Elimde
bir bidon benzinle yürüdüm ateşe… Hem içimdekileri hem dışımdakileri yakmaya
kararlıydım. Gözü kara bir tutkuyla adımladım merdivenleri… Saatler vardı her
yerde, yuvarlanarak akan saatler… Akışa
ve duruşa direncini kaybetmiş, direçsizlikten sıvılaşmış saatler… Önüne
geçilmez bir istekle, yapılmamışı yapmaya duyulan korkuyla yürüdüm. Evet,
yakacaktım her yeri çember çember ateşlerle… Tavanları karartacaktım. Yanık et
kokusuna olan özlemle yürüdüm…
Benim
lanetim insanları sevmekti. Zira şu binayı tutuşturmaya dakikalar varken bile içeride
kömür olacak kişileri düşündüm. Aralarında sevdiklerim vardı… Yürürken hep
aklıma şu son görüntü geliyordu. Alevler etrafı sarmışken, onlardan
etkilenmeyen mumya insanlar… Ateşe dayanıklı mumya sevdiklerimin sırtlarında
özenle yapıştırılmış yazılar vardı. Yazılarda “yangından ilk kurtarılacaklar”
yazıyordu. Ama mumya sevdiklerim öylece duruyordu ve derin bir boşluğa
bakıyorlardı. Yazık olacaktı onlara…Umarım onları biri kurtarırdı. Ama neyse
ne! Kim beni seviyordu ki? Kim beni benim insanları sevdiğim kadar seviyordu?
Bunları düşünmek artık anlamsızdı!
Köşeyi
döndüğümde başına geleceklerden habersiz nefret ettiklerim, aralarında o
tahammül edemediğim kahkahalarıyla gülüşüyordu. O üstten, kendini beğenmiş
kahkahalarla etrafa yalandan yalanıyorlardı. Dudağımın kenarında acı bir
tebessüm belirdiğini fark ettim. Hani şu, gizli kapaklı bir iş çevirmeye
çalışırken, çaktırmamak için zapt edilmeye çalışılanlardan… Oysa içimde
yılların hasreti vardı. O yangını çıkaracaktım.
İnsanlar
öyle iki yüzlüydü ki, burada nefes aldığım her an biraz daha kirlendiğimi hatta
pislikten silikleştiğimi hissediyordum. Sadece gözleri seçilebilen zahiri
insanlardan kurulu bir orduyla çevriliydi etrafım… Bu pislikleri su arındıramazdı.
O yüzden yakacaktım hepsini…
Eğer
biri duygularını bağışlayabilirsin dese, inanın gidip bağışlardım. Çünkü
hislere olan inancımdan çok şey kaybettim. Halbuki mantık öyle dimdik duruyordu
ki karşımda, yıllardır sokağın köşesinde duran butik gibi hep gördüğüm ama hiç
fark edemediğim bir şekilde… Ben mantığa sarılamadım. Hep duyguların peşi sıra
yürüdüm. Bu yangının beni de sıfırlayacağına inanıyordum. İçimdeki herşeyi
söküp atan dört köşe bir yangınla arınacaktım.
Kapıdan
girdiğimde kimse fark etmedi beni. Masanın köşesine dikilip öylece baktım geniş
alana… Böcek gibi, sinek gibi göründüler gözüme… Ama asla karınca değillerdi.
Zira burada bir karınca varsa o da bendim. Dur durak bilmeden çalışan,
çalışmayı şiar edinmiş ve her çeşit kazanımın sadece çalışarak sağlanacağını
zanneden aptal bir karıncaydım. Ama bu karınca, bu bok çukurunu bugün ateşe
verecek ve dünyaya yine emek harcayarak hizmet edecekti.
Alanın
ortasına doğru yürüdüm. Öylece durdum. Elimdeki bidonu ayağımın dibine koydum.
Bir an aklımdan iki elimi yukarı kaldırarak “ey gerizekalılar beni dinleyin”
demek geldi ama yapmadım. Zira parlaklığı göz alan egom, öz güvenim şu iğrenç
yere geldim geleli un ufak olmuştu. Hala kimse farkımda değildi. Yere eğilip
bidonu aldım. Kapağını yavaşça gevşetip yere attım. O an zamanın ağırlaştığını
hatta durduğunu hissettim. İçimde dalgalanan coşku tüm bedenimi sardı. Sessiz
naralarla, çığlıklarla sadece kendimin duyabileceği haykırışlarla kendimden
geçtim. Tüm bidonu gelişi güzel boca ettim etrafa… İnsanların benzinle
ıslandıktan sonra beni fark etmeleri ne acıydı. Zira benzin kokusu çıkmazdı…
Hoş, çıkmasına gerek de kalmayacaktı zaten. Onlar ne olup bittiğini anlamadan
çakmağı çaktım. Alevler bir anda her yeri ama her yeri sardı. Benim etrafımda
oluşan yarım metre çapında bir çember haricinde her yer yanıyordu. Hem de ne
yanmak…
Tanrım
bu ne güzel bir temizlik hissiydi. Ağır çekimde insanların çığlıklarını, acı
yakarışlarını duyuyordum. En nefret ettiklerim kendilerini duvarlara çarparak
söndürmeye çalışıyordu ama işe yaramayacaktı! Çünkü tacı başıma takmış, asayı
elime almıştım bir kere! Artık ateş benim kontrolümdeydi! Sadece bir
hareketimle ikinci katı tutuşturdum. Yavaştan yanık et kokusu yükselmeye
başlamıştı. Adeta ateşle dans ediyordum. Çığlıklar daha da yüksedi. Öyle acı
acı bağırıyorlardı ki, o çığlıkları her duyduğumda, titreşimlerini her
hissettiğimde içimden tonlarca ağırlık kalktı. Belli ki ölüyorlardı ve dünya
biraz daha temizleniyordu. Artık buradan ayrılmanın vakti gelmişti. O an
anladım.
Koridoru
geçtim, kapıları aştım. Ardımdan yıkılan duvarları, eriyen plastiklerin
kokusunu duyuyordum. Kulağımda kıvılcımların oluşturduğu çıtırtılar ve yükselen ruhların uğultuları vardı.
Dışarı
çıktığımda temiz havayı ciğerlerime çektim. Herşey bitmişti artık!
Arkamı
dönüp baktım. O şahane, dışarıdan fazlaca “gel gelli” o ihtişamlı paket eriyor,
yanıyor, kül oluyordu. O an alevleri şöyle rahat bir koltukta, arkama
yaslanarak seyretmek istedim. Elbette etrafta koltuk falan yoktu. Ben de
köşedeki büyük saksıya yaslanıp, bir sigara yaktım.
Hep
düşünürdüm. İnsanların bir şey düşünmemeye çalışırken bile bir şeyler
düşündüğünü bilirdim. Sanırım bu kez, belki de ömrümde ilk defa hiçbir şey
düşünmüyordum.
İzmariti
fırlatıp, attım. Sokağın köşesini döndüğümde, uzaktan itfaiye sirenlerini
duymaya başladım. Yavaş yavaş yaklaşan sirenler adımlarımı hızlandırdı. O an
“Eğer beni bulurlarsa ne diyeceğim?” diye sordum kendi kendime. Aslında cevap o
kadar basitti ki… Tüm olup biten küçük
bir iş kazasıydı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder