26 Mart 2012 Pazartesi

Bir Baktım ki Demet Akalın Dinliyorum !


Elektronik müzikle tanışmam geç oldu benim. Derin caz araştırmaları yaptığım, birey olabilmenin tek yolunun orjinal bir şeyler dinlemek olduğuna emin olduğum ergenliğin en sancılı dönemlerinde jazzy house diye bir tür keşfettim. O zamanlar elektronik müzik diye bir türün farkına vardım. Allah allah cazla evlendirdiklerine göre o kadar da kötü bir şey değil dedim o zaman ki aklımla. Çünkü benim için müziğin en elektronik hali o zamanlar Vengaboys idi. Daha da başkasını bilmezdim. Sonra Psychedelic'i daha doğrusu trance'i keşfettim. Biraz araştırınca öğrendim ki dünyada elektronik müzik okumaları bizim algımızdan bambaşka yerlerde. Zaman geçti tabii... 2000'lerin ortasına geldiğimizde artık müzik adına bambaşka bir dünya vardı. Çünkü 90'ların son dönemecinde dinlediğimiz popüler müzik Britney Spears ve Backstreet Boys'dan ibaretken 2000'ler bize hiç bilmediğimiz bir kapı araladı. Elektronik müzik (alt türlerine girmeden genelliyorum) keşlerin kafa yapmak için dinlediği, kimyasallar ile anlam bulan bir müziği tanımlıyordu. Ne Armin Van Buuren bilirdik, ne Guetta ne Tiesto. Discolar vardı ve club kavramı dedikleri klüptü ve klüpler bugün ki gibi alkolün su gibi akıp, insanların tek ellerinde enerji-votkalarla ileri geri sallandıkları yerler değildi. Ne oldu? Hangi ara oldu inanın bilmiyorum ama club kültürü diye bir kültür oluştu. Türkiye için ele almak gerekirse 90'ların klavye tabanlı düzenlemeleri bugüne bir taban hazırladı diyebiliriz. En azından Türk dinleyicisi baslara alıştı, kulağı doldu. 2000'lerde elektronik müzik popüler müziği ele geçirdi. Türkçe sözlü hafif batı müziği tükendi. Şarkı sözleri tekerlemeye dönüştü. Müzikler birbirinin aynı oldu. Elbette bu durum dünya konjonktürününün sosyolojik yansımalarıydı. 80'lerden sonra toplumlar tüketimi motto haline getirdiler. Tüketim toplumunun da zevkleri aynı hazır giyim gibi bu yöne evrildi. Fakat bu başka bir yazının konusu. Şüphesiz ki irdelenecek çok şey var.
Müziğe döndüğümüzde 2000'lerde Demet Akalın'lı, Hande Yener'li, Serdar Ortaç'lı bir tablo ile karşılaştık. Akustiğe dair çok az şey kalmıştı öyle ki fantazi dediğimiz tür bile elektronik tabanlı hale gelmişti. Türküler, arabesk şarkılar, Türk sanat müziği eserleri yeniden düzenlendiler. Tüm bu gelişmelere karşı direnen kesim bu hazır tüketim müziği bir prestij göstergesi olarak ele almakta ısrarcıydı ki o dönem için haklıydılar. Bu yüzden onların yönelimi rock üzerine oldu. Dolayısı ile 90'ların o arayı bulan soundı yerini iki kutuplu bir müziğe bıraktı. Geriye kalan herşey alternatif olarak algılandı. Fakat o yerin dibine soktukları Hande Yener bir şey yaptı. Kelepçe diye bir şarkı dönmeye başladı radyolarda ve televizyonlarda. Ortalık birbirine girdi. Hande Yener o alaturka soslu dıptıs müziğine ne yapmıştı? Artık onu kim dinlerdi ki? dediler... Yıl 2006'ydı! Fark edemedikleri şey Yener'in öngörüsüydü. O gün Hande Yener'i yerin dibine sokanlar bugün Bedük, Lady Gaga dinler oldular. Bense hayatımda ilk defa bir Hande Yener şarkısına bu kadar bayılmıştım. Dünyadaysa bence popüler müziğin elektronik açılımı Cher'in Believe şarkısıyla gerçekleşti. 1998 yılında çıkan bu hit şimdiye kadar böyle bir müziğin farkında olmayanlar için bir farkındaık yarattı. Pop ikonu Madonna ise Ray of Light albümüyle bugüne dek yapmadığı bir şey denedi. Frozen, Doesn't Really Matters şarkıları aynı yıl bomba etkisi yarattı. Dünya popüler müziğin evrilişini şaşkınlıkla izlerken biz 5-6 yıl kadar bocaladık ki normaldir. Fakat Lady Gaga'nın tüm dünyayı dolayısı ile Türkiye'yi fethetmesiyle bir kırılma noktası yaşandı. Yener belki özentiydi, imajı, klipleri çakmaydı ama bu işi Türkçe sözlerle kıvırdı. Derken Bedük çıktı. Underground elektronik çalışmalar yapıldı. Dj'lik, şarkıları arka arkaya dizmek iken fiyakalı bir meslek haline geldi hatta müziyen kategorisinde ele alındı. Remix albümleri çıkarıldı. Maxi single'lar, single'lar gırla raflarda yerini aldı. Elektronik müzik prestij kazandı. İnsan bilmediğinden korkar doğası gereği ama öğrenince sevdi elektroniği.
2010 ylında proje albümlerinin açılışını Ozan Doğulu yaptı. Onu İskender Paydaş izledi. 2012'nin Mart ayına geldiğimizde elektronik müziğin ilk olgunluk eseri Erdem Kınay'ın Proje albümü ile can buldu.
Bu yazı albüm eleştirisi amacıyla yazılmadı. Ama öne çıkan öyle özel şeyler var ki; Demet Akalın mesela! Bir baktım ki "bir o yana bir bu yana" diye eşlik ediyorum şarkıya. Bayağı bayağı eşlik ediyorum Demet'e! Şimdi geriye dönüp baktığımda en büyük hatayı her şarkıyı masterpiece kategorisinde değerlendirmekle yaptık biz. Abi bu şarkı eğlenmek için işte bunu dinleyip dans ediyorsun nedir ki yani? Müzik dediğin şeyin bir işlevi de eğlendirmekse eğer Erdem Kınay bunu gayet güzel yapmış işte. Bunca yıl burun kıvırdığım Demet Akalın'ı ritim tutarak dinliyorum işte. Demek ki maharet bu işin aranjesindeymiş şimdi daha iyi anlıyorum. Albümün diğer yıldızlarını parlatmak gerekirse;

* Aynur Aydın - İşporta: Kendisini "Yenildim Daima" ile tanıdığımda gözüme kulağıma inanamamıştım. Bu şarkıda da farkını ortaya koymuş.
*Ebu - Zamanla: Kim bu çocuk bilmiyorum ama benim için albümün favorisidir. Çok iyi vokal!
*Tezhan Tezcan -Günler Geçti: Bir diğer başarılı erkek vokali albümün. Şarkı şahane.
*Ebu feat. Ege Çubukçu - Kanat: Bomba etkisi yapıyor!
*Fatoş Dündar - Aşk Kızı: Alaturka bir vokalle ancak böyle doğru duyguda bir şarkı çıkabilirdi. Dahiyane!

Albümün zayıf yönlerine gelince, en zayıf halka Burak Kut'un kötü İngilizcesi. Şarkı güzel de olsa telaffuzu adamı kanser ediyor. Onun haricinde çok olumsuz eleştirilecek de bir şey yok. Merak edenler, ön yargılarını kırıp artık ne yaparsan yap kalite kat'a inananlar deneyimlemeli bence.

12 Mart 2012 Pazartesi

Ölmeden Bir Görsem


İzmir öyle bir şehir işte! Defalarca gidip görsen de hep aklında bir daha, bir daha görmek var. Bazen rüyalarımda görüyorum orada uyandığımı, sokaklarında yürüdüğümü. İşte o sabahlarda güneş bir başka doğuyor sanki daha sarı, daha sıcak. Yalan değil sevmiyorum İstanbul'u. İstanbul'u sevdiğim zamanlar hep İzmir'e gidişlerim. Trafiğine de kalabalığına da çirkin havasına da gün aşırı sövüyorum. İstanbul bana verdiklerinden daha çok şey alıyor çünkü. Genç görünüyorum ama yaşlı hissediyorum burada. Mesela boğazı geçiyorsun Anadolu'dan Avrupa'ya yada tam tersi, denizin ortasında bile hapis gibi hissediyorsun. O durmak bilmeyen seferler, defalarca gelişler gidişler, onlarca deniz taşıtı seni uçsuz bucaksız görmeye alıştığın o derin sularda boğuyor. Şehir hiç durmuyor. O görünen parlak gece ışıkları seni hiçbir zaman içine almıyor. Birileri eğleniyor, tadını çıkarıyor İstanbul'un o kesin ama sen sadece bu ilüzyonla oyalanıyorsun sıranın sana bir gün geleceği umuduyla. Senin günün gelecek diye bekliyorsun ama bazen hiç gelmiyor görüyorsun.
İzmir, nefes alıyor ama uyandığında dinç uyanıyorsun hiçbir şey için acele etmiyorsun. Neden acele edesin ki zaten hiçbir şey kaçıramazsın istesen de... Kordon da yürü yürüyebildğin kadar... Akşam eve dön, istersen dönme sabahla sokaklar da. Mevsim baharı gördü mü atla git Çeşme'ye, Mordoğan'a günü birlik. Ya çocukluğun, bildiğin tanıdığın yüzler ? Sokağın köşesindeki bakkal, yolun karşısındaki gevrekçi, komşuların çat kapı gelişleri. Onlar da orada. Dostların, akrabaların koş yetiş dediğinde canı pahasına gelecekler, herkes orada... İzmir'in kokusu bile bambaşka. Niye buradayım diye çok soruyorum kendime. Bir şansım daha olsaydı bırakır mıydım yine? Buraya geldikten bu iğrenç şehrin hızına alıştıktan sonra artık nereye gitsem birşey eksik gibi geliyor. Ne oralıyım ne buralı. İki şehrin meleziyim. Ama bir görebilsem İzmir'i bir kez daha görebilsem... Ölmeden bir kez, bir kez binlerce kez daha görebilsem...