20 Aralık 2009 Pazar

İstanbul Günlükleri 3: Trafik ve Hava Şartları



Mevsimin kışa dönüp, yağışların başlaması ile birlikte İstanbul delileri kendini sokağa attı. Dalga geçmiyorum. Çok ciddiyim. Burası yaşamaya başladığımdan beri hiçbir zaman nizami bir şehir olmadı. Asla anlayışlı, güler yüzlü insanlarla toplu taşım araçlarını paylaşamadım. Ne kadar suratsız olduklarını bilip kendimi hazırlayarak gelmiştim buraya ama yağmurun İstanbullular üzerinde böylesine yoğun bir etkisi olacağından haberdar değildim.
Kozyatağına taşınmamla birlikte İstanbul trafiği bana kirli yüzünü yavaş yavaş göstermeye başladı. Üzerine birde buranın garip havası eklenince ulaşım benim için bir işkenceye dönüştü. İlk hafta okula gidip gelmek için alternatif yollar aramakla geçti. İşte bu ilk hafta farklı tecrübeler edindim. Öncelikle Kadıköy'den Kozyatağı'na ulaşmak isteyenler için şiddetle KADIKÖY-FİKİRTEPE minibüsünü tavsiye ediyorum. Saat kaç olursa olsun bu minibüsün kullandığı hat açık. Aralardan biryerlerden gire çıka en fazla 25 dakikada sizi Atatürk caddesine çıkartıyor. En son araç saat 01:00'de kalkıyormuş. Henüz o saate kadar Kadıköy'de kalmam gerekmediği için bu bilgi ne kadar doğrudur bilemiyorum.
Alternatif arayışlarımın 2. günüydü sanırım saat 8 civarı Fındıklı Mah.(19F) lanetli otobüsüne bindim. Buranın ehlikeyif şoförleri olması gerektiği gibi duraklarda sadece ön kapıyı açmıyor. Tüm kapıları açarak izdihama sebep oluyor. Derdi durakta fazla oyalanmamak. Şamata bu işlemi yaptığı 4. duraktan sonra, otobüs yolcularının popülasyonunun artmasıyla başlıyor. Zaten ıkış tıkış olan otobüs domuz gribi korkusundan camları kapatıp, temiz havayı engelleyen birkaç gerizekalı yüzünden iyice havasızlaşıyor. Bunun üzerine otobüsün camları buğulanıyor. Hangi durakta veya yolun neresinde olduğunu göremeyen yolcular daha da huysuzlaşıyor. On dönüm bostan yan gel osmancı şoför her durakta azalmayan otobüs popülasyonunu pompaladıkça pompalıyor. Tüm bu kalabalıkta ayakta durmaya çalışan zavallı İstanbullular yeni binen yolcuların akbillerini(İzmir'de ki kentkart, ankarada ki ego gibi bir mekanizma)elden ele makinaya gönderiyorlar. Gökyüzüde yerinde durmuyor tabii ki kış boyunca güneşi göstermeyip, çişli çişli yağmur damlattığı yetmiyormuş gibi tam iş çıkış saatinde başlıyor yeniden yağmaya... Burada trafik zaten sorunlu, her an kilitlenmeye müsait.Asfaltların ıslanmasıyla birlikte 20 dakilalık yol oluyor size 45-50 dakika... Ben otobüsün en arka kapısına yakın ayakta duruyorum. Uzun, ince yapılı 40-45 yaşlarında olan bir bey önce inceden, sonra şiddetini arttırarak homurdanmaya başlıyor. Çok yoğun bir huzursuzluğu var bu alenen ortada. O kadar abartılı hareketleri var ki derinden gözlem yapmayan biri onu şüphesiz ki deli sanır. Adam, önce trafiğe ardından şoföre söyleniyor hatta söylenmekle kalmıyor birkaç cümle sonra tabiri caizse ana avrat düz gidiyor. Otübüs emekleyerek gitmeye, şoför adamdan habersiz sürmeye ve yolcu kabul etmeye devam ediyor. Adam önce "hay ben böyle trafiğin bilmem neresine ne yapıyım, senin gibi şoförün anasını bilmemne edeyim, büroya geç kaldım böyle otobüsün ağzına yapayım" şeklinde serzenişlerini sürdürüyor. Bir yandan da telefonu çalıyor. Arayanlarada çemkirmeyi ihmal etmiyor. Tekrar bir durağa yanaşıyoruz. Otobüsün tüm kapıları açılıyor. Yaşlı bir kadıncağız yanında küçük bir oğlan çocuğu ve genç bir kadınla otobüse bizim kapıdan zorla biniyor. Bizim adam( artık dayanamayarak kendisine deli demek zorundayım) bizim deli köpürerek kadınlara bağırmaya başlıyor" kardeşim yüz kere indim çıktım şu merdivenleri millete yer vermek için yok mu başka yer daha nereye gireceksiniz görmüyor musunuz zaten içerisi tıklım tıklım dolu zaten büroya geç kaldım" diyerek kayışı koparıyor. Deliden yeterince ürkmüş olan yolcular iyice geriliyorlar. Bu sefer kadın" yer vardıda biz mi binmedik kaç dakikadır yağmur altında bekliyoruz. keyfimizden mi bekliyoruz" diyerek deliyi sindiriyor. Bunun üzerine vicdan yapan deli otobüsü germeye devam ediyor. Delinin bir dürtük uzağındaki koltukta, neredeyse ağzından salyalar akıtacak kadar derin uyuyan bir adam var. Belli ki zor ve yorucu birgün atlatmış. Deli, delice söylemini bir kenara bırakarak 5 akika önce çemkirdiği kadından "ahh hanımefendi çocuğunuzda var sizin biri size yer versin" diyerek iyi niyetli bir açılımda bulunuyor fakat olayın akabinde The Deli, derin derin uyuyan adamı iç organlarına kadar sarsarak uyandırıp tekrar bağırmaya başlıyor. İşte bu diyalog korkunç!

The Deli: Uyansana kardeşim çocuklu bayana yer ver!

Adam: Ben uyuyorum uyumayan biri yer versin!

The Deli: Uyuma o zaman!

Adam: Benim belimde fıtık var!(uyumakla ne alakası var bilmiyorum)Ben oturarak yolculuk etmek için ilk duraktan bindim.

The Deli: Benimde belimde fıtık var! Zaten geç kaldım büroya!

Adam, kendine (The Deli'nin baskıcı manüpülasyonuyla) haklıyı şaşırıp tenkidle bakan bir grup gözden utanarak kadının çocuğunu kucağına alıyor. Delinin bu olay üzerine iyice nevri dönüyor. "Aç kapıyı aç ineceğim sana diyorum şoför açsana kapıyı" diyerek bir araba küfürle kendini ıslak sokaklara atıyor. Gevşeyen otobüs halkı derin bir ohh çekiyor, en azından deniyor.(malum otobüs atmosferi...)

Şimdi siz söyleyin bana! Bu şartlar altında, bu şehirde ikamet eden kimin yüzü gülebilir ki bu insanların gülsün? Ben bir İzmirli olarak alışmışım yarım saatte şehrin bir ucundan diğer ucuna gitmeye...Peki bu insanlar üç kuruş uğruna sabahtan akşama kadar it gibi çalıştıkları yetmiyormuş gibi neden tam rahat edecekleri saatte bir sınavıda trafikte atlatsınlar? Neden ? Şimdi bu insanlar mı deli ? Yoksa onları bu koşullarda taşımaya zorlayan zihniyet mi dengesini kaybetmiş? Cevabı inanın çok zor! Benim tuzum kuruyken bile bu kadar içerlemişsem, mecbur olanlar ne yapsın? Allah akıl versin diyebiliyorum sadece! Hem delirenlere, hem delirtenlere...

4 Aralık 2009 Cuma

Arapsaçı



Nasıl bir lezzet bu yahu ? İnsan önce bir lokma alıyor. Bu lokma ilk olarak dilin ucundan gerisine doğru acımtrak ve mayhoş bir tat bırakarak genze ilerliyor. Anasona benzeyen bir lezzeti vardır arapsaçının. Rakının tadından hoşlananlar sevecektir. Bu şahane bitki ağzı garip aroması ile şenlendirirken, ikinci lokma ile birlikte süt kuzunun yumuşak etiyle damak çatlatan ikinci şoku yaratıyor. Bu iki lokma doğu(hayvansal ziyafet)ve batı(bitkisel ziyafet)sentezi yapıyor. Çiğnedikçe özünü salan bu iki zıt kutup birbirini özlemle kucaklıyor. Yıllardır iki kardeş halkın uğraşıpta yapamadığını bu masum ot iki lokmada yapıveriyor. Arapsaçını seven çok seviyor, sevmeyen de nefret ediyor. Ben ölüp bayılanlar tarafındayım.
Arapsaçı, dünyanın bilinen en eski yenilebilir bitkisiymiş. Bende arapsaçını araştırırken öğrendim. Romalı kadınların bu bitkiyi şifa niyetine kullandığı biliniyor. Arapsaçı, aslen bir rezene türüdür.(Bitki çaylarının önü alınmaz yükselişi ile birlikte raflarda yerini aldı. Belki gözünüze çarpmıştır.) Yabani rezene olarakta biliniyor. Tohumu, Türk mutfağında çok kullanılmıyor. Genelde bebeklerde ki gazı söktürmek için aktarlarda kolayca bulunabiliyor. Yaprakları yani arapsaçı denilen kısmı bazen standart bir zeytinyağlı yemek gibi soğanla pişiriliyor, bazen haşlanıp zeytinyağı-limon ile meze olarak servis ediliyor, bazen de (ki benim en sevdiğim:) kuzu etli bir yemek halini alıyor.
Anne tarafından rahmetli dedem, Girit adasından mübadele sırasında İzmir'e göç eden Türklerdenmiş. Anneannem İzmirli olmasına karşın, evliliklerinin ilk yıllarında bulduğu her otu yiyen bu adamın mutfak anlayışını yadırgıyor. Çünkü Girit mutfağı, Ege'den biraz farklı. Hatta Ege'de espri konusudur bu durum. Şöyle ki; Otların seyrelmiş olduğu bir açıklık göründüğünde buradan kesin bir Giritli geçmiş denir. Çünkü Giritliler kimsenin yemeyi aklından geçirmediği garip otları yerler. Anneannemde geçen yıllar içerisinde bu otları(radika,cibez,sarmaşık,turp otu,ARAPSAÇI vb.) benimsiyor. Karaburun yolunda yüz metrede bir durup ot yolduğunu bilirim!
Tabağı soluksuz bitiriyorum tabii ki her zaman olduğu gibi:)Sonra başımı sokağa doğru çeviriyorum. İzmir geldiğimden beri pek bir sakin yada ben İstanbul cehenneminden geldiğim için bana öyle geliyor. Nereye gitsem sanki hep aynı yeri adımlıyormuşum gibi algılıyorum diyerek yine derin düşüncelere dalıyorum. İzmir yine güzeldi. İzmir hep güzeldi ama birşey, o geldiğimden beri hissettiğim ama adını bir türlü koyamadığım şeyin eksikliğini itiraf ediyorum kendime. İzmir aynı İzmir'di ama ben kahrolası ben yine değişmiştim. Nefret ediyordum işte bu durumdan! Söylene söylene gitmiştim İstanbul'a ama alışmışım farketmeden! İstanbul, geniş gerdanlı, iri memeli bir kadın gibi marmara denizinin etrafına edalı edalı uzanmış, saçlarını savurup, gözlerini süzerek" ya gördün mü benim etkileyemeyeceğim hangi ademoğlu varmış" diyordu uzaklardan. Kulaklarımın kime olduğunu bilmediğim bir kızgınlıktan kızardığını hissediyordum. Dişlerimi sıktım, birazda gözlerim yaşlandı işin doğrusu. Farketmedi kimse! Kendimi sevgilimi aldatmış gibi hissediyor, pişmanlığını yaşıyordum. Arapsaçının kekremsi tadı ağzıma geliyordu.
Aidiyet sorunu ne lanet birşeydi böyle. Her yeni girilen dönem bir öncekini aratıyordu. Tam birine yeni alışmış, sefasını sürüyorken, hevesini henüz almamışken üstelik, o dönem bitiyor, haydi bakalım en baştan yeni bir dönem başlıyor ve sen değişikliklere alışmak zorunda kalıyordun. Zaman, mekanı insanın elinden sürtük bir üvey anne tavrıyla küçük bir çocuktan gıcır gıcır oyuncağını alır gibi büyük bir zevkle alıyordu. Zaman geçtikçe hızlanıyor, daha da, daha da hızlanıyordu. Dur desen bir saniyeyi bile bekletemezken, zaman pejmürde bir serseri gibi başını alıp saatler öteye kaçıyordu. Biraz önce sana dün oluyordu. Dün burdayken, yarın orada oluyordum.
Tüm bunlar aklımdan geçerken, arapsaçı ellerini şehvetli bir şekilde yüzümde dolaştırıyordu. O, kokusuyla beni yoldan çıkarmayı aklına koymuştu. Silkelenerekek kendime geldim. Arapsaçı ılıman ve yağışlı iklim bitkisiydi. Arapsaçı ilk yağmurlarla topraktan güneşe uzanır, tükenir tekrar biterdi. Arapsaçı beni bekleyecekti, bu belliydi! O kasvet bulutları bir anda dağılıverdi kafamın üstünden. Bu tat değişirmiydi be ? Mümkün değil, değişmezdi. Ailemden biri gibi beni kayıtsız şartsız seviyordu bu masum ot :) O an yine bir geçiş döneminde olduğumu anladım. Hayat beni bir süreliğine kündeye getirmişti yine. Neler geçmiyordu ki hayatta bu geçmesindi! Yarı-nereli olduğumu bilemediğim bir dilimdeydim. Taşlar elbet yerine oturacaktı. Arapsaçı gözlerini kırpıp başını "evet aynen öyle" der gibi sallıyordu. Tabakta yerini almış, bana iş atıyordu tadına bakayım diye :) Çok gençtim sanırım bu kadar dertlenmek için! Şüphesiz tadına bakacağım çok arapsaçı vardı sırada!

1 Aralık 2009 Salı

Derler ki "Bu Gece Yatsıdan Sonra... "


Film bitiyor. Koltuğumda çivilenip kalıyorum. Orgazm x 3 hatta 5.... Nasıl bir tatmin anlatamam ! Arkadaşıma dönüp "Yok Artık!" diyebiliyorum sadece... Salon yavaşça boşalmaya başlıyor. Bende kalkıyorum haliyle... Çıkışa doğru yürüyoruz... Yaşadığımız şaşkınlıkla karışık zevkten kelimeleri cümle haline getiremiyoruz. Filmin sondan ikinci karesinde seyirciye görünen kamera "7 Kocalı Hürmüz" masalını noktalıyor. Artık gerçeğe dönebilirsiniz diyor ! Biz bir türlü bu tatlı rüyadan uyanmak istemiyoruz. Açık havaya çıkıp birer sigara yaktıktan sonra ağırdan kendimize geliyoruz. Filmi tartışmaya başlıyoruz.
Ezel Akay, üç filminde de benim Türk Sinemasında yapmak istediğim şeyleri yapıyor. Bir yandan kıskanıyorum, diğer taraftan helal olsun diyorum. Akay, Ezop lakabını sonuna kadar hakettiğini bir kez daha kanıtlıyor. Çünkü Akay şahane masal anlatıyor. "Neredesin Firuze?" Akay sinemasının ipuçlarını vermişti. O nasıl başarılı bir castingti, ne biçim bir sanat ve görüntü yönetimiydi öyle !Müzikal bir film değildi ama müzikli bir filmdi! Hele ki soundtrack Mükemmeldi! Film, dönem hikayesi anlatmıyordu belki ama bu durum masal anlatmasına engel değildi ! Ardından "Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü? filmi geldi. Bu bir döneme tanıklık ediyor ve ilk filmde olduğu gibi bir soruya yanıt arıyordu. Çünkü masallar da sorulara yanıt ararlardı. Kadro yine güzeldi. Film olarak çok beğenmesem de masal devam ediyordu, Ezop yerinde durmuyordu.Bu iki film iştahımın kabarmasına yetmişti. Akay, Burton gibi animasyon öğelerden yararlanıyor, Kusturica gibi şovu, şatafatı ve sürprizleri seviyordu. Geleneksel Türk Tiyatrosu ile sürekli köprü kuruyor, doğuyu batıyla sentezliyordu. Fakat burnu pek iyi koku almıyordu ne yazık ki! Popüler bir yaklaşıma sahip olsalarda, bu filmler genel çoğunluğun beklentilerini karşılayamadı. Türk izleyicisi komedi filmine geldiyse ölümüne gülmek istiyordu. Karakterler şarkı söylemeye başlayınca salon homurdanmaya başlıyor "off yine şarkı söylemeye başladılar" diyordu. Müzikli film izleyiciyi pek kesmiyordu. Ama algılar değişebilir, yenilikleri kabullenmek zaman alabilirdi. Ayrıca bu filmler bizdendi, bize aitti! Dünya sineması için de bir yenilikti fakat filmler gişe yapamadı! Hatta "Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?" filmi Akay'ın şirketi İstisnai Filmler'i iflasa sürükledi. Ama aynı film, beyaz cama düştü ve gösterimlerin ikisinde prime time'ın rating birincisi olarak çıktı. Garip bir tezata neden oldu. Akay, Türk seyircisine en azından TV ekranıyla ulaşabilmişti!
Aradan iki yıl geçti 2009 Kasımında Sadık Şendil'in eserinden uyarlanan "7 Kocalı Hürmüz" vizyona girdi. Eser, bir tiyatro metniydi. Oynandığı dönem ortalığı kasıp kavurmuştu. Dönemin Hürmüz'ü Ayten Gökçer yıllar sonra bile takdirle anılıyordu. Kimse o performansı unutamamıştı. Ben oyundan sadece birkaç bölüm izleyebildim. Daha sonra Atıf Yılmaz 1971'de eseri filme aktarıyor Hürmüz'ü de Türkan Şoray oynuyordu. Bu filmin tamamını izledim. Akay'ın filminde Hürmüz'ü Nurgül Yeşilçay oynamış. Hangi Hürmüz iyidi ? Bunun cevabını vermek zor! Çünkü bütün Hürmüz'ler dönemine göre başarılıydı bence.
Uzun zamandır bekliyordum Akay'ın filmini. Nihayet geçen gece gidebildim. Gerçekten de iki yıl beklediğime değmişti. Film diğer iki filmde olduğu gibi tempolu, renkli ve canlıydı. Müzikler yine harikuladeydi.Akay kardeşlerin en küçüğü Ender Akay ve ünlü basçı Sunay Özgür yine başarılı bir iş çıkarmıştı. Akay'ın en büyük başarısı da şüphesiz hep aynı kadroyla çalışmasıydı. Kadro birbirini tanıyor, ne istediğini biliyordu. O kadar çok renk vardı ki, başka bir yönetmen olsa yaratılan cümbüş bir çamur birikintisine dönüşebilirdi. Adamın işin ehli olduğu her halinden belliydi !
Oyunculuklar abartılıydı evet, çünkü teatral bir metindi, orta oyunu esintiliydi. Büyük oynanmış ve hiç sırıtmamıştı. Oyuncuların hepsi rollerinin hakkını vermişler. Gülse Birsel, yeteneğini bu filmle kanıtladı.İleride oyunculuk adına başarılı işler yapacağını düşünüyorum. Haluk Bilginer ve Betül Arım'ın karşılıklı döktürdüğü kız isteme sahnesi beni benden aldı ! Hamam eğlencesi filmin bir diğer zirvesiydi. Kostümler harikaydı. Dekorun asimetrik tasarımı filmde ki masalsı anlatımı destekliyordu. Filmin geneline yayılan bu büyü hiç dağılmıyor, diğer yandan gerçeklikten tam anlamıyla kopulmuyordu.
Birkaç ayrıntı da gözümden kaçmadı değil hani :) Şarkılar esnasında senkron 2-3 kez kaydı. Danslar iyidi ama benim hayal ettiğim kadar başarılı değildi. Biraz sallapati olmuş gibiydi. Final şarkısı "Yalnız Kullar'ı" Nurgül Yeşilçay'a söyletmemek çok yerinde bir tercih olmuş. Aynı şarkıyı ud ile seslendirirken her an detone olabilir diye tetikte dinledik. Koreografiye de pek ayak uyduramadığı aşikar. Şarkı ve dans konusunda biraz sınıfta kalsa da, Yeşilçay yeniden can verdiği Hürmüz'ü diğerlerinden farklı olarak yoğun fettanlıkla inşa etmeyi başarmış.
Ezel Akay(EZOP)Türk sinemasında pek alışık olmadığımız, özenli ve ayrıntılı bir film yaratmış böylece. Kadının kıvrak zekasını, kabul eder gibi görünüp direnişlerini, erkekleri parmağında çevirişini takdir etmemek elde değil. Bu cinsin neler yapabileceğini kestirmek ve bu belirsizlikten korkmak erkekler için öncesi ve sonrası olmayan, ezeli ve ebedi bir durum. Hürmüz'ün 7 kocayı devirmesi boşuna değil yani ! 3,5,7 ver ver ver ver.... Ver Allahım ver:)
Bu yüzden derler ki "Bu Gece Yatsıdan Sonra gökten erkek, gökten adam, gökten koca..
GÖKTEN SAPIR SAPIR HERİF YAĞACAK !" mış....

12 Kasım 2009 Perşembe

İstanbul Günlükleri 2: "Çınarcık Anıları"


Vapurdayım yine:) Gözlerimi kapayarak uzakları hayal etmek alışkanlık haline geldi. Çünkü mesafeleri unutturan tek şey deniz kokusu! Aynı olmasada andırıyor işte! Bugün geçen zamanın nasıl acımasız ve dişli bir rakip, nasıl eli çabuk bir hırsız olduğunu farkettim. Yıllar, bir noktadan sonra birbirinin peşi sıra yıkılan domino taşları gibi geçivermişti takvimlerden! Ve ben, bugün yine o domino taşlarından ve takvim yapraklarından birini elimde tutuyor, bu gemide tüm geçen zamanı düşünüyordum. Çünkü gemileri sen unutsanda, onlar seni unutmuyor!
Bir yaz ortası... Lise hazırlık henüz yeni bitmiş. Kendimi keşfediyorum. O zaman o kadar büyümüş hissediyorum ki kendimi aklınız almaz! Dünyayı yakarım, ölesiye güçlüyüm yani! İşte böyle günlerden birinde, şu an oturduğum gibi bir vapur koltuğunda oturuyorum. Üç saatlik bir yolculuk bizi bekliyor kuzenimle ! Kuzenim benden bir yaş büyük ve dişil tüm özellikleri o yaştan gösteren şahane birşey:)
99 depreminden beş yıl kadar geçmiş olsa gerek. Çünkü gideceğimiz ev hasar görmüştü, sonradan kanunlar nezdinde güçlendirilmişti vesaire... Doğal olarak, aile büyükleri bizim buraya gitmemize çok sıcak bakmıyorlar ! Ama asi gençlik yerinde durur mu ? Durmaz !İşte bu kadar yıl aradan sonra Çınarcık'a gidiyoruz!
Çınarcık, Yalova'ya bağlı bir tatil beldesi! Marmara bölgesinde ki sayılı sayfiye yerlerinden biri hatta siz belde dediğime de bakmayın küçük şehir gibi bir yerleşim yeri Çınarcık ! Yüzölçümü küçük ama anılar o kadar büyük ki !
Kuzenimin anlattığına göre orada geniş bir çevresi var ! Zaten ben yoğun ısrarlar üzerine gidiyorum buraya ama içten içe özgür olma fikride acaip çekici geliyor ! Çünkü başımızda ana-baba, aile büyüklerinden kimse olmayacak! Bize ait bir ev olacak :)
Canım kuzenim didaktik tavrı ve o zaman hiç gözü açılmamış olan -ilk-genç taze- bana karşı takındığı küçük anne tavrıyla öğütler veriyor. "Çok espri yapmamaya çalış, çok gülme" gibi şimdi oldukça garip bir o kadar da sevimli gelen şeyler söylüyor! Aslında onun ki "kuzenini, gruba benimsetme çabası" ! Yaptığımız hesaplar bile bu kadar masum yani tam yaşımızın gereği gibi ! Saatler o zaman güzel işliyor tabi şimdi ki gibi kaşla göz arasında 5-6 saat geçip akşama varmıyor gün. Saniyeleri bile doya doya yaşıyor insan!Derken uzaktan ışıklar görünmeye başlıyor. İnce silüetlerden, daha belirgin daha da belirgin hale geliyor! Yolcuları bir heyecan sarıyor!
Sanıyorum bir cuma günüydü ! Çünkü, adamlar ellerinde küçük bavullarla karılarına sarılıyorlardı biz karaya ayak bastığımızda ! Sonradan öğrendim ki, hafta içi çalışan herifler, cuma gecesinden Çınarcık'ta çocuklarla birlikte tatil yapan eşlerinin yanlarına gelirlermiş. Çınarcığın ritüeliymiş bu :)
Işıklardan, insanlardan gözüm kamaşıyor! O kadar kalabalık ki ! Bu arada bir Ege sıcaklığı var o zamanlar öyle sezinliyorum! Her yer cıvıl cıvıl ! Çınarcığı bilen bilir cuma geceleri sanki taze kan pompalanır buraya ! Birden silkinir, canlanır ! Bizi iskeleden üç kişi alıyor! İsim vermeyeceğim onlar bilirler kendilerini :)Birtanesi kuzenimin en yakın arkadaşı, yıllar geçince bende tanıyorum. Anlıyorum onun ruhunun nasıl melek ışığına boyandığını ! Çünkü bu dünya için fazla fazla iyi:)Diğeri her kuzen dediğinde dönüp baktığım( çünkü kuzenimin kuzeni) insan azmanı sarı kafa, yakışıklıca bir adam ! Bana benziyor! Zaman geçince farkediyoruz ki o, ben ve kuzenim birleşince kimyasal bir reaksiyon ortaya çıkıyor. Bu reaksiyon kendini genelde gülmekten tutulamayan çiş, asansörde altına kaçırma, çene kasılması, yanak tutulması ve yoğun kasık ağrısı olarak gösteriyor! Bir de kara, kısa boylu bir adam var ki hiç göründüğü gibi olmadığını sonradan farkediyorum! Çelimsiz görünüyor falan ama çok sağlam adam ha !Şimdi dönüp baktığımda çocukça gelen, küçük sürtüşmeler de yaşıyoruz onunla ama onu tanıyana kadar her konuda bir fikri olan hiçkimseyi görmemiştim! Bu da su götürmez bir gerçek!
Sürekli bir Sabri Amca lafı dönüyor ortada... Ben anlamıyorum pek sahilden insanları yara yara eve ulaşmaya çalışırken. Bir yandan kuzenim anlatmaya başlıyor " Bak burası kokoreççi Ayhan ağabeyin yeri, biz burdan yeriz hep! Burası da dondurmacımız ! Aaaa Sabri Amca nasılsın ?" diyor kuzenim, selam veriyor dondurmacı tonton amcaya! Eve ulaşıyoruz! Kuzenimin iki halası ve rahmetli babannesi( Melahat Teyzeceğim, Meloşçum, Aysel Gürel'in Çınarcık şubesi ruhun şâd olsun) yan apartmanda oturuyorlar. Onlara selam veriyoruz. Manav Osman'ın(Sonradan kafetarya oldu bilen blir) iki yanında ki apartman. Bir sokağa dönüyoruz! 2-3 metre yürüyoruz. Sarışın çocuk anahtarla kapıyı açıyor. Onlarda iki alt katımızda oturuyorlarmış. Apartmana giriyoruz. İşte o an kilitleniyor zihnime ki şu gün bile çıkmıyor aklımın gizli bölmelerinden! Yüksek merdivenler ve yüksek tavan... ve o koku... Yazın gelmesiyle hafifleyen rutubetin, tuz kokusu ve güneş kremiyle oluşturduğu saçma ama çekici armonisi... İşte bu koku, şu satırları yazarken bile hala burnumda. Eminim herkesin zihninde böyle kilitli anlar vardır.
HOPPP!
Beşiktaş iskelesine yaklaştık! Hayalin gerçekle kesiştiği o dönemeç benim hayata karışma vaktimin geldiği işaetini veriyor. Ama bitmiyor ki? Hangimizin bitiyor allahaşkına anıları ? Geri kalanı mecburen başka bir vapur yolculuğuna kalıyor...

7 Kasım 2009 Cumartesi

Çocuk, Sadece Çocuktu İşte...!


Bu cumartesi, uzun zamandır gitmek isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım "İki Dil,Bir Bavul" filmine gittim. Filmi oldukça beğendim. Açılım adı altında küstüm çiçeği misâli bir açılıp bir kapanan hükümet yetkililerinin izlemesini şiddetle tavsiye ediyorum. Türkiye, bildiğiniz üzere birkaç aydır alt kimlik - üst kimlik tartışmalarının kucağına terkedildi. Herkesin elinde bir saz, âşık atışması gibi her kesim bir diğerine giydirme derdinde(amiyane tabirle). İşte bütün bu karmaşanın içinde film en temel sorunu öylesine basit ele alıyor ki insan kendini "işte bu, işte bu !" demekten alıkoyamıyor. Film, Denizlili yeni mezun bir öğretmenin (Emre Aydın) bir doğu köyüne tayininin çıkmasıyla başlıyor. Gittiği köyde ki çocuklar bu coğrafyada yaşamalarına rağmen Türkçe değil Kürtçe biliyor. İşte belgesel ve kurmacanın güzel dozlandığı bu çalışma, çatışmayı bu iletişimsizlik üzerine kuruyor.
Düşünün ki idealleri olan yeni mezun bir öğretmensiniz ! Çocukları eğitmek, onlara birşeyler öğretmek ve karşılığında emeğinin karşılığını kazanmak için kilometrelerce uzak bir köye gidiyorsunuz. Öyle bir köy ki bu kötü hava koşullarında üç gün elektriği kesilen ve suyun olmadığı bir yer ! Ve öğretme arzusuyla yanıp tutuşuyorsunuz, olanaksızlıklar gözünüzde bile değil ! Bir bakıyorsunuz ki öğrencileriniz bırakın dersi anlamayı, sizin söylediklerinizi bile anlamıyorlar ! Bir öğretmen için nasıl bir yıkım olur bu kimbilir ?
Olayı bir yandan Emre öğretmenin tarafından ele alırken, bir yandan da köyün sakinleri ve öğrenciler yönünden ele alabiliyoruz. Çünkü film bize bu esnekliği sağlıyor. Aileler ise hiç de bize anlatılan gibi bağnaz insanlar değil. İşte tam bu noktada devreye kişinin filmle kurabildiği bağın gücü giriyor. Çünkü bu söylediğime inanmanızı beklemiyorum. Bu gerçekliği ancak hissedebilirsiniz! Ben bu samimiyete inandım. Belgesel çekmek taraf tutmanın ta kendisi elbette ! Yönetmenle bizzat tanışmışlığımızda yok ! Zaten kendisi röportajında da açıklıyor. Bir derdimiz olduğu için bu belgeseli çektik. Biz bu sorunda bir taraftık. Ama olayları objektif olarak ve manüple etmeden yansıttık diyor. Gerisi de izleyicinin algısına kalıyor !
Sonuç itibari ile koca bir sene geçiyor. Ders yılı bitiyor. Emre öğretmen Denizli'ye dönecek artık. Herşeye rağmen bayağı bir yol da katediyorlar eğitim adına. Çocuklar karnelerini alıp yaz tatiline giriyorlar batıda ki akranları gibi.
Aslında süreç çok da farklı işlemiyor. Çünkü onlar çocuk ! Sadece çocuk işte ! Tenefüs olduğunda dünyanın her köşesinde olduğu gibi sevinen, oyun oynayan, ders çalışmayı sevmeyen diğer çocuklardan bir farkları yok! Bu çocuklar öz olarak aynı olsalarda çikolatanın resmini görüp hiç yememiş olanlar ne yazık ki ! Buyrun buradan yakınız ! Eğitim sisteminde ki bir çarpıklık daha ! Kabul etmek zorundayız ki bu çocukların anadili Türkçe değil Kürtçe. Ve hiç bilmediğin bir dilde hiç bilmediğin bir nesneyi eğitim adı altında ezberliyorsunuz. Bu sistem sadece doğuda böyle değil, bu ülkenin heryerinde aynen bu şekilde işliyor. Bu çocukların şanssızlığı doğuda olmaları. Doğu bizler için bir yön tayin ederken bu çocukların kaderini çiziyor! Ne kadar acı değil mi? Hele ki bir sahnede Türkçe bilmeyen, anlamayan çocukların yarım yamalak okudukları Andımız öylesine trajikomik ki...! Kırılma noktası sadece filmde değil, insanın ruhunda da gerçekleşiyor !
Tüm bunların yanında filmde teknik aksaklıklar mevcut. Süreyi niçin bu kadar kısa tuttuklarını da merak etmiyor değilim hani ! Filmde sağlam donelere ulaşsakta insan biraz daha tanık olmak istiyor öğretmen ve öğrencilerin yaşadıklarına.
Velhasıl kelam eksileriyle artılarıyla "İki Dil, Bir Bavul" Türkiye için geç kalınmış bir belgeseldi. Benim gibi, birçoğunuzun da bu konuyla ilgili fikirlerinin daha da netleşeceğini düşünüyorum. Umarım benim kadar sıcak ve samimi bulursunuz.

4 Kasım 2009 Çarşamba

İstanbul Günlükleri 1: Nasıl Bir Jestti Bu Böyle ?






İstanbul'a yerleşeli 2 ay kadar oldu. Koşuşturmaca içinde bir baktım ki alışıvermişim bu garip şehre. İstanbul güzel... çok güzel hemde ! Ama İstanbul'da bir İzmir'li olmak o kadar zor ki ! Bugün vapurla Üsküdar'a geçtim hergün ki gibi. Bulutlar grinin en görkemli tonundaydı ve sise boğmuştu şehri. Dalgalar huysuzdu. Her bir yağmur damlası, birer toplu iğne gibi batıyordu denizin derisine sanki. Gökyüzü İstanbul'un renklerini çalmıştı, hepsini soğurup kurşunileştirmişti. Son günlerde iyice soğuyan havaya rağmen inatla vapurun üst katına geçiyorum. Yine öyle yaptım. Alt katta insanlar istiflenmişti !İstanbullu'ların genel tutumu buydu zaten ! Bir çoğu deli gibi kaçıyordu yağmurdan, rûzgardan, fırtınadan. İzmir'liler için zevktir yağmurda yürüyüp, iliklerine kadar ıslanmak. Diyorum ya garip şehir diye, insanları da oldukça garip! Biz doğaya meydan okuyan üç-beş kişiydik üst katta. Vapur hareket etti ve rûzgar yüzümüzde bir kırbaç gibi şaklamaya başladı. Sadece kendini değil, yağmur damlalarınıda kristal parçalar gibi yüzümüze savuruyordu. Tam denizin ortasındaydım ve artık soğuk yanaklarımı acıtıyordu ! Gözlerimi kapayıp montuma iyice sarıldım. İnat etmiştim bir kere yerimden kımıldamayacaktım. Bu meydan okuma garip bir güç büyütüyordu içimde. Doğa resmen bizimle oynuyordu ! Yok, vazgeçmeyecektim ! Deniz o an gizli dehlizine çekiverse bile bizi umrumda değildi ! Bazen yükselir ya çığlıklar insanın boğazına kadar, işte öyle yankılar büyüyordu içimde ! İnletsem inletirdim Marmara'yı bugün. Karşı tarafa geçene kadar bir tanesi bile kıpırdamadı olduğu yerden yol arkadaşlarımın ! Gizli bir antlaşma yapmış gibi sadece gözlerimizle konuşuyor birbirimize güç veriyorduk ! 10 dakikalık bu yolculuk, bana saatler gibi gelmişti! Çok da iyi gelmişti ! İnerken bir kez daha en kılcal damarıma kadar hissettim artık başka bir şehirde olduğumu ! Günlerdir aklıma düşmeyen yuvam(İzmir) sarsarak ruhumu, özletmişti kendini ! Eve dönüş yolunu tuttum. Minibüse bindim.(İzmir'liler dolmuş der.) Kafam uçup gitmişti kilometrelerce uzağa yarı sarhoştum artık. Yol boyunca dostlar, anılar, ana-baba ve en önemlisi İzmir kokusunu nasıl da özlediğimi fark ettim.
Evde sıkkın birkaç saat geçirdikten sonra benim için çok özel ve önemli biri bana hayatımın jestini yaptı. İzmir'i nasıl sevdiğimi bilirdi. Ben de onun beni nasıl sevdiğini... Bana İzmir'den sıcak sıcak fotoğraflar derlemişti. En sevdiğim yerleri hiç üşenmeden karelemişti. İzmir'de de hava bulutluydu ama... Bu tarif edilesi birşey değil anlamak için yaşamak lazım... Fotoğrafları görünce enerji ile doldum tekrar. İzmir hala oradaydı. Ne yokolmuştu, ne kaybolmuştu ! Oradaydı ve beni bekliyordu. "Duygu"larım kendini tamir etmişti sanki bir anda. Ne kadar iyi geldiğini anlatamam. Beni başka ne bu kadar iyi ederdi bilmiyorum. Teşekkürler ! Çok teşekkürler kurşuni renklerin efendisi !

3 Kasım 2009 Salı

"Kanal-İ-zasyon" Bok Çukurundan İbaret Değildi Bence !


Öncelikle şunu belirteyim ki; Emeğe saygısızlık şu camiada bir türlü içime sindiremediğim bir durum. Adam, öyle ya da böyle bir film çekiyor. Bilmem kaç lira para harcıyor. Set işçisinden, kameramanına, oyuncusundan, ışıkçısına onlarca kişi bu iş için ter döküyor. Gecesini gündüzüne katıyor. İşin ideolojik boyutuna hiç temas etmeyeceğim zaten. Kanal-i-zasyon sanat filmidir gibi bir iddiam da yok.Hoş, Yönetmenin veyahut Okan Bayülgen'in de filmle ilgili böyle bir beyanatını duymadım. Ama bir grup eleştirmen, oturdukları yerden her çekilen filmi yerin dibine sokmayı meziyet haline getirmişler. Yaptıkları yapıcı eleştirilerde değil ne yazık ki ! Yani yorumları Türk Sinemasına yol göstermek şöyle dursun daha çok hevesli yönetmenlerin gözünü korkutup, bu işi hiçbir zaman yabancı sinemacılar kadar iyi yapamayacaklarını alttan alttan hissettirmek yönünde.Elimden geldiğince Türk filmlerini takip etmeye ve onlar hakkında peşin hükümlü olmamaya çalışıyorum. Çok değerli hocam Ayşen Oluk Bir dersinde şunu demişti "Yıllarca sinemacılar sinemadan kazandıkları ile yat-kat alıp bu parayı sektöre döndürmediler. Eğer Türk Sinemasının endüstrileşememesinden yakınıyorsanız, önce kendinize çevireceksiniz aynayı." Bu düşünce bana o gün de bu gün de oldukça haklı bir özeleştiri penceresi açmıştı. Bizlerde bu popüler kültür filmlerini desteklemedikçe, Sinemamız hiç gelişemeyecek. Bu işi yapmaya niyetli sinemacılar hiçbir zaman yetişemeyecek. Sevgili eleştirmen büyüklerim, filmleri eleştirirken yerle yeksan etmek yerine, benim daha öğrenciyken çizebildiğim iyi niyetli ve yapıcı çerçeveden yaklaşabilseler ne güzel olacak !
Kanal-İ-zasyona gelince... Filmi, kuzenim ve yakın bir arkadaşımla birlikte izledim. Filme oldukça havamda ve gülmeye hazır bir halde girdim. Film boyunca o kadar güldüm ki neredeyse yere düşüyordum. Şimdi birçoğunuz bu kadar zeka seviyesi düşük esprilere neden bu kadar çok güldün ki diyeceksiniz. Fakat ben filmin kesinlikle oldukça ince bir zekanın ürünü ve yüksek bir hiciv ile ele alındığı kanısındayım. Çıkınca üçümüzün de gözünden kaçmamıştı koca salonda bizden başka gülenin olmadığı. Bunu insanların filmde ki esprileri anlayamadığına bağladık. Sonra eve geldim ve geçtiğimiz hafta içinde filmle ilgili yapılan yorumları incelemeye başladım.(özellikle izleyici yorumlarını) Sonuç, benim geldiğim noktadan oldukça uzaktı. İzleyenlerin filme gülmek bir yana dursun, filme, yönetmene, Okan Bayülgen'e, hatta ve hatta Türk halkına hakarete varan yorumlarını şaşkınlık içinde takip ettim. Film eleştirilerini iki kategoriye ayırmak zorunda kaldım.

1. Filme sadece gülmek için gelip beklediğini bulamayanlar.( ki bu grubun yorumları kısmen haklıydı)
2. Filmde Okan Bayülgen'in muhalif tavrının nasılda balon olduğunu savunanlar.

Okan Bayülgen'in hastası değilim. Standart bir izleyici kadar seviyor ve seyrediyorum. Bu Okan'ın çok da umrunda olmasa gerek:) Ama benim derdim ikinci kategori ile ilgili.Film boyunca Okan Bayülgen kariyerinin en kötü performanslarından birini sergiliyor muhtemelen( o kadar yapmacık ki)ama geriye kalan kadro parlıyor desem yeridir. Filmde, medya arkası tarafından bolca eleştirilen ekran yüzlerinin, bu eleştirel filme malzeme yapılmasını oldukça dahiyane buldum.Televizyon dünyasının sahte olduğu mesajı veriliyor. Ayrıca reytinglerin nasıl ucuz ve göstergesiz olduğuda defalarca kez dokunduruluyor izleyiciye. Finali zorlama buldum. Apar topar bitirilmiş ve biraz tutarsızdı.Mesaj kaygısı bangır bangır ben burdayım diyordu.
Ama 2. kısım eleştirilerinde en çok katıldığım konu ise kanal müdürünün doğruyu yapmaya, yayın kalitesini yükseltmeye çalışmasına rağmen kötü karakter olarak ele alınmasıydı. Bu adamın doğru yaptığı bu kadar şey varken, karakterin nasıl bu kadar kötü olabildiğine akıl sır erdirmek mümkün değildi. Diğer yandan da temizlik görevlisi İmdat'ın filmin sonuna doğru iyi karakterden yükselip yükselip kahramanlaştırılması kesinlikle filmin inatla vermeye çalıştığı mesajla çelişti.
Ama film genel olarak eli yüzü düzgün bir filmdi. Konu elbette daha iyi ele alınabilirdi ama Türk Televizyonculuğunun sarkan yönlerine değinilmesi gerekiyordu. Bu açıdan güzel bir başlangıçtı ! Tüm ekibin emeğini kutluyorum ve devamını diliyorum. Umarım sinmezler, yılmazlar ve hep daha iyiye koşarlar !

1 Kasım 2009 Pazar

Bana "doksanlardandoksan" Şarkı Saysana !

Uzun uzun düşündükten sonra gayet basit olan birşeyi farkettim. 90′lar Türkçe Poptan kopamayışımın sebebi tüm çocukluğumun bu süreci kapsamasıydı. Enteresan bir çocukluk dönemi geçirdim açıkçası. Sokakta oynamaktan nefret ederdim. Tek eğlencem uyduruk ama vefakar teybimle boş kasetlerimdi. 7/24 hiç durmadan ses kaydı yapar, radyo programları kaydederdim. Hatta kimse bu işten hoşlanmadığından programa gelen konukları sesimi değiştirerek kendim seslendirirdim.

Bir de sabırsızlıkla beklediğim anlar vardı. Mesela haftasonu alışverişleri; Allem eder kallem eder her seferinde bu ikiliye( annem ve babam) kaynak olurdum. Evimizin tam karşısında ki süpermarkete giderdik. Bizimkiler tam yiyecek reyonlarına sapacakları sırada aradan sıvışarak kasetlerin beni beklediği o mükemmel bölüme giderdim. Birgün kaset reyonunun tamamını alarak eve dönmek en büyük hayalimdi. Reyonun başına vardığımda önce yeni çıkanları didiklerdim. Ya da tv’de duyup aklıma düşeni arardım. Çok iyi hatırlarım şarkıcının adı veya albüm kapağının gösterişi için bile kaset aldığım olurdu. Sonunda uygun kaseti bulup bizimkilerin yanına dönerdim. Onlar artık beni reddetmekten vazgeçmişlerdi. Tutturmama gerek kalmadan her pazar kasedimi alır mutlu mesut evime döner defalarca dinlerdim.

2000′lere geldiğimizde cd’lerle tanışalı iki yıl kadar olmuştu. Bu on yıl içinde nasıl bir kaset arşivim olduğunu tahmin edersiniz. Fakat zaman çabucak geçip gitti. Çok sevgili kasetlerim yerlerinde tozlanıp duruyorlar. Geçen on yılın izleri ise beynimde ki melodilerle canlı duruyorlar.

Sonuç itibariyle tüm arşivimi tarayarak ( internettende yararlanarak ) 90′lı yıllardan en sevdiğim 90 şarkıyı seçtim. Sizlerle de paylaşmak istiyorum. Umarım 90′ları merak eden genç kuşağa ve 90′larda benden çok daha büyük olup o yılları hatırlamak isteyenlere bir kaynak olabilirim

Metin Arolat - Dert Değil
Metin Arolat - Elveda
Hakan Peker - Amma Velakin
Hakan Peker - Bir Efsane
Akın - Rebeka
Rengin - Ağlama Gönlüm
Pınar Aylin - Bekletme
Pınar Aylin - Yalvaramam
Serdar Ortaç - Gamzelim
Serdar Ortaç - Zakkum Çiçekleri
Serdar Ortaç - Kara Biberim
Nazan Öncel - Sokak Kızı
Bora Öztoprak - Seni Seviyorum
Bora Öztoprak - Akdeniz Geceleri
Yonca Evcimik - Tatlı Kaçık
Yonca Evcimik - Abone
Yonca Evcimik - Bandıra Bandıra
Yonca Evcimik - 9:15 vapuru
Nalan - Of Aman
Nalan - Hadi Yarim
Ozan Orhon - Saman Alevi
Zerrin Özer - Kıyamam
Zerrin Özer - Bırak Ellerimi
Kerim Tekin - Cici Baba
Kerim Tekin - Kar Beyaz
Tuğçe San - Tempo
Tayfun - Hadi Yine İyisin
Deniz Arcak - Yağmurdan Kaçarken
Deniz Arcak - Şam Şeytanı
Ümit Sayın - Hicran
Ümit Sayın - Ben Tabii ki
Reyhan Karaca - Sevdik Sevdalandık
Jale - Üzgünüm
Rafet El Roman - Amerika
Rafet El Roman - Leyla
Rafet El Roman - Bir Melek
Rafet El Roman - Seni Seviyorum
Seçil - Uhde
İzel - Hasretim
İzel - Dönmelisin
İzel - Avuçlarım Kanıyor
İzel - Bitmesin Bu Rüya
İzel - Eller Havaya
Çelik - Hercai
Çelik - Nazına Ölüyorum
Çelik - Ateşteyim
Ercan Saatçi - Tam 14 Saat Oldu
Tarkan - Kimdi
Tarkan - Kış Güneşi
Tarkan - Ölürüm Sana
Tarkan - Şeytan Azapta
Tarkan - Kır Zincirlerini,
Göksel - Sabır
Ah Canim Ahmet- Ah canım Vah Canım
Asya - Olmadı Yar
Asya - Vallahi Öptürmem
Asya - Beni Aldattın
Oya & Bora - Seni Bana Yazmışlar
Oya & Bora - Yalancı Sevgilim
Oya & Bora - Ara Beni
Oya & Bora - Sevmek Zamanı
Ajlan & Mine - Aşkolsun
Gönül Gül - Kemancı
Deniz Seki - Ahmet
Emel Müftüoğlu - Hovarda
Emel Müftüoğlu - Faka Bastın
Mutaf - Ayşa
Gülay - Cesaretin Var mI Aşka ?
Yıldız Tilbe - Sana Değer
Yıldız Tilbe - Delikanlım
Yıldız Tilbe - Çal Oyna
Niran Ünsal - Haktan
Mustafa Sandal - Araba
Mustafa Sandal - Sana İhtiyacım Var
Mustafa Sandal - Tek Geçerim
Gökhan Kırdar - Yerine Sevemem
Demet Sağıroğlu - Arnavut Kaldırımı
Ayşen - Aman Be
Tuba Önal - Umut Sürdükçe
Sibel Tüzün - Kaçın Kurası

Son 10 ise albümlerin tamamı arşivlik
81. Sezen Aksu - Gülümse

82. Sertab Erener - La’l

83. Levent Yüksel - Med Cezir

84. Mirkelam - Her Gece

85. Kenan Doğulu - Yaparım Bilirsin & Sımsıkı

86. Burak Kut -İlk Üç Albüm ( Benimle Oynama, Yaşandı bitti, Küçük Prens)

87. Sibel Alaş - İlk Üç Albüm( Adam, Fem, Çocuk)

88. Aşkın Nur Yengi - Hesap Ver, Sıramı Bekliyorum, Kara Çiçeğim

89. Nilüfer - Esmer Günler, Geceler, Ne masal Ne Rüya, Yine Yeni Yeniden, Geceler

90. Kayahan - Yemin Ettim, Odalarda Işıksızım

Ve ve ve daha niceleri; Ajda Pekkan, Yeşim Salkım( Deli Mavi, Son sigara, Yeditepe İstanbul), Ayşegül Aldinç,Seden Gürel, Ferda Anıl Yarkın, Ayna, Grup Laçin, Kim Bunlar, Vale, Çıtır Kızlar, Birkaç İyi Adam, Grup Vitamin, Eda Özülkü, Bendeniz, Harun Kolçak,Cemali, Tüzmen, Ege, Yaşar, Suat Suna, Mfö, Hazal, Cartel, Fatih Erkoç, Sinan Erkoç, Zafer Peker, Taner,Sibel Gürsoy, Melis Sökmen, Şahsenem, Soner Arıca…

Onlarda unutulup gitti ! Belki de bugün çocuk olanlar Hande Yener’in Romeo’sunu çocukluğumun şarkısıydı diye hatırlayacaklar. Tıpkı Benim, bizim gibi…


Sahipsiz Mektup

Zil çaldı ! Ve uyandım uykumdan aniden ! Geç kalmıştım ! Defalarca kez bir daha o durakta durmayacak otobüslerin arkasından bakakaldım ! Gecelerdir uyarı niteliğinde ki bu içerikli rüyalarım yatağımı, yorganımı rahat bırakmaz oldu ! Ama bu sefer geç kalmaya niyetim yok ! Otobüs şöforü beni içeri almasada, Param yetmesede, O şehirde öğrenci kimliğim kabul görmesede bu sefer geç kalmaya hiç ama hiç niyetim yok !

Nerden başlasam, nasıl devam etsem hiç bilmiyorum. Mektup yazmayalı yıllar oluyor. Üzgünüm ama ben kalbimin diğer yarısı evde tek başına televizyon izlerken, Küçük bir hayvan sürüsü kalbimin yarısını ezip kanatmışken, ben bu kadar yalnızken, mesafelerden ölesiye çekmişken, öylece durup bekleyemem. Yapamıyorum işte ben böyleyim. Belki sende birşeyler vardı, oldu. Belkide zerre kalp kırıntısı yerini değiştirmedi bilmiyorum.

Gel gör ki ben aynı ben değilim.

Adını parçalara bölsem bile anlamını yitirmiyor. Fakat sayende ben anlamımı yitirdim. Ben artık daha bir bayat, daha bir manasız sanki. Biz olmak çok mu uzak? Çok mu zor ? Belki gülüp geçiyorsundur bu okuduğun satırlara bunuda bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var seni seviyorum !

Geçmişim, bugünüm ve geleceğim tozlu bir kitabın sayfaları gibi senin parmaklarına hasret! Tüm hesaplarımı kapattım ! Borçlarımı ödedim, alacaklarımı aldım ! Masumiyet yaşasın istedim sadece bizi ! Yaşanırsa yaşanır ! Yaşanmazsa silip götürsün geleceğimizi !

Zaman dolmadan, Kum taneleri o incecik dehlizden geçip hatıralar haznesine yuvarlanmadan, bu küçücük taze filizi senin topraklarına gömmek istedim! Cüretimi mazur gör ! Sadece sende kaldığımı, Orda kalbimin yarısının tüm şehre kan pompaladığını bil istedim !

Hakkımda 10 Küçük Ayrıntı !

  • Tüm ege otlarını yerim ama sarmaşık yemem!
  • Ayağımda çorap varken ıslak zemine basmaktan nefret ederim !
  • İzmir'liyim !
  • Zeki insanları çok severim, zeki görünmeye çalışanları değil !
  • Sadece 4 yıldır gece yatmadan dişlerimi fırçalıyorum. Hatanın neresinden dönersen kardır :)
  • 3 yılı profesyonel olmakla birlikte,7 yıl oyunculuk yaptım !
  • Huysuz kadınları çok çekici bulurum !
  • Oyunculuk sıktı 3 yıl da vokallik yaptım.
  • Marmara Üniversitesi Radyo,Sinema ve TV bölümünde okuyorum.
  • Dertlenince Kibariye dinliyorum !