normal? Ne anormal? Kime göre normal? Neye göre? diye... Bunun cevabı yalnız bende soruyu ben sorduğum için! Hayat çok deneyimlenesi bir olgu! Küçük küçük parçaların oluşturduğu kocaman bir bütün. Bu bütünselliğin içinden bir parçayı eksiltemezsiniz, eksiltmemelisiniz! Eğer eksiltirseniz kedinizden çalarsınız. Her parçasıyla bir "tam" ifade eden bu hayatı kafanıza göre kesip biçmeyin bence. Mutlu olmaktan nasıl zevk alıyorsanız, acı çekmektende alın! Hatta başkalarını acı çekerken görürseniz bundan bile zevk alın, onun adına mutlu olun! Zira bu onun hala hayatta olduğuna, nefes aldığına delalettir! Sevdiklerinizin yaşıyor olmasından daha büyük mutluluk var mıdır? Ayrıca kişinin yaşadığı kötü şeylerden ötürü acı çekiyor olması, hiç tepki vermemesinden daha sağlıklı bir eğilimdir. Hayatı nötrizasyona maruz kalmış kişiden götün götün kaçın! O zat potansiyel tehlikedir! Fakat bu yönü acılara bakmanın en temel, en dolaysız ve en birinci tekilli yaklaşımı! Şimdi çerçeveyi bir tık daha genişletiyoruz!

Susan Sontag'ın başlıkla aynı isimli kitabını okuyalı tam bir yıl olmuş. Kitabı ilk elime alıp sayfalarını çevirdiğimde, o küçük ve az sayfalı kitabın bu kadar derin olabileceğini düşünmemiştim açıkçası. Kitapta bahsedilen bize ait olmayan acılara yaklaşımımızdı. Acı teşhirinin tarihi gelişimi ile başlayarak, kitap başkalarının acılarına gerçekten hangi noktadan yaklaştığımızı sorgulamamıza neden olan bir noktada bitiyordu. Sayfalar döndükçe birbirinin ardına giderek kendini sorgulamana neden oluyordu. Çünkü acılar her an, her saniye estetize ediliyor ve metalaştırılıyordu! Kitle iletişim ağı acıları sentetik hale getirirken bir yandan da bizim algılarımızı bozmayı ihmal etmiyordu. Televizyonda izlediğimiz acının malzeme edildiği her haber, içimizde hala canlı kalan duygularımızın baş vermiş sinir uçlarına çivi çakılır gibi çakılıyor, dolayısı ile acılar bazen uyuşturucu bazen provoke edici bir amaçla kullanılıyordu. Bu aşamada acılara karşı normal şartlarda takınacağımız tavır, manüpüle ediliyordu! Birileri bizi içten içten uyutuyor, istediği şekli veriyor ve istediği tepkileri vermemizi bekliyordu! Öylesine zerk edildi ki beynimize bu durum gerçek algımız iyiden iyiye kaydı! Artık başkalarının acıları bizim için karşı tarafı kazanabilmek için açılmış bir sınav görevi görüyor! Üzülmesek bile üzülmüş gibi yapmak veyahut bir an üzülmüş olsakta bu üzgün hali sırf o kendini rahat hissetsin diye sürdürmek sadece üzerimize giydirilen bir tepki! Ve o tepki bize birkaç beden küçük, sığamıyoruz içine!
İşin aslı ben üzülmüyorum acı çeken kişiye! Ben kendim acı çektiğim zaman bile tadını çıkarırken nasıl üzülürüm acı çekene? Samimiyim en azından... İşte bu yüzden onu anlamaya, derinlerine inerek onu çözmeye çalışıyorum! Böyle duygu odaklı bir ruh halini ağır mantık ile çözmeye çalışmak sizin deyiminizle ancak benim gibi anormallere özgü bir durum!
Tüm bu düşüncelerin fışkırmasına sebebiyet veren bir adam var yeni tanıştığım! Müstakbel bir dost hatta! Akıllı ve donanımlı bir adam! Bu adamın yaşadığı bir olay neticesinde hayatının bir anda nasıl tepe taklak geldiğinin en yakın şahitiydim. Bu durum bana yakından gözlem yapabilme şansı verdi! İşte tüm bunları o derin derin acı çekerken farkettim! Adına sevindim! Çünkü göründüğü ve anlattığı kadar mekanik değildi! Bir kalbi vardı taş kesilmemiş ve onunla birilerine aşık bile olabiliyordu! İşte bu! Daha ne olsundu? Kalbi olan bir dosttan daha başka ne istenirdi! Bırakalım doyasıya acı çeksin ve yaşadığını farketsindi! Bu hayatı acısıyla tatlısıyla yaşamadıktan sonra ne anlamı kalırdı? Saatler birbirini kovalar, günler ve aylar biner peşisıra... Arada kayıplar boşluklar...
Özetle dediğim şu; Haydi hep beraber ölümüne acı çekelim! Mutlu değilsek eğer ne şöyleyim ne böyle demektense doya doya acı çekelim! Emin olun yaşadığımızı daha çok farkına varacağız! Başkalarının acısına seyirlik gösteriler gibi yaklaşmaktansa biraz kendiniz olun! Silkinin ve acı çekin... Bol bol ve derinden!