18 Haziran 2014 Çarşamba

Küçük Bir İş Kazası



Elimde bir bidon benzinle yürüdüm ateşe… Hem içimdekileri hem dışımdakileri yakmaya kararlıydım. Gözü kara bir tutkuyla adımladım merdivenleri… Saatler vardı her yerde, yuvarlanarak akan saatler…  Akışa ve duruşa direncini kaybetmiş, direçsizlikten sıvılaşmış saatler… Önüne geçilmez bir istekle, yapılmamışı yapmaya duyulan korkuyla yürüdüm. Evet, yakacaktım her yeri çember çember ateşlerle… Tavanları karartacaktım. Yanık et kokusuna olan özlemle yürüdüm…

Benim lanetim insanları sevmekti. Zira şu binayı tutuşturmaya dakikalar varken bile içeride kömür olacak kişileri düşündüm. Aralarında sevdiklerim vardı… Yürürken hep aklıma şu son görüntü geliyordu. Alevler etrafı sarmışken, onlardan etkilenmeyen mumya insanlar… Ateşe dayanıklı mumya sevdiklerimin sırtlarında özenle yapıştırılmış yazılar vardı. Yazılarda “yangından ilk kurtarılacaklar” yazıyordu. Ama mumya sevdiklerim öylece duruyordu ve derin bir boşluğa bakıyorlardı. Yazık olacaktı onlara…Umarım onları biri kurtarırdı. Ama neyse ne! Kim beni seviyordu ki? Kim beni benim insanları sevdiğim kadar seviyordu? Bunları düşünmek artık anlamsızdı!

Köşeyi döndüğümde başına geleceklerden habersiz nefret ettiklerim, aralarında o tahammül edemediğim kahkahalarıyla gülüşüyordu. O üstten, kendini beğenmiş kahkahalarla etrafa yalandan yalanıyorlardı. Dudağımın kenarında acı bir tebessüm belirdiğini fark ettim. Hani şu, gizli kapaklı bir iş çevirmeye çalışırken, çaktırmamak için zapt edilmeye çalışılanlardan… Oysa içimde yılların hasreti vardı. O yangını çıkaracaktım.

İnsanlar öyle iki yüzlüydü ki, burada nefes aldığım her an biraz daha kirlendiğimi hatta pislikten silikleştiğimi hissediyordum. Sadece gözleri seçilebilen zahiri insanlardan kurulu bir orduyla çevriliydi etrafım… Bu pislikleri su arındıramazdı. O yüzden yakacaktım hepsini…

Eğer biri duygularını bağışlayabilirsin dese, inanın gidip bağışlardım. Çünkü hislere olan inancımdan çok şey kaybettim. Halbuki mantık öyle dimdik duruyordu ki karşımda, yıllardır sokağın köşesinde duran butik gibi hep gördüğüm ama hiç fark edemediğim bir şekilde… Ben mantığa sarılamadım. Hep duyguların peşi sıra yürüdüm. Bu yangının beni de sıfırlayacağına inanıyordum. İçimdeki herşeyi söküp atan dört köşe bir yangınla arınacaktım.

Kapıdan girdiğimde kimse fark etmedi beni. Masanın köşesine dikilip öylece baktım geniş alana… Böcek gibi, sinek gibi göründüler gözüme… Ama asla karınca değillerdi. Zira burada bir karınca varsa o da bendim. Dur durak bilmeden çalışan, çalışmayı şiar edinmiş ve her çeşit kazanımın sadece çalışarak sağlanacağını zanneden aptal bir karıncaydım. Ama bu karınca, bu bok çukurunu bugün ateşe verecek ve dünyaya yine emek harcayarak hizmet edecekti.

Alanın ortasına doğru yürüdüm. Öylece durdum. Elimdeki bidonu ayağımın dibine koydum. Bir an aklımdan iki elimi yukarı kaldırarak “ey gerizekalılar beni dinleyin” demek geldi ama yapmadım. Zira parlaklığı göz alan egom, öz güvenim şu iğrenç yere geldim geleli un ufak olmuştu. Hala kimse farkımda değildi. Yere eğilip bidonu aldım. Kapağını yavaşça gevşetip yere attım. O an zamanın ağırlaştığını hatta durduğunu hissettim. İçimde dalgalanan coşku tüm bedenimi sardı. Sessiz naralarla, çığlıklarla sadece kendimin duyabileceği haykırışlarla kendimden geçtim. Tüm bidonu gelişi güzel boca ettim etrafa… İnsanların benzinle ıslandıktan sonra beni fark etmeleri ne acıydı. Zira benzin kokusu çıkmazdı… Hoş, çıkmasına gerek de kalmayacaktı zaten. Onlar ne olup bittiğini anlamadan çakmağı çaktım. Alevler bir anda her yeri ama her yeri sardı. Benim etrafımda oluşan yarım metre çapında bir çember haricinde her yer yanıyordu. Hem de ne yanmak…

Tanrım bu ne güzel bir temizlik hissiydi. Ağır çekimde insanların çığlıklarını, acı yakarışlarını duyuyordum. En nefret ettiklerim kendilerini duvarlara çarparak söndürmeye çalışıyordu ama işe yaramayacaktı! Çünkü tacı başıma takmış, asayı elime almıştım bir kere! Artık ateş benim kontrolümdeydi! Sadece bir hareketimle ikinci katı tutuşturdum. Yavaştan yanık et kokusu yükselmeye başlamıştı. Adeta ateşle dans ediyordum. Çığlıklar daha da yüksedi. Öyle acı acı bağırıyorlardı ki, o çığlıkları her duyduğumda, titreşimlerini her hissettiğimde içimden tonlarca ağırlık kalktı. Belli ki ölüyorlardı ve dünya biraz daha temizleniyordu. Artık buradan ayrılmanın vakti gelmişti. O an anladım.

Koridoru geçtim, kapıları aştım. Ardımdan yıkılan duvarları, eriyen plastiklerin kokusunu duyuyordum. Kulağımda kıvılcımların oluşturduğu çıtırtılar ve  yükselen ruhların uğultuları vardı.

Dışarı çıktığımda temiz havayı ciğerlerime çektim. Herşey bitmişti artık!
Arkamı dönüp baktım. O şahane, dışarıdan fazlaca “gel gelli” o ihtişamlı paket eriyor, yanıyor, kül oluyordu. O an alevleri şöyle rahat bir koltukta, arkama yaslanarak seyretmek istedim. Elbette etrafta koltuk falan yoktu. Ben de köşedeki büyük saksıya yaslanıp, bir sigara yaktım.

Hep düşünürdüm. İnsanların bir şey düşünmemeye çalışırken bile bir şeyler düşündüğünü bilirdim. Sanırım bu kez, belki de ömrümde ilk defa hiçbir şey düşünmüyordum.


İzmariti fırlatıp, attım. Sokağın köşesini döndüğümde, uzaktan itfaiye sirenlerini duymaya başladım. Yavaş yavaş yaklaşan sirenler adımlarımı hızlandırdı. O an “Eğer beni bulurlarsa ne diyeceğim?” diye sordum kendi kendime. Aslında cevap o kadar basitti ki… Tüm olup biten küçük bir iş kazasıydı!