23 Ağustos 2010 Pazartesi

Ne Geceydi Ama!


Aslında biraz tedirgindim. Bilmediğim yerlere giderken o kadar geriliyorum ki, gitme amacını unutup daha varmadan nasıl döneceğimi planlarken buluyorum kendimi. Yapı meselesi işte garanticiyim! Ramazanda Caz Festivali kapsamında sahne alacak Münip Utandı için yola çıkarken aynı gerginlik üstümdeydi yine! Fakat yeni şeyler denemeye olan merakım tüm bu tedirginliği sindiriyordu!
İşten biraz erken çıkıp, önce Üsküdar'a oradan vapurla Eminönü'ne geçtim. Karnım guruldamaya başlamıştı bile! Eminönü her zaman olduğu gibi keşmekeşti! Üzerine birde iftar telaşı eklenmişti. Güneş batmak üzereydi. Zar zor yer bulduğum köprü altı balık ekmekçilerinin birine yerleştim. Popomu sandalyeye koyduğum o an sanki tüm günden, tüm şehirden hatta dünyadan sıyrılıp başkasının gözü olmuştum! Hemen bir sigara yaktım! İlk nefes biraz daha yükseltti! Ezan'ın okunmasıyla masaya "tak" diye konan dışı hararetten buğulanmış bira bardağında günü geceye bırakmaya teşne son ışıklar oynaştı! Ezan sesiyle bir anda sokaklar ıssızlaştı! Ben bir yandan biramı yudumlarken içimden ya rabbim ne mübarek şey bu demekten kendimi alamıyordum! giderek el ayak çeken insanlar ve kararan sokakları ile Eminönü artık kıçını kaldır, sefa pezevenkliğini bırakta yola düş der gibiydi! Hesabı ödeyip kalktım bende!
Tramvay ile arkadaşımın tavsiyesine uyup Gülhane'de çıktım. Konsere yarım saat vardı! Eee varmıştım sanırım yani Arkeoloji müzesi biraz yukarda olmalıydı! Ama elbet birşeyler yolunda gitmeyecekti ya! Bir yokuş ve iki sokağı 5 kere inip çıkıp, 7-8 kişiye adres sorduktan sonra yurdumdan bir an eksilmeyen turist kafilesi yardımıyla yolumu buldum! Hakikaten İstanbul'da turistler esnaftan daha iyi yol biliyorlardı! Gülhane Parkı'ndan giriş yaptım. Karanlığın iyice sindiği taş yoldan tırmanmaya başladım! Arkeoloji Müzesine vardığımda konserin başlamasına 15 dakika vardı! Biletimi gösterip en acilinden bir sigara daha yakarak soluklandım! Buraya ilk gelişimdi ve ambiyans inanılmaz derecede etkileyiciydi! Müze girişine yerleştirdikleri sazlara arkalarındaki upuzun mermer sütunlar fon oluşturuyordu! Işıklandırma muazzamdı! Yerimi aldım hemen! Sağı solu kesip, konuşulanlara kulak kabartıyordum! Bir süre sonra tüm ışıklar söndü! İşte o an gökyüzünde sadece yıldızlar vardı! Birazdan olacakları anlamıştı sanırım gökyüzü! Öyle bir yel esti ki tüm konukların o an ürperdiğine eminim! Ağaçların uğultusu sarhoş ediyordu herkesi! Sazlar yerlerini aldılar! Sonra takip ışığı yandı! Münip Utandı bembeyaz ceketi ve beyefendi tavrıyla ağır ağır merdivenleri tırmandı! Sahnenin tam ortasına geçerek derin bir saygıyla izleyicileri selamladı! O an sahne ışığının ne olduğunu anladım! Özellikle o geceye kadar Münip Utandı'nın tek bir şarkısını dinlememiştim! Sesini duyar duymaz çakılıp kaldım! Böyle bir tını yoktu! Pamuk helva gibi pudra şekeri gibiydi! ince, temiz ve çapıcıydı! Sazlar diyecek söz yoktu hepsine helal olsundu! Ve bunca yılın yaşanmışlığını taşıyan o mermer bloklar inliyordu Dede Efendi eserleriyle! İyi ki dedim kendi kendime iyi ki gelmişim! 19. yüzyılın müzik dehası Dede'nin şarkılarını böyle bir ortamda böyle şahane bir yorumcunun sesinden dinlemek, buna tanık olmak herkese nasip olmayacak hatta birçok kişinin bilerek ıskaladığı ama çok çok çok hata ettiği bir deneyimdi! Birkaç eser sonra Münip Utandı'ya kızı Merve Utandı vokaliyle eşlik etmeye başlamıştı! Baba kız harikulade bir uyum içerisindeydiler! Bir babanın ve bir kızın daha mutlu bir anı olabilir miydi şu hayatta? İkisininde gözlerinde birbirlerine duydukları sevgi, güven ve gurur alenen görünüyordu!
İki saate yakın süren konser, ikinci bölümünde rast şarkılara verilen ağırlıkla biraz hareketlendi! Konser bittiğinde o tat damaklardan kolay kolay geçmeyecekti! Ben ise o geceyi ömrüm boyunca unutamayacaktım!
İşte İstanbul böyle fethediyordu beni! Nasıl alışıyordum giderek, hergün yeni şeyler tadıp keşfederek! O kadar şikayetime rağmen güzeldi bu şehir hemde çok... Hele aşıksanız!!! Tadına doyulmuyordu :)

17 Ağustos 2010 Salı

Karanlıkta Herşey Eşitlenir


Rastlantı mı kader mi? Çoğu kez kaderdir bendeki cevabı! Kader sırtımızdan yük kaldıran bir dosttur bazen, bazense sırtına yük atıp kaçtığımız bir hamal... Kader bir suç ortağı, bir günah keçisidir! Bu yüzdendir kaderci oluşumuz ve çoğu kez rastlantısal tüm gelişmelere mistik bir anlam yükleme adına kaderciliği seçeriz! Çünkü yaşananlar mantık çerçevesinde açıklanamaz şeylerdir muhakkak ki yukarıdan bir yerlerden bizlerden çok büyük bir güç tarafından tasarlanıp yazılmışlardır! İşte yine kaderin bir cilvesiyle elime bir kitap geçti! Adı "Acemi Bilge". Kitabı o güne kadar sağda solda görmemiş, yazarı Ömer Çam'ı hiç duymamıştım. İş arkadaşım kitabı sıkıcı bulmuştu, belkide tüm kitapları sıkıcı buluyordu bilmiyorum! Okurum diye bana vermişti! Yazar "Ölmeden önce ölün" mantrası ile felsefi bir yaklaşım içinde ele alıyordu hayatı! Bu bile merak uyandırmaya yetmişti! Arka kapağında yer alan ilk cümle ise şuydu "karanlıkta herşey eşitlenir"... Bir yerlerden tanıdık gelmeye başlamıştı okuduklarım. Ömer Çam ile ilgili internet üzerinden yaptığım kısa araştırma sonucu onun kişisel gelişim, nlp, hipnoz vb. bıdı bıdılardan değişik hiçbir yönü olmayan ve sürekli öğüt verip hayatımı şöyle,şöyle veyahut böyle böyle şekillendirmemizi söyleyen o müthiş bilgelerden olduğu hissine kapıldım. Ama önyargıları sevmiyordum. Bu yüzden ilk sayfayı açıp kitaba başladım. Daha en başında oto-hipnoz deneyimi vardı kitabın. O an beynimde şimşekler çaktı! Bu spiritüalist izlenim Ömer Çam ve hayatıma yön veren adam Richard Bach'ın kesiştiği noktadan kaynaklanıyordu. Kitap kocaman puntolarla yazılmıştı, her zamanki gibi öğüt veriyordu elbette. Ama akıyordu kitap aynı Bach'ın eserleri gibi! Ağzım sulanarak kitaba gömüldüm elimde kalem deli gibi sağı solu çiziyor, not alıyor, başa dönüp tekrar okuyordum. Öyle aforizmalar yakaladım ki!... Bazılarını yazacağım hatta!

"Usta olan güç peşinde değildir ve bunun için güçlü olur. Oysa zayıf olan gücün peşinde koşar ve bu yüzden güçlenemez, kaybeder."

"Başarı, bir tek kişi bile olsa, birilerinin sen yaşadığın için daha rahat nefes aldığını öğrenmektir."

"Ne kadar anlatırsan anlat, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır."

"Kişiler tembel değildir. Sadece kendilerine esin kaynağı oluşturacak kadar güçlüamaçları yoktur."

"Kelimeler insanların kullandığı en güçlü haplardır."

"Uğruna ölecek birşeyin yoksa bu senin yaşam mücadelesi için uygun olmadığını gösterir."

"Sadece ölüler soru sormaz! Soruları oluşturan kelimeler tecrübelerimizi dizdiğimiz ipliktir!"

"Karakterin aslında neysen odur. Oysa şöhretin başkaları seni ne sanıyorsa odur."

"Eğer sen yapabileceğin herşeyi yapsaydın, şaşkınlıktan kendi aklını başından alırdın."

"Hayatın başladığı ilk andan itibaren ölmekte olduğunu fark et!"

"Öğrendiğin zaman yaşadığını anlarsın, ancak ölüler öğrenemez"

"Adalet nedir? Ağaca su vermektir. Zulüm nedir? Dikene su vermektir."

"Uyuduğumuz ve öldüğümüz zaman eşit oluruz. Çünkü toprağın altında ne tutku, ne umut ne gurur kalır!"

"Herşey sözle olsaydı eyleme gerek kalmazdı. Ölüler konuşamaz, ölülerle konuşulmaz. Ölüler tarihi yazanlardır. Onu okumak ise yaşayanların işidir."

"Bazen kalp göze görünmeyeni görür. İstemek yetmez, amaca ulaşmak için şiddetle arzu etmeniz gerekir!"

"Delilerin ve ölülerin düşünceleri hiç değişmez!"

"Karnabahar, yüksek lisans yapmış bir lahanadan başka birşey değildir!
"(favorim)

Kitabı bitirdim. Garip bir deneyimdi çünkü güzel tespitler vizyonumu biraz daha genişletmişti. İki yazar arasında var olduğuna inandığım paralellik, ve ikisininde bahsedip durdukları sınırsız evrende tanış olma meselesi iyiden iyiye kafama yatmaya başlamıştı.
Tekrar sordum kendime, kendime döndüğümde! Bu rastlantı mıydı? kader mi? Bu kitap yüzlerce insanın elinden nasıl bana ulaşmıştı! Nasıl bu kadar yerli yerindeydi taşlar? Nasıl cuk oturmuştu böyle? İnanın bilmiyorum. Ama kelimlerin gücüne her geçen gün daha çok inanıyorum işte bunu biliyorum!

8 Ağustos 2010 Pazar

Başka Bedenler Vol. Alpha!


Hayatı yaşarken olayların ateşiyle en çok ıskaladığımız şeyi keşfettim. Eğer bu olayın bir parçasıysak, 1. 2. veya 3. şahıssak bu hikayede, kesinlikle birkaç adım geri çekilip olayı menzil dışından izlemeyi es geçiyoruz. Bu hararet gözümüzü öyle kör ediyor ki yuvarlanıyoruz gelişmelerle giderek büyüyen bir kartopu gibi. Farkettiğimizde ise soğuktan donmuş oluyoruz!
Bu sefer ayıktım erkenden! Kontrol edebileceğim bir nehrin debisini elden bırakmayacaktım. Silkindim önce... Ateşse ateş! Elbet sönerdi birileriyle. Deli miydim ben? Neden paralıyordum kendimi? Oysa daha bir gece önce aşkı tattığım için şükrediyordum... Yok yok aşkı kıçından anlamıyorum, aşkı karıştırmıyorum başka birşeylerle! Ama içimde kocaman atan bir kalp kirle dolmuştu, sızıyordu hata köşesinden... Zihnim desen... oldukça tozluydu! Acıkolik falanda değildim! Biraz idmanlıydım sadece... Ne duryordum öyleyse? O öylece mıhlanmışken olduğu yere, ben niye duruyordum? Yoo, hayır durmayacaktım... Benden izinsiz bedenim, kalbim ve zihnimde egemen olan bir güce teslim olmam! Ayar vermek için değil ama yazmazsam kafayı yerim!
Koparıp ruhumu bedenimden ikisini ayrı yönlere savurmak zamanı şimdi! Aşk beni nasıl öldürmediyse, çiviler çivileri sökebilirdi gayet! Eyvallahsız gidebilirdim, uzaklaşıp başka bedenlerde avunabilirdim... Evet, evet bunu yapabilirdim.
"Usta olan güç peşinde değildir ve bunun için güçlü olur. Oysa zayıf güç peşine koştuğu için zayıftır ve kaybeder!" Ömer Çam ne güzel demişti, ne kadar da doğruydu! Derin nefesler ve telkinlerle tamamlanan oto-hipnoz neticelerini vermişti! Kendimi orada bırakıp, bedenimi işlevselleştireceğim! Almıyordu kafam bir türlü! Madem aşk bu dünyada en hakiki ve değerli şeydi! Niye kıymeti bilinmiyordu? Benim meraklılarım gani ganiyken ve ağzıma düşerlerken peki ben neden duruyordum hala yürüseydim ya...
Yürüyordum... Uzaklaşıyordum... Her gidiş zincirden bir halka daha koparıyordu! Biliyordum!

5 Ağustos 2010 Perşembe

Tutku...


Şarabın buruk tadı damağımda, güzel bir günün sonunda İstanbul ışıklarını izlerken düştü gözlerin... Gece acıkmıştı, anladım! Oynaşıyordu ışıklar denizin üzerinde, gün içinde canımıza okuyan yüksek nem dağılmış ve gece kendini tatlı bir serinliğin kucağına bırakmıştı. Değiştiriyordu gece beni ve kendini! Renkten renge kılıktan kılığa... Alkolün gevşettiği bedenim, serinleyen havayla birlikte farklı bir mayhoşluğun içindeydi! İlk defa seni istediğimi farkettim böylesine derinden. Yavşakça değil sağlam bir tutkuyla! İliklerine hatta hücrelerine kadar tadına bakmak istedim! Dudakların çıkmadı bu gece zihnimden. Vücudunun en ücra yerlerine değmek ve seni yaşamak istedim doyasıya!
"Siz hiç başınızı birinin göğüs kafesinden içeri sokup ruhuna baktınız mı?" Ben bakıyorum! Bakıyorum ve sizin göremediklerinizi görüyorum! Çok yüksek duvarlı, geniş ve karanık hatta zeminsiz bir oda hayal edin isterim! Bu odanında tavanında minicik bir penceresi olsun! İşte gözlerin sihri burada! Çünkü gözler ruhunuzun dünyaya açılan penceresi! Gözlerde ışığı görürseniz( ki ben karanlığı gördüm) işareti almışsınızdır. Beni gözler kesmedi çünkü öyle bir hazine var ki içeride yakından daha yakından bakmalıyım! Bu yüzden daldırdım kafamı ruhuna! Adım adım özüne yaklaşıyorum kadın! Ruhuna sızarsam benim olursun bunu bil! Sana ait olmam ama sen benim olursun!
Karanlığın ışığı durma yıldız gibi kay gecelerime! Bir ateş yak ellerinle, kibrit olsun parmakların! Ruhumu yakan kadın durma sakın! Çağla şelale gibi...