8 Kasım 2012 Perşembe

İmza Toplayan Melekler Türk Sinemasına Yeni Bir Soluk Getirecek



Meleklerin imza topladığını düşünün. Taksim’in göbeğinde anketör gibi giyinmiş ve arkalarında kanatları uçuşan, ellerindeki sekreteryalarla insanların önünü kesip: “pardon, sevenleri kavuşturmak için imza topluyoruz. Katılmak ister misiniz?” diye insanları taciz eden melekler... İşte biz buna gerizekalılık diyoruz... Elbette hayır! Bunun adı hayal gücü! Bunu hayal edip söz yazan, üzerine beste yapıp albüme koyan zihniyetle aynı topraklar üzerinde yaşamaktan gurur duyuyorum! Şaka yapmıyorum ciddiyim... Elin Avrupalısı böyle çıkış noktalarından sanat filmleri çekiyor. Ama biz yok illa eleştireceğiz. Böyle zamanlarda insan “fazla eleştiri, gizli hayranlıktır” sözüne katılmadan edemiyor. Kendimizde eksik gördüğümüz her şeyi boklamaya pek müsaitiz! Sakın bu satırları okurken yahu bu maxindaclub da ne adam çıktı demeyin! Çünkü size bu satırları okuturken fark ettirmeye çalıştığım küçük detayları es geçmenin vehameti! Velhasıl kelam gelelim zurnanın zırt dediği yere... Ne demiştik? Hayal gücü... Hayal Gücü, fantazyalar dünyası, İnsan itkisi ve sinema...

Hayal gücü ve onunla yarattığımız fantazyalar dünyası sadece fantastik filmlerde işimize yaramıyor... Zira, çekilen en klişe filmin bile bir sahnesi bizim hayal gücümüzün ürünü... Ve o sahneyi oynayan oyuncunun da sahne üzerindeki yorumu oyuncunun hayal gücünün ürünü... Sinemanın her yeri hayal gücüyle donatılmışsa niçin filmlere “klişe” diyoruz? Çünkü toplumsal hafıza dediğimiz bir şey var. Biz yıllar yılı aynı temaları onlarca filmde tekrar tekrar izledik. Benzerlerine gerçek yaşamımızda tanık olduk, arkadaşlarımızın, akrabalarımızın hikayelerini dinledik. Dolayısıyla olayın artık bize ilginç gelen bir yönü yok. Hep bildiğimiz hikaye! Sonuç itibariyle Amerika’yı binlerce kez keşfedemezsin. İşte bu noktada devreye fantastik sinema giriyor. Fantastik sinema şahsi olarak merakla takip ettiğim bir tür. Çünkü bilinç dışının temel itkilerle bu denli ilginç harmanlanarak ortaya, var olmayan bir dünya koyması ve izlediğimiz şeye bizi inandırması korkunç derecede etkileyici bir olay. Bu yüzden kendimi bildim bileli sinemanın bu fantastik yönünü çok severim. Bazı sinemacıların gerçek hikayelere fantastik tatlar katmasıysa beni adeta baştan çıkarıyor. Bunların başında Emir Kusturica, Tim Burton,  Tarsem Singh ve Türkiye’den Ezel Akay’ı sayabiliriz...

Adamlar bu kadar ilginç işlere imza atarken biz meleklere imza toplatıyoruz. Yetmez ama “evet”! Böyle diyenler sonradan bin pişman olsa da sağ duyuyu elden bırakmamak lazım. Melekleri İstiklal Caddesi’nde imza toplarken hayal etmek bile bir gösterge sonuçta. Her ne kadar Türk Sineması ve Türk algısı bir türlü fantastik sinemayla örtüşmese de, verdiğimiz eserler Dünyayı Kurtaran Adam, Çakma Türk E.T. Badi ve türevleriyle sınırlı kalsa da bir gün gerçekleşmeyecek olduğu anlamına gelmez. Ha sorarsanız ki evet arkadaş neden bizim eli yüzü düzgün bir fantastik filmimiz yok? Bizim bu kadar köklü bir mitolojimiz, şaman kültürümüz, Orta Asya ve Güney Sibirya geçmişimiz varken niçin izlenir bir fantastik film çekemiyoruz? Bence biz kendi hikayelerimizi anlatmakta biraz özürlüyüz. Yapılmış güzel örnekleri olmakla birlikte biz aman Avrupalı bizi oryantalist görmesin diye göbeğimiz çatlıyor. Bu yüzden melez işler ortaya çıkarıyoruz. Aynı kendi toplumumuz gibi melez ne doğulu ne batılı... Bu durum sadece sinemaya da değil, müziğe, edebiyata, bilime ve siyasete de sirayet ediyor... Bitti!


Yoo dostum, akademik bir yazı yazmıyorum. Bölümün akademisini bitirmem beni bir akademisyen yapmıyor. Çok bilmiş bir taze mezunum sadece. Yalnızca bloggerım. Bu da bana istediğimi yazabilme hakkını veriyor ki bundan oldukça memnunum.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Dört Güneşli Gezegen



Bir gece lambasının ışığından sızıyordu düşler
Gecenin karasını yararken
Tutkulu...
Ben dört güneşli gezegen
Kendi çevremde dönerken
Dördü de etrafımda pervane...
En çok birini sevdim ama ışığını gözüme dökerken
Gizliydi bazen...
En sıcağın ensesine yapışmış dişlerimi geçirirken,
Göz ucuyla göğe baktım hep merhamet beklerken
Bir yağmur damlası düştüğünde toprağa
Kokusuna sevinirdim çocukken
Şimdi şemsiyeyi ters çeviren insanları izliyorum
Ne fırsat telaşı bu heyhat ne kolay yolun yolculuğu !
Azim varmış eskiden bir de erdem
Aşklar eskiz şimdi
Temize çekilmeyen müsveddeler gibi yatağın altında beklerken,
Bir kurtarıcının gelme umudu var herkesin içinde
Nerede kimbilir şimdi ?
Herkes sadece kendi arkasını toplarken
Ormanda ekmek kırıntılarıyla yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.
Dünya böyle balta girmemiş aslında!
Pamuk prensesi olmayan yedi cücelerin sıradanlığında akıp gidiyor hayat
Ben elimde bir masal kitabı tutarken
Çocuklar ağaçları köklüyor
Köküne dokunuyorum
Yanıyor!
Yataklar bozuluyor, sonra yine toplanıyor!
Kapat da gel artık tüm defterleri 
Serilelim hep birlikte ateşe!
Sen beni kendine çekerken ben diğerini kavrayayım saçından !
Dört güneşli gezegenim ben
Dördünün merkezinde dönerken
Gözüm hep diğer güneşlerde
Bir avuç yemiş var elimde
İsteyene ikram edecekken
Biri yürütmüş paylaşmayı düşünmeden
Bir tohum düşüyor toprağa 
Ben sana sen bir başkasına
Elden ele tohumlar
Yemiş ağaçlarıyla dolu bir dünyaya...
Kendine dokun şimdi!
Hah! Bunu diyorum işte!
O yüzden yalnız herkes
Kimse kimseye kendine dokunduğu gibi dokunmazken
Varsın sönsün güneşlerim
Ben o kadar sıcağı neyleyeyim
En nihayetinde hepsinin merkezindeyim!


8 Eylül 2012 Cumartesi

İzmir Güncesi



6 EYLÜL 2012 - PERŞEMBE

Manisa'dan çıkıp Sabuncubeli'ni geçtikten sonra arabanın camını sonuna kadar açtım. Artık İzmir kokusu iyiden iyiye hissediliyordu... Bornova'dan girip Pasaport'a kadar ilerledik. Arabayı park ettikten sonra Pasaport'taki deniz kenarı kafelerden birine oturduk. Bir sigara yakıp kafamı sola çevirdim. İzmir Körfezi tüm asaletiyle oradaydı... Suskun... Sakin....
Sonra gökyüzüne baktım.  Yıldızlar ne kadar da belirgindi. İstanbul'a gitmeden önce İzmir'in bana ne kadar büyük geldiğini anımsadım... Hep büyük şehirde olduğum yanılsaması içinde yıldızlar bana sönük görünürdü... İstanbul'a gidince fark ettim ışıksız geceleri... O lanetli şehir geceleri o kadar fazla aydınlatılıyordu ki karanlığın gizemini silip süpürüyordu, yıldızları söndürüyordu. Sonra mutlu insanlara baktım. İzmir yaşıyordu ya... Gerçekten! Arabaları izledim... Trafik yoktu, hız yoktu, korna sesi yoktu. Kimse acele etmiyordu. Hayat yağ gibi akıyordu hala... Hele o koku... O koku yok mu o koku... Ne kokusu olduğunu bilmiyorum... Biraz deniz biraz çiçek biraz rakı... Biraz mutluluk biraz rahatlık ve masumiyetin kokusu... Öyle güzel harmanlanmıştı ki çocukluğuma dair herşey defalarca kez canlandı zihnimde... Sonra içimi garip bir his sardı... Evimdeydim... Huzur desen değil mutluluk değil ama yoğun bir aidiyet duygusu... Çay söyledik. Tadı başkaydı. Saatlerce deniz kenarında oturduk... İçime sukunet çöktü.
.....
Sonra babaanneme geldim. Ailem buradaydı. Annem, babam, dedem, halam babaanem... Hepsini uykularında öptüm. Uyandılar. Salona geçtik. Yıllar sonra ilk defa bir aradaydık... Mutluydum... Ben bu kadar değişirken onlar hala beni sevmeye devam ediyorlardı... Herkes yaşlanmıştı muhakkak... Ama biliyordum gözümün içine bakan bu güzel insanların o koca yürekleriyle bana her daim siper olacaklarını... Burası benim evim, limanımdı... Her kafam attığında burada beni bekleyen, seven insanlar olacaktı... Şükrettim böyle bir ailem olduğu için. Sonra gözlerimi kapadım... Son zamanların en güzel uykusunu uyudum.

7 EYLÜL 2012 - CUMA

Sabah kalabalık sesiyle uyandım. Annem yanımdaydı. Herkes güne uyanmıştı. Yattığım yerden gördüm torbanın içinde bana göz kırpan boyozları. Bir gözüm kapalı hemen bir boyoz yuvarladım. Balkona çıktım. Bu balkonda çocukluğum geçmişti. Babaannem önce bir güzel balkonu yıkar, kuruduktan sonra yerlere minderleri atardı. Tüm günü burada geçirirdim. Burada yemek yerdim, burada uyurdum, burada oyun oynardım. Tüm İzmir böyle yapardı. Havalar ısındı mı balkonlar yıkanır sadece uyumak için eve girilirdi. Hoş, hala da öyle... Ardından birlikte kahvaltı ettik.
....
Sokağa çıktığımda tanıdık yüzleri fark etmek ne güzeldi... Kaç kişiden selam aldım., Kaç kişiyle konuştum bilmiyorum... Sonra Tay-Tay Büfe'nin önünden geçtim, rahmetli Reyhan Teyze'nin evinden de ama kafamı kaldırıp yukarı bakmaya cesaret edemedim... Birinin artık orada olmadığını hyatta artık var olmadığını bilmek yüzleşmesi çok zor bir şey... Başa çıkmak kolay değil. Hızlı hızlı evimize doğru yürüdüm. Bizim apartmanı boyamışlardı... Köy apartmanı gibi sarı yeşil renkleri manasız seramikleri vardı... Bir de kel başa şimşir tarak görüntülü diafon koymuşlardı... Apartmandavazoların içinde çirkin yapma çiçekler vardı, duvarlarda da uyduruk "1 milyoncu" tabloları... 4. kata çıktım. Kapı açıktı. Annem içeride ustaların başındaydı. Evde tadilat sürüyordu. Güzel de oluyordu. Yuvamız yenileniyordu... Yıllar önce çıkıp gittiğim bu evin yeni hali bana çok bir şey ifade etmedi açıkçası... Sanki anılar yıkanmış gibiydi... tertemiz yeni bir sayfa benim gibi eskiciler için fazla temizdi... Sonra geri döndüm babaanneme...
....
Yolda fark ettim ki binalar eski yollar eski otobüsler eskiydi... Bu şehir kasabadan halliceydi... Küçüktü... Bunu düşünmek beni utandırsa da bunun doğru olduğunu biliyordum... Kabuğumu beğenememiştim. Bu garip hissin bir yazgıya dönüşüp beni gittiğim her yerde takip etmesinden korkuyorum şimdi...  İstanbul'da İzmirli, İzmir'de İstanbullu olmuştum ne yazık ki...

1 Eylül 2012 Cumartesi

Mevsim Yüzünü Kışa Döndü Ben Kıçımı



Yaz bitti... Mevsim yüzünü kışa dönerken ben sırtımı yaza dönüyorum... Derin bir uçurumun dibinde, dizlerimi karnıma kadar çekmiş soğuktan donmayı bekliyorum... Sağım solum yok! Önüm arkam yok! Yıkımlardan yıkım beğenemiyorum bir türlü!

Yeniden başlamaya gücüm yok... Bitik bir haldeyim! İçimden bazen "yeni şarkıyla inerim şehrin üzerine" diye mırıldanırken aslında şehre hep yukarıdan baktığımı ve insan içine karışacak gücüm olmadığını farkındayım. Bazen lanet ediyorum ama sonra hemen geçiyor! Çünkü kime yada neye niçin lanet ettiğimi bilmiyorum. Beni yeniden dirilt diye yakaracak bir umudum yok... Bu kez çok derindeyim... Silkinemiyorum!

Kendimle yüzleşemiyorum! Şeffaf bir balonun içinde boşlukta yuvarlanıyor gibiyim... Canım yanmıyor, bütünüyle hissizim... Nasıl bu kadar düştüm? Ne ara anlayamıyorum... Bir gün benim de günüm gelecek mi????
Ne zaman lanetlendim, ne zamandan beri bu kadar uğursuzum ? Nasıl bu kadar kötüyü çekmeyi başarıyorum ?

İstediğim fazla bir şey yok aslında sadece omurgam olduğunu hissetmek ve ayakta durmak istiyorum... Eğer beni omuzlarımdan tutup kaldıracak bir şey varsa yakınlarda gelsin çünkü ben bu aralar uyanıkken bile uyuyorum.... Gözlerimi açıyorum ama aslında içeri dönük gözlerim sürekli içimde olup biteni izliyorum... Ama hala nefes alıyorum...

Yıllar sonra ilk defa gözlerim şiş uyandım... Hayat dürüst insanlar için bu kadar acımasız olmak zorunda mı? Saçmalama diyorum kendi kendime ama mantığım firar etmiş... Kaçarken gördüm...  Saçmalayarak kaçıyordu...

Hayat mehter takımı gibi iki ileri bir geri ilerliyor benim için... Önce bir kaşık bal çalınıyor ağzıma sonra gırtlağıma kadar bibere boğuluyorum... Kimseye kızmıyorum kaderim haricinde.... Eğer sınanıyorsam ne olur artık beni sınama! Bana ihtiyacım olan şeyi bahşet! Lütfen!




20 Ağustos 2012 Pazartesi

Kısacık Sözler Ömürlük Şarkılar




"Sen kimseyi sevemezsin, sevmeyeceksin
Rüzgarların önünde kuru bir yaprak gibi
Sürükleneceksin "

"Rüzgar söylüyor şimdi o yerlerde 
Bizim eski şarkımızı
Vazgeç, söyleme artık.
Hatırlatma mazideki aşkımızı"

"Dertliyim ruhuma hicranımı sardım da
Yine inlerim.
Şimdi uzaklarda solan
Gün gibiyim.
Gecenin rengini kattım 
İçimin matemine
Sönen ümid ile günden güne
Ölgün gibiyim"

"Kimseye etmem şikayet 
Ağlarım ben halime
Titrerim mücrim (suçlu) gibi
Baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet (karanlık perdesi) çekilmiş
korkarım ikbalime"

"Bırakma ellerimi
Bırakma yalnız beni 
Son defa seyredeyim
o yaşlı gözlerini"

"Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz böyle bir teselli ile
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan o büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sukûnlu (dingin) gece"

"İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar?
Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar
Sarsın bizi akşamda şarap rengi dumanlar"

"Vücud iklimimin sultanısın sen"

"Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler
Olsun bana seninle geçen yıllarım yeter
Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu?
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu ?"









19 Ağustos 2012 Pazar

Bir Bayram Şekeri, Uzun Bir Yol ve Çöpteki Anılar



"Artık bayramlar o kadar tatsız ki baklavaya abanırsak tadı gelir sanıyoruz. Oysa ki geçen zaman bir daha geri gelmeyecek!"



Biz geleneklerin işler olduğu son dönemin çocuklarıyız aslında... Çünkü ben bayram sabahı açılan TRT radyosunu duydum... Babamla birlikte bayram namazına gittim. Bayram harçlığı aldım. Bayramlıklarımı başucuma koydum. El öptüm. Oruç tuttum. Tüm ailenin bayramda bir araya gelmesinin ne demek olduğunu biliyorum. Bayramlarda büyük şehirler boşalmazdı eskiden. Tatlı yenirdi bol bol... Hala yeniyor tatlılar ama ağzımızın tadı yerine gelmiyor bir türlü...

Gelenekselci bir yapım yok aslında... Ama bayramların evrensel bir ruhu var/dı. Buna yürekten inanıyorum.

Ancak bu bayram bugüne dek geçirdiğim bayramların en buruğu... Yalnız olduğumdan değil sadece.... Büyümenin ne kadar leş, zamana tanıklık etmenin ne kadar acı olduğunu fark ettiğimden... Çok özlüyorum geçen zamanı. Buna bu kadar kafa yormak delilik çünkü çözümü yok... Şu satırları buraya yazarken bile kaç satır geri dönersem döneyim zaman hep bir adım önümde olacak. Ama özlüyorum işte ...

Çok kişi göçtü bu yıl! Eskiden bayramını kutladığımız, şekerini yiyip elini öptüğümüz çok kişiyi kaybettik... Onların yaşlı kokuları, buruşuk elleri hep aklımda! Koca evlerde bir başına yaşadıkları hayatları ve sadece bayramları açtıkları havasız salonlarının kokusu... Çizgili yüzlerinde kalabalık olmanın getirdiği çocuk mutluluğu... Gözlerinde çocukluğumu görebildiğim herkes gidiyor birer birer. Birlikte çocuk olduklarım ise dört bir yanda. Kimi tatilde, kimi çalışıyor, kimiyle aramızda kilometreler var. 

"Babaannemin telefonunu silmemişim.. Neredeyse arıyordum  "şekerim iyi bayramlar" diye.. . Ölüm, ne fenasın... "

Yazmış Buket Güler. Ne kadar canım yandı bilemezsiniz. Zaman her birimizi bölüyor binbir parçaya. Ve birbirimizde kayıp parçalarımızı aramak zorunda kalıyoruz böylece...

Ben ise şimdi anlıyorum bayramların aslında ne ifade ettiğini... Birlikte olmak demekmiş bayram. Tüm sevdiklerinle birlikte olmak... Bayramların tatil olarak görülmediği zamanları çok geride bıraktık ne yazık ki... Ama anılar ölmüyor allahtan! Biraz eskiyor sadece... Yaş büyüdükçe sarılıyormuş insan geçmişine. 

Gözünün kenarından yuvarlanmak üzere olan tek bir damlayı pembeye boyamaya çalışıyorum şimdi. Göz bebeklerimin titremesine engel olmaya çalışıyorum. Komaya girene kadar yediğimiz şekerlerin paket hışırtısı hiç gitmiyor kulağımdan... Sarının ortasına çökmüş geniş bir boşluğa bakıyorum şimdi... Evim orada! Uzansam açarım belki kapıyı ama mesafe çok uzun... 

Şimdi sağda solda koli kutuları var... İçinde yaşanmışlıklar... Doğduğum yere gidiyorlar. Yeni bayramlar görecekler ben olmadan. Şekerlerin tadı bozuk artık zaten... Çünkü biliyorum ağzımın tadını yerine getiremeyecekler... Bir bayram şekeri için neler verilmez şimdi? Aynı eskisi gibi...  




4 Ağustos 2012 Cumartesi

Küçük Bir Öykü Bu - 4


"Senin olmamı istedin ama belki de
Bir aşık gibi
İnatla bunca zaman kendine sakladın
Belki de bir tohum gibi serpildin ben oldun
Belki de yatağımı bile paylaşabilmek için
Benimle"


Hikayedeki her son yeni bir başlangıca delalettir. Bu bilinen bir klişe... Ama yazar bu öyküyü nasıl bitirecek bilmiyor. Çünkü bu öykünün sonundaki başlangıç dünyadaki en kirli başlangıç. İnsanlar doğar, büyür ve ölürler. Bebekken süt kokar insanoğlu, sonra ter kokar. Bu kadar basittir büyümek.   

2005 

Yazarın B. ile geçirdiği son yazdı, 2005 yazı. B. yazarı iskelede karşıladı. Onu görür görmez söylediği ilk şey "ne kadar yakışıklı olmuşsun" oldu.  Yazar teşekkür ettikten sonra yavaş yavaş eve yürümeye başladılar sahilden. B. uzatmalı ilişkisini bitirmişti. Üniversite 2. sınıftaydı. Yeni yeni görüşmeye başladığı bir adam olduğundan bahsetti ama anlattığına göre ciddi bir şey yoktu. Bu adamın da burada açıklayamayacağım küçük bir sırrı vardı. Bu sır B.'nin içini yakıp kavuruyordu. 
Yazar eve çıkıp bavulunu bıraktı. Hava kararınca buluştular. B. bu sefer mahallenin dışına yürümek istemişti. İyice uzaklaştıklarına emin olduktan sonra sahile inen merdivenlerin dibine oturdular. B. başını yazarın omzuna koydu. İlişkisinin neden bittiğinden bahsetti. Çocuk ilişkileri süresince B.'yi defalarca kez aldatmıştı ve bunu ayrıldıkları gün ballandıra ballandıra anlatmıştı. B.'nin kalbi kırıktı ve kadınlara özgü intikam ateşiyle yanıp tutuşuyordu. Artık herşeyi yapabilirdi o kadar gözü kararmıştı. B. başını yazarın omzundan hiç kaldırmadı, öyle saatlerce konuştular. Sonra yazar B.'yi evine bıraktı. Günler birbirini her yaz olduğu gibi takip etti. İlişkileri garip bir hal almaya başlamıştı. Artık sizin aranızda ne var diye soranlara verecek bir cevabı yoktu. Çünkü yaşanan ilişki dostane bir ilişki değildi. Ama sevgili olmadıkları da ortadaydı! Yazar ile B. arasındaki ilişki nasıl bir ilişkiydi bence ikisi de çözemiyordu. Yazar büyümüştü ama B. çok daha fazla büyümüştü. B. yazarın gözünde bir abla değildi artık. Çünkü B. yazarın tavsiyelerine uyuyor sürekli ona danışıyordu. Her fırsatta tanıştıklarından beri yazarın ne kadar değiştiğinden, ne denli olgunlaştığından bahsediyordu. B.'nin yazara karşı bir ilgisi olduğu ortadaydı artık. Onu bir erkek gibi görüyordu.
B. birgün anne-babasının İstanbul'a gideceğinden ve evde bir hafta yalnız kalacağından bahsetti ve takiben ailesinin gittiği gün yazarı eve davet etti. Yazar gitti. B. ona evi gezdirdi. Sıra onun odasına geldiğinde B. yatağa boylu boyunca uzandı. Yazar kapıda ne yapacağını bilemez haldeydi. Bir adım atmakla atmamak arasındaydı. Çünkü atacağı bu adım geri dönüşü olmayan  şeylere sebebiyet verirdi. B.'yi dünyanın en şahane kızı zanneden yazar B.'nin yanına yaklaşmadı bile. Çünkü aralarındaki dostluk kirletilmeyecek kadar değerliydi. Ama B.'deki çirkin değişimi farkındaydı. Onun derdi artık dost kalmak değildi. Başka şeyler istiyordu. B. herhangi bir hareket görmeyince hemen toparlandı. Balkona geçip eski uzun sohbetlerinden yaptılar. Sonra eve B.'nin üç yıldır bahsettiği fakat yazarın bir türlü tanışamadığı ilçeden bir arkadaşı geldi. Hep birlikte oturmaya devam ettiler. Sonra kız kalktı. Ardından yazar ve B.'de dışarı çıkmaya karar verdiler. Apartmanın kapısına geldiklerinde içeri bir çocuk girdi. Çirkince bir çocuktu. B. çocuğu geçiştirir gibi konuştu. Sanki bir şeyler saklıyordu. Yazar ona "Bu çocuk kim? Üç yıldır hiç görmedim." deyince, B. ona "aman iyi çocuk aslında da çok konuşuyor ben pek çekemiyorum boşver önemli değil" dedi. Yazar işkillense de üstünde durmadı. 
Birkaç gün sonra B. yazarın evine sabahın köründe çat kapı geldi. Yazarın kuzeni arka odada henüz uyuyordu. Salona geçtiler ve ses yapmasınlar diye kapıyı kapattılar. Biraz balkonda oturdular. Sonra B. içeri geçip üçlü koltuğa uzandı. Yazarı da yanına çağırdı. Yazar bu sefer karşı koyamadı ve B.'nin yanına yattı. Yüzleri birbirlerine dönük, bedenleri birbirlerine değerken sohbet etmeye başladılar. Aralarında karşı konulmaz bir çekim vardı. Tam bu esnada salon kapısı çat diye ardına kadar açıldı. İkisi de toplandılar. B. yazarın kuzenine özür mahiyetinde bir şeyler geveleyip kaçarcasına evden çıktı. Kuzeni yaşananlara çok sinirlenmişti ve yazarla konuşmuyordu. O gece B. yazarı tekrar evine davet etti. Evde arkadaşı da vardı. Sohbetin ardından yazar gidip koltuğa uzandı. Sanadalyede oturmaktan kıçı çürümüştü. B. fırsattan istifade hemen gelip yanına uzandı. B.'nin arkadaşı ise panik halinde içeri girip şunları söyledi. " Sen laf anlamaz mısın B.? Biz ne konuştuk seninle saçmalıyorsun. Nasıl böyle birşey yaparsın ya? Haline bir çeki düzen ver yoksa giderim." dedi. Bunun üzerine yazar olup bitene anlam veremeden evden çıktı. Neler oluyordu gerçekten anlamıyordu. Yazar da B.'yi istiyordu artık ama bir şeyler yaşanacaksa geçen bunca yılın hatrına en azından kelimelere dökülmeliydi. B.'nin arkadaşı B. ile ne konuşmuştu ki bu kadar tepki gösterdi? Bunların hepsi hikayede hala muammadır.
Sular durulunca bir gece kalabalık bir ekip olarak dışarı çıktılar. 3 yıl önce herşeyin başladığı noktada yine yan yana yürüyorlardı. Fakat B. o gece öyle bir şey yaptı ki kimse gördüklerine inanamadı. Yoldan kaldırıma çıktığı anda yazarın eline sarılıverdi. Herkesin gözleri faltaşı gibi açılmıştı. 3 saniye kadar el ele yürüdükten sonra yazar sadece "Ne yapıyorsun B.?" diyebildi. Biliyorum, bu yazıyı okuyan herkes bu yazar da ne salak adammış diyordur. Ama inanın yazarın tüm tepkisi yaşananaları anlamlandıramamasından dolayıydı. Kafası karışmıştı. Bunca yıl aralarında bir şey olmadığını ikna etmeye çalıştığı ekibin gözünde öyle bir konuma düşmüştü ki, tam bir yalancı çobandı artık. İçten içe hoşuna gitmişti gerçi yaşananlar. B. silkinip "öff tamam be" deyip önden önden yürüdü ve o gece hiç konuşmadılar. Ertesi gün buluştuklarında bir önceki gecenin konusu hiç açılmadı, ama artık konuşamıyorlardı havadan sudan. İlk defa bir buluşmaları bayat ve tatsız geçmişti. Bir kaç gün sonra kızın doğum günüydü. Zaten hikayenin devamı önceki yazılarda kaleme alındı. O gece B.'yi ele ele gördüğü çocuk apartmandan çıkarken gördüğü çocuktu. Hani şu B.'nin hiç hoşlanmadığı çok konuşan çocuk. Oysa yazar B'yi karşısına alıp konuşmaya karar vermişti. Ama B. ona bu fırsatı tanımadı bile. Öylece yanından yürüdü geçti yazarın. Yazar yıllar öncesinde olduğu gibi görünmez olmuştu yeniden. Yazar şok oldu. Saatlerce kendine gelemedi. O gece B.'yi gören herkes yazarın yanına gerlip canını sıkmamasını söyledi ama nafile... Yazar genç yaşında ilk defa bir kadının ihtirasına kurban gitmişti. Bir kadının ne kadar tehlikeli ve acımasız olabileceğini görmüştü. Ve o gece sabahladı. Bir kaç saat uyudu. Uyandığında bambaşka bir adam olarak uyanmıştı. Bir gecede büyüdü. Masumiyeti silindi. Ter kokmaya başladı. B. defalarca kez onu telefonda aradı. En sonunda yazar telefonunu açtı. Apartmanın kapısında buluştular. B. hiçbirşey olmamışçasına ona sarılmaya çalıştı. Yazar kendini çekti, kalbi paramparçaydı. B. dün gece çocukla el ele görüldüğünden habersizdi. Hala hiçbirşey olmamış gibi davranıyordu. Yazar hayatının en kısa, en net ve en vurucu konuşmasını yaptı. Son sözleri "sakın beni bir daha arama... sakın!" oldu.  Ve B. onu bir daha hiç aramadı...

Yıllar Sonra

Bu bir aşk hikayesi değildi. Aralarında aşk hiç bir zaman olmadı. Hormonal bir çekim vardı sadece... B.'nin derdi neydi hala bilinmiyor. Ama B. yazara dünyanın en kötü hediyesini verdi... Büyümek... Yazar önce üzüldü, sonra kızdı, küplere bindi, defalarca aklından onu kenara sıkıştırıp öldürene kadar sevişmek geldi, ağlatana kadar, artık yeter diyene kadar, onun canını yakmak istedi, yazarın toyluğundan umarsızca faydalanan, kendi bencilliği için insanların duygularıyla oynayan bu kız cezaların en ağırını hak ediyordu. Sonra vaz geçti! Sakinledi! Yıllar geçtikçe olayları anladı, büyük resmi gördü. Üzerinden bir yıl geçtikten sonra B.'yi tekrar gördüğünde sanki geçen bunca yıl bir hiçti. Dudakları birbirine hiç değmeyen çamurlu bir hatıranın başı ve sonuydu. 

Yazarın Notu:

B. şimdi o çocukla nişanlanmış. Mutluymuş. Sağda solda o çirkin çocuğu sıkıştırıp sıkıştırıp öpüyormuş:) Ama şimdi yüzleşme vakti. Evet... Tüm beddualarımı geri alıyorum. B.'yi affediyorum. Bağışlamanın pamuk kanatlarına kendimi bırakıyorum. Çünkü gün gelip devran döndüğünde bana yaşattıklarının neler hissettirdiğini anlayacaktır. Seni azad ediyorum B. ! Umarım acı çektirdiğin herkes de seni affeder. Çünkü bunların acısı misli misli çıkacakatır senden. Bana dünyanın en acı deneyimini yaşattın ama sayende büyüdüm. Bana ablalık yaptın ama sen ablalığı götünden anladın! OHHH BEEEE!!

Küçük Bir Öykü Bu - 3

"Ben ilk defa gökyüzünü gördüm
Sel gibi yağan yağmur altında
Ve aydınlıkların hiç bitmediğini
Bütün bir gece senin yanında"

2006
Yazar, tüm bu olaylar olup bittikten tam bir yıl sonra son kez bu ilçeye geri döndü. İskeleden eve yürürken artık bambaşka bir genç adam adımlıyordu kaldırımları. Büyümüştü, aydınlanmıştı ve bir o kadar da kirlenmişti. Metrelerce öteden B.'nin yürüdüğünü gördü. Onun her adımını bilirdi çünkü. Aynı kaldırımda yürüyorlardı, birbirlerine yaklaşıyorlardı. Birbirlerine selam vermeden geçip gittiler iki yabancı gibi... Yazar hala onun rüzgarını duyuyordu sağ kulağında. Kendi kendine yandan çarklı bir acı gülümseyiş belirdi yüzünde, sonra taş kesildi, hızlı ve dik adımlarla yürümeye devam etti...


2004
Yaz gelmişti. İlçeye ve B.'ye dönme vaktiydi artık. O geldiğinde B. henüz ilçeye gelmemişti. Yazar bu süreci B.'nin yolunu gözleyerek geçirdi. Aralarındaki dostluktan kuzeni ve tüm ekibin haberi vardı. Fakat bu samimiyet o yaşın kafasına göre dalga geçilmeye müsaitti. Herkes yazar ve B.'nin arasında neler olduğunu merak ediyor. Yazarı şakayla karışık sıkıştırıyorlardı. Yazar da çok yakın arkadaş olduklarını, sohbet etmekten çok zevk aldıklarını bunun haricinde aralarında başka birşeyin mümkün olmadığını anlatıp duruyordu safça.
Sonra B. geldi. Geçen yaz kaldıkları yerden devam ettiler. Konuşulacak öyle çok şey vardı ki. Birbirlerinin hayatlarında ıskaladıkları... B. ona "bir yılda ne kadar çok değişmişsin" dedi. Yazar bunun iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyordu. Ama B. ile konuşulan konular gittikçe derinleşiyordu. B. özel hayatını anlatmaya başladı, ilçede kimsenin bilmemesi gereken şeyler anlatıyordu. B.'nin mahremiyetini deşifre etmemek için elbette bunları açıklamayacağım. Ama oldukça özel ayrıntılardı. Yazar da anlatmaya başladı kızlarla olan ilişkilerinden bahsetti. B.'nin yazara olan bakışları değişmeye başlamıştı. Yazar ilk kez o zaman kendine "acaba mı ?" diye sordu. Fakat ilerleyen günler bu şüpheleri silip süpürdü. Çünkü herşeyden önce dosttular, bu iş mümkünsüzdü, aralarında yaş farkı vardı. ayrı yerlerde yaşamıyorlardı, kızın uzun bir ilişkisi vardı, yazar çok toydu yani mümkünsüz allah mümkünsüzdü. Olmayacak duaya amin demenin anlamı yoktu. Günler ilerledi yazın sonuna geldiklerinde B. nin üniversiteden bir arkadaşı onlara kalmaya geldi. Gelen kız çok garip bir kızdı. Sürekli sigara içiyordu, durmadan cinsellikten bahsediyordu, yazarın tabularını balyozla kırıyordu. Kızın şu lafını hiç unutamıyor yazar "sizin aranızda gizli bir çekim var, dikkat edin de bu dostluk ileride b*ka sarmasın." Yazar bu sözleri B. aracılığıyla duymuştu. Ve B. bunları söyledikten sonra bu konuda ne düşündüğünü sordu ve kendi  kafasının biraz karıştığını söyledi. Yazar, içi gitmiş olsa da gayet erdemli bir şekilde böyle bir şeyin mümkün olmadığını, sadece çok yakın dost kalacaklarını içini ferah tutmasını söyledi B.'ye... Şimdi geriye dönüp baktığında bunların hepsinin küçük zarflar olduğunu fark ediyor yazar. B.'nin yazarla ilgili bir niyeti veya bir planı olduğu açıktı. Peki bu plan neydi? B. kendi hormonlarına mı kurban gidiyordu? B. pedofili miydi? Neydi B.'nin derdi? Yazarın kendinden büyük, ona ilgi gösteren ve bu kadar güzel bir kızdan etkilenmemesi imkansızdı o yaşta. Ama B. için bunlar tam tersi konumdaydı.
Yaz bitti. Son gecelerini sabahlayarak geçirdiler. Sonra yazar İstanbul'a giden ilk vapura -6 vapuru olması lazım- B.'yi bıraktı. O vapura bindikten sonra ardından uzun uzun el salladı. Gözleri nemlenmişti. Kafası hepten karışmıştı. Şafak sökerken ilçenin sessiz sokaklarında, sabah serinliğinde evinin yolunu tuttu. Peki önümüzdeki yaz nelere gebeydi?

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Küçük Bir Öykü Bu - 2


"İşte öyle bir kesit
Minik bir parantez
Tırnak içinde hepimizin başından geçen
Bildik o küçük, küçücük öykülerden"

"Bu bir aşk hikayesi değil" der yazar hep. "Bu masumiyetimizin yitişinin, kirlenişimizin öyküsü"

2005

Yazar, sahil kenarında oturmuş kokoreç yiyordu. Kuzeni "Aaa bu B. değil mi? Peki yanındaki kim?" dedi.  Kimdi hakikaten yanındaki ? El ele yürüyorlardı ve o kimse yazar onu bu kadar zaman hiç görmemişti. Bunca yıldan, bunca yaşanmışlıktan sonra hala görünmez olmayı nasıl başarıyordu bilmiyorum ama yine B., onu görmemişti. O gece doğum günüydü kızın. Olay bir şekilde karambole getirilmiş ve yazar partiye davet edilmemişti. Sebebi de açıkça ortadaydı. Kız ufalana kadar yazar ardından baktı. Kız gerçekten ufalmış, küçücük, minnacık, mikrop kadar olmuştu artık gözünde. Ve mektuplar olmasa, yaşananların tanığı kimse olmasa yazar ve kız arasındaki garip ikişkiye ve derin bağa kimse inanmazdı. Yazar uyandı, o an uyandı. Çünkü o an büyümüştü, kirlenmişti tüm masumiyetler. Peki olaylar bu hale nasıl gelmişti? İçeriği küçük, açık ve net bu öykü, anlatması uzun, hatırlaması ise meşakkatli bir kalp kırıklığı öyküsüydü. Dünyadaki tüm gerçeklerle burun buruna gelmekti. Dostlar üç-beş tane o da kalırsa, aşklar tek kullanımlık, hayat ucuz, satılık, kader vahşi ve kana susamıştı...

2002  

Yazar anahtarla kapıyı açar açmaz balkona koştu. Yarı beline kadar sarkılıp aşağıda hala tavla oynayan kızı ve kuzenini dikkatle izliyordu. 10 dakika sonra kız kalktı. 1 saat sonra da kuzeni eve çıktı. Yazar hemen kapıya koşup o kızın Asya olup olmadığını sordu. "Asya kim ya? O kızın adı "B." dedi. Yazar, çocuk aklıyla kızın adını Asya koymuştu. Halbuki kızın adı "B" idi. Şaşırtıcı! İnsan aklı ne garipti!

Hava düştükten sonra sırayla duş alıp hazırlandılar. Burada garip bir ritüel vardı. Gençler istisnasız her gece hazırlanıp amaçsızca, sahil boyunca bir aşağı bir yukarı yürüyorlardı. Yazara şimdi çok mantıksız gelse de o zamanlar en büyük eğlencesi buydu gençliğin. Diskoya çıkmak için çok küçük, mahallede oturmak için çok büyüktüler. Onlar da eğlenmek için böyle bir yol buldular. Önce çekirdekleri biraları alıp taş limanda bir güzel içiyorlar sonra da dönerken sırasıyla dondurma, kokoreç ve midye yiyip banklarda oturuyorlar, sonra tekrar ve tekrar aynısını yapıyorlardı, tüm gece yorgunluktan ölene kadar. Enerjileri boldu, ergendiler ve düzenli olarak sevişemiyorlardı. Bu yüzden sürekli yürüyorlardı. Velhasıl kelam o gece ekipten olmamasına rağmen B.'de onlara katıldı. Yazar buraları pek net hatırlamıyor ama nasıl olduysa oldu, bu koca güruhta taş liman yolunda yan yana düştüler ve sohbet etmeye başladılar. Laf lafı açtı. Etrafta kimse yokmuşçasına sabahın ilk ışıklarına kadar sohbet ettiler. B. eve gittiğinde  yazar ilk defa biriyle doyurucu sohbet etmenin ne kadar tatmin edici ve eğlenceli olduğunu fark etti. Günler birbirini takip etti. Yazar ve B. gün sektirmeden sabah, öğle, akşam tüm günü birlikte geçirir oldular. Konuşulacak konular hiç tükenmiyordu. B. ayaklı kütüphane gibiydi ve yazarın ufkunu sürekli genişletiyordu. B.'nin üç yıldır birlikte olduğu bir çocuk vardı. Garip bir ilişkileri vardı. Günde bir kere konuşuyorlar bazen de hiç konuşmuyorlardı. B. bu konudan pek rahatsız görünmüyordu. Yazar, B.'yi dinlemekten hiç usanmıyordu onun yanında zaman nasıl geçiyor farkında değildi. Bu küçük ilçe sadece B.'den ibaret olmuştu artık. Aralarında 3 yaş fark vardı. O yaşın kafasıyla yazar B.'yi bir abla gibi seviyordu. Zaten başka türlüsü o yaşın bakış açısına göre mümkünsüzdü. Aralarında dostluk bağları her gün daha da pekişiyordu. Yazın sonlarına yaklaştıklarında ikisi de birbirlerinden ayrılacakları için çok üzgündüler. Ya da sadece yazar üzgündü, bilmiyorum. O zaman ilişkileri denk, karşılıksız ve çıkarsız gibi geliyordu çünkü. Ama zaman insanları değiştiriyordu, yazar da bundan nasibini alacaktı. Yaz bitti. Yazar bavulunu topladı. İskelede ayrılırken birbirlerine uzun uzun sarıldılar. Birbirlerine mektup yazacaklarına söz verdiler. Ve yazdılar da... Herkes deli gibi mesajlaşırken onlar hiç mesajlaşmadılar. Kış boyunca bazen (üç ayda bir) telefonla konuştular. Yazarın hayatına yeni kızlar giriyordu. Hepsini B.'ye anlatıyordu. B.'de ona tavsiyelerde bulunuyordu. B. hala aynı çocukla birlikteydi. İkiside birbirlerine yazı iple çektiklerini söyleyip duruyorlardı. Yazar için bu dostluk ilişkisinde herşey şahaneydi. Ondan çok şey öğreniyordu, ona çok şey anlatabiliyordu. Peki B. yazarda ne buluyordu? O da onunla konuşmaktan bu kadar zevk alıyor muydu? Yoksa yazlarını mı garanti altına alıyordu? Belki de yazarın hala çocukça olan saflığı ilgisini çekiyordu. B. yazardan ne istiyordu ? 18 yaşında bir kız 14 yaşındaki çocuk-gençten ne isterdi ki? 

27 Temmuz 2012 Cuma

Küçük Bir Öykü Bu - 1

"Küçük bir öykü bu
Herkesin başından geçen
Hay allah ne oldu dedirten
Gül gibi geçinip giderken"


Yazar onu ilk gördüğünde 10 yaşındaydı. 1998 yılıydı. Henüz deprem nedir bilmiyordu İstanbul sakinleri. Kıvır kıvır siyah saçları vardı kızın beline kadar uzanıyordu. Kız 13 yaşındaydı. Belli belirsiz şekillenmeye başlayan bedeninde, üstüne henüz tam oturmayan sarı bikinisiyle sahilde saçlarını savurarak geziyordu. Yazarın 10 yaşındayken ona dair hatırlayabildiği tek görüntü buydu. Siz de bilirsiniz o yaşlar anıları bölük pörçük hatırladığımız ve şimdi hatırlayan biri anlattığında tekli görüntüleri birleştirip anı haline getirip, saklayabildiğimiz yıllardı. Kızın adını kuzeninden öğrenmişti. Kızın adı Asya'ydı. Ertesi yıl deprem oldu. Her yaz gidilen bu sahil ilçesinin kapısına onlarca sakini kilit vurdu. Burayı yıllarca ıssız bıraktılar. Kimileri evlerini sattı hatta.  Yazar kendi şehrinde büyüdü, büyüdü ve ergen oldu. Hormonları harekete geçmiş ve kendini keşfetmeye başlamıştı. Kafası da oldukça karışıktı. Zaman su gibi akıp geçti. Herkes büyüdü, herkes yaşlandı kimileri öldü. Hafıza denizi dalgalanmaya başladı ve bu dalgalar dimağlardan depreme dair hezeyanları hafifletti. Kilitler açıldı, balkonlar yıkandı, sabahları taze yoğurt kurabiyelerinin kokusu ilçeyi yeniden sarmaya başladı. Çocuklar, genç kız ve delikanlı olarak döndüler. Mahalle aralarında oyun oynayanlar, kuma en derin çukuru açmaya çalışanlar içlerindeki uçsuz bucaksız merakla birbirlerini yakın markaja alıp geçen yılların birbirlerinde yarattığı değişikliği gözlemlediler. Kimileri aradaki boşluğu hemen kapadı, helvalar yerini ilk biralara, didişmeler ise ilk öpücüklere bıraktı. Yıllar önce birbirlerinin en yakını olan kızlar ve oğlanlar artık birbirleri için hiçbir şey ifade etmediklerini fark ettiler. Şüphesiz ki zaman herkesi değiştiriyordu...

2002

Yazar, 14 yaşına gelmişti. İlk kez yanında ailesi olmadan tatile çıkıyordu. İçinde bilinmeyene karşı aynı anda duyulan merak ve tedirginlik vardı. Ama bunu istiyordu. Oraya gidecek ve gençler ne yapıyorsa aynısından yapacaktı. Hem burada herkes çok eğleniyordu duyduğuna göre. Kuzeni ve arkadaşları yazarı iskeleden karşıladılar. Yazar yarım saate ortama ısındı. Tatil güzel geçecek gibi görünüyordu. Bir kaç gün içinde yazar buranın ritmine ayak uydurdu. Bir gün bakkalden eve dönerken apartmanın altındaki kafede kuzeni bir kızla tavla oynuyordu. Kızın kavruk teni, biçimli dudaklı, uzun simsiyah kirpikleri ve tabii ki kıvır kıvır saçları vardı. Yazar önce tanımasa da sonra hemen hatırladı bu kız sarı bikinili kızdı. Şu yıllar öncesindeki görüntünün sahibi. Yazar masaya oturalı 10 dakika olmuştu ama konuşmak şöyle dursun kız kafasını çevirip bakmıyordu bile. Yazar kuzeniyle biraz konuştuktan sonra anahtarı aldı ve eve çıkmak için ayağa kalktı. Kalkarken "şeytanınız bol olsun" dedi. Şeytanı bol olmalıydı, şeytanı, tüyü veya her neyi ise artık bol olmalıydı. Bu kız kimse acilen tanınmalıydı. Yazar masadan kalkarken, kız ona bakmadı bile...

...


9 Temmuz 2012 Pazartesi

Başıma Bir İş Gelmeyecekse Eğer Marmara İletişim Mezunuyum!

Solda görmüş olduğunuz fotoğraf Marmara İletişim'in vazgeçilmez heykelinin önünde çekildi. Diş Hekimliği Fakültesi ile aynı yerleşkeyi paylaşıyor olduğumuz için onlara göre diş apsesi olan bu heykel, biz iletişimcilere göre alenen taşaktı. Poz vermek için ideal olan bu heykelde her genç iletişimcinin en az bir fotoğrafı vardır. İşin acı tarafıysa şu garabet okuldan mezun olduktan sonra kampüse dair özlenecek tek şeyin bu garip heykel olduğu.

Dikey geçiş sınavını kazandığımda gözüm bi' korkmuştu, yalan değil. Dikey geçiş sınavı, bilenler bilir, soruları en kolay fakat kazanması en zor sınavlardan biridir. Dolayısıyla karşıma çıkacak insanlar şüphesiz ki beni entelektüaliteleriyle donlarında sallayacaklardı. Kendimi oldukça yetersiz görüyordum. Ta ki Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Tv ve Sinema bölümünün ilk dersi Sinema'ya Giriş dersine girene kadar! Pek sevgili Zeynep Çetin Erus'un dersiydi. Ve bu ilk ders önümüzdeki üç yılın provası gibiydi. Şu an 3. sınıfta okumakta olan ismini zikretmekten kaçındığım hanım kızımız, Hollywood sinemasına girizgah yapmakta olan hocamıza şu soruyu sordu. Aynen aktarıyorum;

- Hoccjaaam, şeyy ya bu işlerin arkasında hep Amerika var diyollar, bu uçak falan çarptı ya gökdelene doğru mu o ?

Uzun bir sessizlik... O an işin vehametine uyandım. Değil bunlar beni eziklemek, bir maşrapa suyla küçük parmağımı bile ıslatamazlardı. Görev tamamlanmıştı, korkulacak bir şey yoktu. Yoo, vardı! Ben vardım :))

İşte Marmara İletişim öğrenci kalitesinin yerlerde olduğu, hocaların tüm teorik dersleri 0-6 yaş grubu hizzasına çekerek anlatmak zorunda kaldıkları fecahat bir okuldu. Uygulama dersleri için ekipmana ulaşmak ölümdü. BÜT yoktu Yaz okulu yoktu. Ve biz dikey geçişliler bir dönem 16, diğer dönem 18 ders alarak ve bu derslerin birini bile bırakırsak kapının önüne konma tehdidiyle ilk seneyi atlatmak zorundaydık. İçindeki akademik açlığı doyurmaya gelen benim gibi öğrenciler 3 yıl boyunca kantinin önünde pişpirik oynayan, buranın bir eğitim yuvası olduğunu reddetmek suretiyle iletişim fakültesine kıraathane havası veren, havası bozuk ne idüğü belirsiz bir grup moronla aynı bahçede sigara içip kafayı yemek zorundaydık. Yani hayat bize bayağı zordu.

Öğrenci işleri... Ne desem bilmiyorum! Son yıla kadar öğrenci işleri ölü balık gibi bakan, boş mezarın bayat ölüsü bir grup kafası karışık memurla işlerliğini yitirmişti. Sikindirik bir öğrenci belgesi almak 3 gün sürüyordu. Ve yıllardır bu odada ne yaptıklarını bilemediğim bu bir grup memur herşeyi birbirlerine soruyorlardı ve o sordukları kişi de cevabı bilmiyordu. Belgelerim kaybolduğu için 3 kere transkript getirdim bu okula ve aynı okul beni önce %10'luk dilime sokup sonra yanlış hesapladığı için bu kararını geri aldı. Bir de beni borçlu gösterdiler. Tam mezun olacağım yıl bir fark ettiler ki biz eksik ders almışız ve mezun olamıyoruz. Niye biz bu ders seçimlerini danışman hocalar kontrolünde yapıyoruz o zaman? Çünkü danışman hocalar ders kayıtlarının kredi esasına göre yapıldığını sanıyorlar, meğer ders sayısı esasına göre yapılıyormuş. Ve günün kıçında ders listemize bir ders daha eklediler.

Müfredatta öyle gereksiz dersler vardı ki, eminim bir hukukçu kadar hukuk dersi almışımdır ve bir gün gel digitürkümüzü sen bağla deseler, gider bağlarım.

Ama hakkını yemeyelim son sene bir hareketlenme yaşandı. Fakat bu hareketlilik bürokrasideydi. Her faşizan yönetimde olduğu gibi bürokrasi tıkır tıkır işliyordu ama akademiyle ne ilişkisi olduğunu anlamadığım kutlu doğum haftası etkinlikleri de yapılıyordu. Ünsal Oskay'ın mirasına sahip çıkılmayan bir çehreye bürünüyordu Marmara İletişim ama şükür ki ben gidiyordum bu lanet okuldan.

Hiç mi güzel bir şey olmadı diyecek olursanız, elbette oldu. Çok okudum, çok şey öğrendim, akademik bir disiplin kazandım, moronların haricinde güzel arkadaşlar edindim, beyni durmuşların haricinde birbirinden değerli hocalarım oldu, Kahve Dünya'sında o kadar çok vakit geçirdim ki ortaklık teklif ettiler, ben kabul etmedim.

Başta Vildan İyigüngör olmak üzere, Melda Cinman, Mukadder Çakır, Cem Pekman, Göksel Aymaz, Ahmet Şahinkaya, Zeynep Erus, Şevket Sayılgan ve Serpil Kırel asla unutamayacağım ve hep müteşekkir kalacağım hocalarım arasındalar...

Yeri gelmişken dostlarımı anmadan olmaz... En büyük teşekkür kader ortağım, dikey geçişli yoldaşlarım Merve ve Anıl'a. Merve olmasa bu okul hayatta bitmezdi. Bitmek tükenmek bilmez bir ısrarla hiç yorulmadan arkamı topladı. Sayesinde bitirdim desem yalan olmaz. Yeri geldi sözlerime beste yaptı, yeri geldi kör gözleriyle bizi rezil etti. Ve Anıl... Sonu gelmeyen didişmelerin, her konuda fikir ayrılığının yanı sıra uzun uzun kariyer planlarının, dertleşmelerin, yumuşak başlı, anlayışlı, cüsseli lady prensesi... İkinizde benim canımsınız. Bir ömür böyle kalmak dileğim.



Sahra, İzmir'in kokusu, ayrıksı pembik. Kendime bu kadar benzeyen biriyle tanışacaksın deseler mümkün değil inanmazdım! İyi ki varsın!

Ve hayatımın aşkını yine bu lanet okul sayesinde buldum. Biricik sevgilim Tuğçe bana bu okulun belki de en büyük hediyesi.





Adını anmadan yazımı bitiremeyeceğim Özgür, Alican, Ercan, Özge, Deniz, Erman, Ahmet, Beykan, Gülay, Yasinciğim ve adını unuttuğum daha nice güzel insan sizlere de teşekkürler !



Son teşekkürüm de Kahve Dünyası'nın demirbaşı Oğuz Bey'e! Biz gidince tuvaletin hemen arkasındaki masa boş kalacak! Tek mumla doğum günü kutlayan kimse olmayacak orada!

Ve ve ve güzel heykel taşağa bir teşekkür daha! Okulun gerçeğini böyle güzel yansıttığı için!

Biz gittikten sonra Marmara İletişim'de neler olur hiç bilmiyorum, Umrumda da değil! Ama bildiğim tek bir şey var akşam vakti Nişantaşı'ndan Akaretler'e sallanmayı ve her inişimde İstanbul'un en sevdiğim yerinin burası olduğunu hep hatırlayacağım ve dostlarımı...





1 Haziran 2012 Cuma

Kadın Bedeni Üzerinden Muhafazakarlık Açmazı

Gerçekten anlamak için çok uğraştım. Muhafazakarlığın hem ideolojik bir aygıt olarak hem de bir yaşam tarzı olarak nasıl hayat bulduğunu gerçekten anlamaya çalıştım. Önceleri çok okuyup düşünmeden "dincilik" cahillerin dayanak noktası der geçerdim. Sonra Türkiye evrilmeye, ben de okumaya başladım. Önce muhafazakarlık cehaletle dans ederdi, sonra yanlarına parayı da aldılar. Para öyle bir güçtü ki aydınları mıknatıs gibi çekti. Hepimiz ağzımız bir karış açık olup bitene şaşırırken, dalga dalga tutuklamalar, sus payları, saf değiştirenler, türeyen yandaş medya, beyni giderek uyuşan bir halk, korkunun getirdiği oto-kontrol... Bir yandan yaşam tarzlarına müdahale edilmeyeceğini salık veren Başbakan, bir yandan sosyal hayata, kişi hak ve özgürlüklerine, insan haklarına inen darbeler.... Her yeni patlayan olay bir öncekini gölgede bıraktı. Gündem öyle hızlı değişti ki yetişemez olduk. Gün geçmiyordu ki Türkiye gündemine bir yenisi daha oturmasın.

"Türkiye, bir İran olmayacak !" diyenlerdendim. Demokrasinin getirilerine inandım. Eğer demokrasiye inanıyorsak iktidarda her zaman bizim istediğimiz olamazdı. Bunun bilincindeydik. Sosyolog Binnaz Toprak'ın belirttiği gibi "endişeli modernler"dik biz. Ama demokrasi inancımızı hiç yitirmedik.

İzmir'de doğup büyüdüm ben. Ben izmir'de otobüse binen türbanlı kadınlara cüzzamlı muamelesi yapıldığı zamanları da hatırlıyorum. Yıllarca bana öğretilen "onların" bizden olmadığıydı. Ve ezberlediğimiz asla sorgulayamadığımız Atatürk'ün ilke ve ınklaplarına göre onlar kötüydü biz iyiydik. Her türbanlı kadın bir irticai tehditti ve bunların sakallı cüppeli yobaz kocaları vardı. Bir kadın ne kadar açılıp saçılırsa o kadar moderndi. Eğer İstanbul'a gelmeseydim dünyayı, eleştirdiğim muhafazakarlar kadar tek boyutlu görmeye devam edecektim muhtemelen.

Ama grileri gördüm. Eğer gerçek bir demokratik yaşam arayışı içindeyseniz, ırk, din, dil, cinsiyet ayrımı yapmaksızın herkesin eşit şartlarda ve eşit haklarla yaşayabileceği bir toplum çizersiniz. Ve bu toplumda tüm farklılıkları bir ayrıksılık olarak değil toplumun renkleri olarak algılarsınız. İnanmasanız da anlamasanız da sizin olmayan fikirlere saygı gösterir ve gerektiğinde onların haklarını da savunursunuz. Örneğin bir kadın neden başını örter bunu gerçekten anlamıyorum. Kendi mantık ve vicdan süzgecimden geçirsem de bunu anlayamıyorum. Ama bir kadının istediği takdirde üniversiteye türbanlı gidebilmesi gerektiğini sonuna kadar savunuyorum. Eğer demokrasi ise herkes için demokrasi !

Giderek muhafazakarlaşacaktık. Bu kaçınılmazdı. Çünkü bir toplum ne kadar bastırılırsa iki misli aydınlanırdı. Dünya tarihi en büyük özgürlük mücadelelerinin en özgürlüksüz ortamlarda gerçekleştiğini gösterdi bize. Elbet bir aydınlanma yaşanacak, dumanlı kafalar açılacaktı. Bu süreçte çirkinleşmeden sabretmemiz gerektiğini düşündüm. Çünkü cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren fazla seçenek olmamasından da kaynaklı olarak metazori ideolojik dayatmalar bugün ki muhafazakar kesimin yükselişini sağlamıştı. Bir olguyu ne kadar iter, öteler ve üstüne örtmeye çalışırsanız daha güçlü nüks eder.

İktidarın yükselişi de bu yüzden oldu. Her seçim de üstüne koyarak yeniden iktidar oldular. Paranın kokusunu alan libareller tırıs tırıs iktidara yaklaştılar. İslami burjuvazi ortaya çıktı, iktidar kendi zenginlerini yarattı. Her dönemin adamı gazeteciler düşünmeden saf değiştirdiler. Yazılarını hep "ileri demokrasi" palavraları ile süslediler. Bu ileri demokrasi dedikleri nasıl bir şeydi? Ne kadar ilerdeydi? Hiç anlamadım. Ama herşey oldukça programlı gerçekleşti bunu biliyorum. Askeri vesayet sona erdi. Ama inanır mısınız sevinemedik. Ana dilde eğitim hakkı tartışılır oldu, kürt sorunundan bahsedilebilir hale geldi ama ona da sevinemedik. Kadına yönelik şiddet dillendirilir, platformlarda tartışılır oldu. Ama ne yazık ki biz buna da sevinemedik. Bugün geriye baktığımda şunu fark ediyorum ki tüm bunlar sadece gündemi meşgul etmek için atılmış yemlerdi ve hiçbiri sonuca ulaşmadı. Ve biz ağzımıza bir parmak bal çalınmış da gerisi kepçeyle gelecek gibi budalaca bekledik. Çünkü bir yandan kürt sorununa hassas olduğunu iddia eden iktidar Uludere gibi bir fecahat yaşattı. Kadına şiddet diyorduk biz o ne oldu? Önce tecavüzcüsüne ceza indirimi uygulandı, şimdi ise kadınların kürtaj olması dinen caiz değil diye tecavüzcülerinin çocuklarını doğurmaya mecbur bırakılıyor.

Bu yazı çok gecikmiş çok. Ben hoşgörünün herkesin içinde olduğunu düşünerek saflık etmişim. Anladım ki dogmayla ortak paydalarda buluşamıyorsunuz. Çünkü muhafazakarlık hiçbir ideolojiye benzemiyor. Dayandırıldığı şey kutsal atfediliyor. Tartışılamıyor, gevşetilemiyor, sınırları dışına çıkılamıyor.

Ben bir erkek olarak bu bilgisayarın başında ter dökerken, diğer bıyıklılar mecliste boğaz patlatıyor. Ama gariptir ki tüm bu tartışmalar kadın bedeni üzerinden yapılıyor. Bir allahın kulu da çıkıp demiyor ki bacım biz sizinle ilgili kararlar veriyoruz, ahkam kesiyoruz ama siz ne diyorsunuz ?

İşte muhafazakarlığın kilitlenmiş noktası sanırım burada. İslam hoşgörü ve eşitliğin diniyse eğer bu ötekileştirme neden? Nedeni çok açık İslam hoşgörü dini, doğrudur ama siz dini bir inanışı siyasal bir aygıt haline getirirseniz işte o zaman işin rengi değişiyor. Çünkü Allah ve kul arasında olan bir olguyu iktidar ve toplum arasına yerleştirip araçsallaştırıyorsun. Komünizm ne kadar ideolojide şahane pratikte şeftaliyse, muhafazakarlık da kitleleri etkileyip harekete geçirebilecek kadar güçlü ama tutarsız ve rasyonaliteden uzak.

Ve siyaset, hem muhafazakar hem modern kadın bedenleri üzerinden prim yapmaya devam ediyor. İşin aslına bakılırsa her iki yaşam tarzında da erkek için değişen pek bir şey olmuyor. Olan kadınlara oluyor. Bu seksist yaklaşım her iki tarafta da var. Muhafazakarlar ne kadar mini eteğe takıksa, sözde modernler de bir o kadar türbana takık. İkisi de faşizan !

Ne yazık bu ülkede kadın olanlara. Ne yazık benim ülkemin kadınlarına ! Herkes onlar üzerinden nemalanıyor ama kimse başını çevirip fikrini sormuyor. Regl olur olmaz başı örtülüyor, kendi inancı doğrultusunda başını örtse irticacı oluyor taciz ediliyor, çocuk yaşta evrendiriliyor, mal gibi koyuna arsaya takas ediliyor, bekaretini korumak istese geri kafalı oluyor, gönlünce dilediğini yaşasa fahişe oluyor, türbanla üniversiteye giremiyor, mini etek giyince taciz ediliyor, tecavüz edilse kendi isteğiyle birlikte olmuştur deniyor, kürtaj hakkı elinden alınıyor tecavüzcüsünün çocuğunu doğurmak zorunda bırakılıyor, kadın olduğu için istediği mesleği yapamıyor, yapsa taciz ediliyor, okuyamıyor, öğrenemiyor, kapatılıyor, örtülüyor, afişe ediliyor, fişleniyor, röntgenleniyor, teşhircilik ile itham ediliyor, enseste maruz kalıyor, yok sayılıyor, sesi kısılıyor ve en sonunda saydamlaşıyor.

Sadece Türkiye'nin değil tüm dünyanın kadınlara, kadın aklına, kadın mantığına, kadın hoşgörüsüne ihtiyacı var. Dünya ancak onlarla yaşanılacak bir yer haline gelebilir. Bir kadın ne kadar müdahil olursa, ne kadar kendini gösterir sesini duyurursa erkek egemen toplum ve ata erkil yapı o zaman kırılır. Bir erkeğin içinde her boş bulduğunda ortaya çıkan şiddetten beslenen hayvan ancak böyle törpülenebilir. Bu yüzden bu ülkenin kadınlarına artık söz sende deyin. Meydanları, kürsüleri boşaltın, mutfaklara girelim! Bu ülkede kadınların hak ettikleri - kalk kız soğan doğra! 'dan daha fazlası! Biraz da biz soğan doğrayalım !




















27 Mayıs 2012 Pazar

Elde Kanat Uçmak

Saatime baktım. 6'ya çeyrek vardı. Güneşin sıcaklığı biraz kırılmış, gölgeler iyiden iyiye uzamıştı. Uçurumun başına doğru tırmanıyordum. Kafamı kaldırıp baktığımda gökyüzünün kızılı ve mavisinin birbirine karıştığını görebiliyordum. Ufuk çizgisinin iki tarafında renk mora çalıyordu. Uçurumun başına geldim. Oldukça yüksekteydim. Altımda serilmiş mavi denizin aksine denize altın başaklar döşemiş bir güneş vardı karşımda. Sönüyor gibiydi, biraz ölüyordu belki de batmadan önce. Çünkü gün geceye bağlanacaktı. Ve güneş başka diyarları ışığa boyamaya dolu dizgin koşarken, bizim günümüz kararacaktı. Her veda biraz ölüm değil midir zaten ? Elimde kanatlarım bir uçurumun başında öylece duruyordum. Bu eşsiz manzarayı sonsuza dek izleyebilirdim. Ama sonsuza dek kalmayacaktı. Hiçbir şey sonsuza dek kalmazdı çünkü. Şakaklarım hafiften terlemişti. Alışılmadık bir meltem esiyordu, hiç tanımadığım bir çiçeğin kokusunu taşıyordu sırtında. Ayaklarımın altında kurumuş toprak en küçük hareketimde bakır rengi tozlarını saçıyordu göğe. Kanatlarımı elime aldım. Hazırdım kendimi bırakmaya. Yutkundum. Bir adım attım boşluğa. Kanatlarımı açtım.

....

Saat sabahın 8'iydi. Bahçede çıplak ayak yürüyordum. İnsanlar, onlarca insan ben sakince dururken, koştur koştur bir yerlere gidiyorlardı. Güzel giyinmişlerdi. Ayakkabıları sabah ışıklarını yansıtıyordu, gıcır gıcırdı. Ben öylece duruyordum. Çimlerin üstündeki çiğ tanelerini sayıyordum, onlarca çiğ tanesini...

....

Öğlen 12 olduğunda, verandanın korkuluklarına bir kuş kondu. Gölgeler kısaydı. Ne güzel kanatlardı onlar öyle ! Kocaman ve geniş. O kuşun cüssesinin kanatları değildi onlar. Benim kanatlarım olmalıydılar. Belki de kuş onları bana getirmişti.

....

Uçuyorum şimdi... Hezarfen gibiyim! Süzülüyorum sanırım. Yoo! Süzülmüyorum, düşüyorum ben düşüyorum suya çakılacağım. Uçurmuyor bu kanatlar. Neden uçurmuyor bu kanatlar neden ? Kuşlar uçuyor ya onlarla. Ben neden düşüyorum?

....

Saat 5 olduğunda bir sigara yaktım. Ayaklarım üşümüştü. Çiğ tanelerinden eser yoktu artık. Biraz kan vardı eskimiş ahşapların üzerinde sadece. Onlarla ayak izimi çıkardım bir kaç yere. Kana bastım. Ayaklarım kanlandı ama ellerim kanatlandı. Uçacaktım.

....

5'i 4 geçiyordu saat. Sigarayı kana bastım. Kanlı bir izmarit yarattım.

....

Uçurumun başındayım şimdi. Neden bu dakika sonsuza dek süremez ? Araladığım bir kapı var arkası ışık. Sonsuza gidiyormuş bu yol. Özgürlük falan hep oradaymış.

....

Öyle hızlı düşüyorum ki, yüzüme çarpan rüzgardan gözlerimi açamıyorum. Ama nasıl bir hafiflik anlatamam. Bir tüy gibi adeta. Richard Bach gibiyim şimdi. Onun martısı gibi. Denizin kokusunu alıyorum. Yaklaşıyorum iyice elimde yolunmuş iki kanatla. Sanki deniz içime giriyor, ruhumu çıkarıyorum gaz gibi. İçim dışım hep deniz hep tuz. Elimde iki kanat. İki yolunmuş kanat! Elde kanat uçacaktım ama... Uçunmuyormuş başkasının kanatlarıyla. Öyle ıslağım ki şimdi, tarifsiz. İliklerime kadar özgürüm, Hatta birazdan özgürlüğümden öleceğim !






9 Mayıs 2012 Çarşamba

Mayıs Sıkıntısı


Kafa duman dolu... Kulaklarımdan sızıyor hatta. Başımın etrafında nurdan bir hare beklerken, dumandan önümü göremiyorum. Adım atıyorum beni bir sonraki yerime taşısın diye, ben neredeyim bilmiyorum ki bir yere taşınayım. Sonradan fark ediyorum. Mayıs olmuş, bir yıl daha geçmiş. Hala çorap giyiyorum ben. Bu ne soğuk mayıs böyle! Hiç böyle sevimsizini yaşamamıştım bugüne kadar. Kaç zamanda bir gelir ki böyle mayıs, böyle tatsız mayıs ? Sahile inip yürürdüm ben eskiden. Mayıs geldiğinde ateşten atlardım. O zaman umut doluydum. Gülağacına iliştirirdim onları. Hem anneannem gençti, annem gençti. Hep öyle kalacaklar zannederdim, kalmadılar. En son hangi mayıs atladım hıdrellez ateşinden bilmiyorum. Ama o zaman çekirdek yemek zevkliydi, pahalı zevkleri bilmediğim zamanlardı. Sorumluluk kuş kanadından bir tüydü. Ben istedim mi onu da üfler, uçururdum. Sonra kuş kadar özgür olurdum. Hep kendimi düşünürdüm. Gelecek benim gibisine gümbür gümbür gelecekti, emindim. Ne güvenirdim kendime. Çocukluk demezdim de o zaman buna cesaret derdim. Yaşadığın dünyayı görüp büyüdükçe, içine doğru küçülüyorsun. Dışarıda bir dünya var ama senin içindeki en fazla onun uydusu kadar. Ne daha az, ne daha fazla! 
Mayıs diyordum... Benim mayıslarım dünyam büyüdükçe kısaldı. Bir ateş vardı üzerinden atlanan, şimdi şenlik diyorlar, bilet falan satıyorlar ateşten atlamak için. Feci bir sosyal bilgiler öğretmenimiz vardı. O demişti "ateşten atlamayın, günah" diye. Önünü ardını araştırmadan el kadar çocukları bir çırpıda zehirlemişti. Mayısın tüm sıkıntısını alırdı oysa ateş. Küçükken sokağa çıkardım oynamak için. Mahallenin çocuklarıyla tüm gün, çalı çırpı, tahta, gazete toplardık. Büyük bir parça bulabildiysek bizden şanslısı yoktu. Hava kararır kararmaz ateşlerdik nevalemizi. Büyüklü küçüklü onlarca ateş, mahallelerce... Mayısı yakardık İzmir'de, tüm sıkıntı uçar gider is kokusuna karışırdı. Ateşin seksi çağrıştırmadığı masum zamanlardı. Çocuktuk, güzeldik...
Duman dolu kafamın içi, yaktığım ve yakamadığım tüm hıdrellez ateşlerinin dumanlarıyla. Çocukluğum değişmiş, çocukluk aşkım başka diyarlara göçüp gitmiş, komşular çökmüş bir de metro tamamlanıyormuş. Ne arıyorum hala gerilerde ? Şimdi bulamadığım herşeyi, tatlı mayısları... Maaile kutlanan doğum günü ve bayramları, yurtdışından bizim eve de gelebileceğini sandığımız 23 Nisan misafirlerini... Ama hiç gelmediler! Büyük adam olacak büyüyünce diyen büyüklerin göçüp gidişini görüyorum. Cenazeler duyuyorum hep, artık pilav-ayran-helvadan daha çok şey ifade ediyorlar. Çok dumanlıyım, çok. Büyük adam olamıyorum ben. Olamıyorum işte. Ben büyük bir dünyanın küçük adamı olarak kalmaktan çok korkuyorum. Her gece bir ışığa uyanmak umuduyla yatıyorum ama gül dallarını hep kırıyorlar burada mayıs. Kibrit çöpünden evleri, arabaları yakıyorlar. Saksı dibindeki iyi dilekleri söküp atıyorlar. Ateşler yanmıyor artık. Mayıs sıkıntı yapıyor bünyelerde, mayıs sıkıntısı...


6 Nisan 2012 Cuma

Şişmanlığın Lüzumu Yok !


Şişmanlık zordur. Eğer ruhunuz da şişman değilse daha da zordur. Bu hantal, tombik halimi hak ettiğimi hiç düşünmedim. Hep enerjiktim, kıpır kıpırdım. Ama bu hiperaktiviteyi kaldırmayan bir bedenim oldu. İnsanlar sürekli kalıbının adamı değilsin dedi ama bunu hiç hakaret addedmedim, haklılardı çünkü. Eğer seçim şansı benim olsa olduğumdan daha uzun ve zayıf olmayı tercih ederdim. Kendimi bildim bileli kilolarımla başım dertte. Su içsem yarar. "Sen benim neler yediğimi bilsen ama bir türlü kilo alamıyorum" diyenleri gırtlaklayasım geldi hep. Şerbetli tatlı sevmeyen, İskenderi tereyağsız yiyenleri bir yere kadar tolere ettim de karşıma geçip ben yemek yerken pis bir sırıtmayla "maşallah" diyenleri gözlerimle boğdum yıllarca. Çünkü o "utanmasan beni de yiyeceksin" demekti.

Evet şişmanlık zordur ve bu bir tercih değildir. Yaradılış itibariyle diğer insanlara göre hep kilo almaya meyilli olursunuz. Hayatınız, onlarca kez başlayıp biten diet girişimleri, ayakları sürüyerek spora gitmekle sürer gider. Şimdiye kadar kaç kez kilo verip geri aldığımı ben bile bilmiyorum.

Hayatımın ilk yıllarında sadece yaşıtlarıma göre iriydim. Oldum olası çok hareket edilecek, saçma sapan sebeplerden koşulan, zıplanan oyunlardan hoşlanmadım. Mesela saklambaç oynandığında ilk sobelenen hep ben olurdum çünkü koca popomu hiç bir yere sığdıramazdım. Yerden yüksekte, yüksekten hiç inmeyen yine bendim çünkü indiğim anda beni ebe yaparlardı. Futbol dahil olmak üzere tüm top oyunları hep manasız geldi. O allahın cezası top bir yerlerden geçecek, girecek diye kan ter içinde kalıp kaditi çıkmış yaşıtlarımı salak buldum. Sonra sokağın bana göre olmadığına karar verdim. Evime çıktım. Balkon çocukluğu tam benlikti. Aşağı çağırdıklarında mütemadiyen bir işim vardı. Ben de kendimi televizyona ve kasetlere verdim. Sabahtan akşama kadar ya televizyon izliyordum yada teypte ses kaydediyordum, radyo programı yapıp tüm konukları kendim seslendiriyordum. Sokaktakiler de bundan hoşlanmazlardı. Mayo Clinic aile sağlık ansiklopedisi en yakın arkadaşımdı. Diğerlerini yapmaktan sıkıldığımda açıp açıp resimlerine bakıyordum. Derken ilkokula başladım.

İlkokul acımasızdı. Sınıfın hem boydan hem enden en kocamanı bendim. 3. Sınıfta göbeğim vardı. Okul kurallarına harfi harfine uydum. Hep sınıf başkanıydım. Sapık gibi konuşan arkadaşlarımı tahtaya yazar, sevmediklerime de bol bol artıyı çakardım. Sonra tiyatroya başladım. Başroller genelde zayıflara giderdi. Dede ve baba rolleri oynamaktan içim şişti o yıllarda. Çünkü kendimi ne babacan ne de sevecen hissediyordum. Sınıfın köşesine oturup gözleriyle insanları parçalayan o uyuz şişman çocuk bendim. Tüm bu uyuzluğuma karşın hiç arkadaşsız kalmadım. Herkes benim bu ayrıksı halimi kabullenmiş görünüyordu. Sünnet olduktan sonra liseye kadar boyumun uzaması durdu ve feci kilo aldım. İnsanlar hamburger pizza yerken ben köşedeki yufkacıdan çiğ yufka sardırıyordum. Daha kilonun ergenler üzerindeki sarsıcı etkisinden haberdar değildim. Arka arkaya 4 gofret yiyordum, çorba içerken diğer elimde de muz tutuyordum. Peynirin üzerine reçel döküp yiyordum (bunu hala yapıyorum, çaktırmayın) vs.... O zamanlar bunu olağan karşılıyordum. İştahlı olduğumun bile farkında değildim.

Liseye geldiğimde şekilcilik üzerine kurulu korkunç bir sosyal ortamla burun buruna geldim. Jöle o zamanlar erkekler için çişe gitmek kadar mecburiydi. Kızlar nedenini hala bilmediğim şekilde saçlarını tepeden salak bir topuzla toplar eteklerini ya deli gibi kısaltır, yada bileklerine kadar indirirlerdi. Kravat takmayıp, gömlek düğmesi açmak en büyük isyan, spor ayakkabıyla okula gitmek özgürlüklerin en büyüğüydü. Ortaokuldan çıkıp gelmiş uyuz, şişman bir ergen için burası çok fazlaydı. Sonra ilk kalp çarpıntıları geldi, hormonlar kulaklarımızdan fışkırıyordu adeta. O zaman aşkla seksi ayıramazdık.
Eğer şişmansanız beğendiğiniz kızın yada çocuğun hep en yakın arkadaşı olursunuz. Çünkü sevgilisini zayıflardan seçmiştir. Birileri sizin için mutlaka şu cümleleri kurmuştur "Olsun senin yüzünün güzeliği yeter", " Ekmeği keseceksin bak nasıl zayıflıyorsun", "Yürüyüşe çık akşam yürüyüşe"... Sonra ilk diet girişimi. O güne kadar spor nedir bilmeyen ben salona yazılıp abiler ve ablalarla koşu bandında ter döküyordum. O kadar saçma ve zaman kaybıydı ki hala da öyle geliyor. O spor salonunda harcanan vakitlerde insan neler neler yapardı... Sonra zayıfladım. Zayıfladım dediğim yüzüne bakılır hale geldim. İşte o zaman ilk kez bir kız benimle ilgilendi. Ve ayıldım... Şişmanlar için hayat gerçekten çok zordu. Şimdiye kadar yaşadığım deneyimler bir bir aklıma geldi. Ayakkabı bağlamak nasıl ölümdür şişman insan için? Merdiven ve yokuş çıkmak? Medium diye bir beden olduğunu askılarda fark etmek?

Bu şekilci dünyada farklılıklara yer yoktu şişmanlara da öyle. Zayıf kızların şişman arkadaşları ile ilgili "öf kokuyor o" dediğine bile şahit oldum. Yıllar birbirini kovaladı. Hep kilo alıp verdim. Hiç obez olmadım ama hiç zayıf da olmadım. Göbeği içine çekmeden yürümek ne demek bilmiyorum. Ve zaman geçince bir şeyi daha fark ettim. Kilolarınla barışık olmak diye birşey yoktu. Çünkü siz onlarla barışsanız onlar sizlerle barışmıyordu. İnsanlar şişmanlar mutlu insanlardır derler bu yüzyılın yalanıdır. Şişmanların mutlu görünmesi fazla kiloların yüzde yarattığı şişkinlikten kaynaklanıyor. Öyle çok geriliyor ki yanaklar hep gülüyormuşsunuz gibi görünüyor. Kilomu hiç kompleks yapmadım belki de hiç kompleks yapacak kadar kilo almadığım içindir. Ama zayıf olan insanlara hep içten içe bilendim özellikle yiyip yiyip kilo al(a)mayanlara. Zaten kilo ilerleyen yaşlarda iki şekilde başka şeylerle ikame ediliyor. Mesela kimisinin çenesine vurdu, kimi içine kapanıp silinmeyi, görünmemeyi tercih etti. Ben kendimi bilgiye, okumaya ve meraka verdim. Nasıl görünürsen görün aklı çalışan adamın, kafalı adamın her zaman bir adım önde olduğunu anladım. Ama hala şişmanım.

Olaya estetik algısı üzerinden yürürsek anneannemi referans alabilirim. Çünkü o dönem zayıf kadınlara hastalıklı gözüyle bakılırken şişman kadınlar gösterişli ve güzel, şişman erkekler zengin ve aslan gibi algılanıyordu. Dolayısı ile şişman insan çirkindir önermesine karşıyım. Bir insan kendini güzel hissettiği sürece güzeldir. Ayrıca çok zayıf olmaktansa şişman olmayı tercih ederim. Tadında et iyidir. Ama içten içe hiçbir şişmanın kendini aynada iyi bulmadığını biliyorum...

Ey şişmanlar yazımı bitirmeden size birkaç lafım var. Kilolarınızla barışmayın. Böyle mutluyum demeyin. Mutlu değilsiniz çünkü. Birçok zayıftan daha fazla irade var her birimizde en azından sağlık için normal kilolara dönme vakti geldi. Waffle'lar, gecenin bir yarısı yapılan yarım ekmekler, tantuniler, börekler, mantılar, keşküller ve bol kremalı pastalar hayatlarımızdan çıkmalı. O son lokmayı yemeyecektik demeyelim çünkü o son lokmayı yemeyelim. Yeter artık. Şişmanlığın lüzumu yok!

4 Nisan 2012 Çarşamba

Amerika'yı Yeniden Keşfetmenin Alemi Yok!


Sadece sinemacı olmak değil, sinemayı yorumlamak da zor iş. Benim hem ilgi alanım olduğu için hem de eğitimim bunun üzerine olduğu için standart izleyiciden daha farklı ve derinlikli bir vizyonla inceliyorum filmleri. Bir filme gittiğinizde, olumlu yada olumsuz bir izlenime sahip oluyorsunuz elbette bunda bir değişiklik yok. Fakat her izlediği filme başyapıt muamelesi yapan yada izlediği her filmi bu minvalde eleştiren seyircilerden ve eleştirmenlerden gına geldi artık. Arkadaş alt tarafı Pamuk Prenses ve 7 Cücelerin yıllardır beynimize kazınan hikayesi ne kadar yaratıcı, olağananüstü, harikulade olabilir ki benim için bu masal tüm bu sıfatları halihazırda hak ediyor. Onu geçtim bu kadar kasmasan kendini de, şöyle koltuğa yayılıp sırf eğlenmek için bir film izlesen ne olur ? Ama yok illa her film bir Nuri Bilge filmi kadar ağır, Kieslowski kadar derinlikli olmak zorunda değil mi ? Her güle oynaya çıktığım filmin ardından bu kadar ters köşe yorumlar okumaktan
bıktım. İlk önceleri tamam sinemadan anlamıyorlar, olabilir diyordum. Hayır, it gibi de biliyorlar sinemayı. Orada var olan maksat ne kadar entelektüel olduğunu birilerinin gözüne sokabilmek. Yoksa Recep İvedik izlerken koltuklardan yuvarlandıklarını herkes biliyor. Titreyin ve kendinize gelin. Sinemanın işlevlerinden birisi de eğlendirmekse eğer, biraz salın kendinizi de eğlencelik filmlerde eğleniverin. Neyse filme dönelim...

Filmin yönetmeni Tarsem Singh. Yönetmenin filmografisinin 4. filmi. Bundan önce Immortals, The Fall ve The Cell'i çekti. Masal atmosferi yaratmakta oldukça başarılı olduğu aşikar. Bu filmde de ilk göze çarpan filmin atmosferi. Kostüm tasarımları harikulade. Mekanlar da ona keza öyle.

Julia Roberts, Erin Brokovich'ten sonra ki en başarılı ve farklı performansını kötü kraliçe rolüyle bu filmde sergilemiş. Fakat bu rol için yapılan karakterizasyon kötülüğün ele geçirdiği bir kraliçeden ziyade, özgüvensizliğin dayanak noktası yapıldığı bir kraliçe. Çünkü kraliçe bu filmde sadece kötü değil komik bir kötü. Filmin tadı da bunu fark ettikten sonra ortaya çıkıyor. Çünkü çizilen prens portresi de bildiklerimizden biraz farklı. Masalların yenilmez yakışıklı prensleri yerine karşımıza şapşal bir prens çıkıyor.

Hikayede büyük değişiklikler yok ama masalda bildiğimiz haliyle bir ayna tasvir edilmemiş. Aslında filmin en dahiyane kısmı burası. Bugüne kadar aynada kendine benzemeyen biriyle onuşan kraliçe bu masalda aynanın içine girerek kendi silüeti ile konuşuyor ve bu silüet onun sağ duyusunu yansıtıyor. Özellikle aynanın içine girdiği sahneler filmin tasarım açısından en güzel sahneleri.

Post-modernist göndermelerde de bulunan film, metin olarak biraz sınıfta kalıyor. Çünkü kararsız bir metinle karşılaşıyoruz. Bir taraftan Grimm'lerin masalını tiye alırken, diğer taraftan günümüze yapılan atıfları minimize ediyor. Bu da komedi öğesini dibe çekiyor. Film güldürmüyor ama oldukça eğlendiriyor. Özellikle başında kötü kraliçenin ağzından hikayeyi dinlerken "Bir zamanlar huzur ve bereket dolu bir krallık varmış. Ve bu krallık sabahtan akşama kadar dans edip şarkı söylermiş, sanırım bu krallığın başka işi yokmuş." şeklindeki açılışı filmin aslında iki cümlelik özeti gibi. Çünkü bu yöntem bilinenin tekrarı bir karikatürize yöntemi olmakla beraber kahkaha attırmasa da gülümsetiyor.

Final, bu masala ait olmasa eminim başka bir masala final olabilirmiş o kadar yerli yerinde!

Film ile ilgili düşülebilecek son parlak not ise filmin sonundaki hint esintili şarkı. Pamuk prensesin sesinden dinlediğimiz şarkı hem eğlenceli hem de oldukça yaratıcı. Yönetmenin Hint asıllı oluşu şarkının absürdlüğünü ilginç bir detay olarak göstermiş.

not: Bir süre sonra Pamuk Prenses'in kaşlarına gözünüz alışıyor!