30 Aralık 2011 Cuma

2011'e Bir Selam Çakalım !

Yazımı John Legend - So High eşliğinde yazdım bir yandan tıngırdasın, bir yandan okuyun efenim;


Koca bir seneyi devirdik. Yarın günün ilk ışıklarıyla birlikte çoğumuzu abartılı bir heyecan ve koşuşturmaca saracak. Etraftan edindiğim izlenim bu sene ev toplaşmalarını tercih edilmiş olması. Bence de mantıklı bir seçim İstanbul'da yeni yıla sokakta girmek her anlamda riziko! Bir kısmının umurunda değil tabii ki sene bitmiş, yenisi gelmiş vs.normaldir. İçinizden de geçirmeyin iyi ki bir yeni yıl yazısı tuttu yine yazıyor yine yazıyor diye! Onunla ilgili yazmıyoruz herhalde! Ama istesem yazarım, biliyorsun yazarım ! E şimdi seneyi bir temize çekmek lazım. Şöyle bir bakalım.


*Sosyal Medya: Bu yıl twitter Türkiye'de rüştünü ispatladı desek yeridir. Facebook ile sürekli karşılaştırılan Twitter kabul edin yada etmeyin medyanın en önemli ayaklarından biri haline geldi. Geri bildirimler çok daha hızlı, daha gerçek ve daha acımasız. Gündemi takip etme açısından daha sağlıklı ve daha dürüst. Ayrıca henüz sansür mekanizmasına gelişmedi. Dolayısı ile oto sansür de yok yazarlar açısından. Herkes özgürce fikirlerini dile getirebiliyor. Twitter da gerçekleşen olaylar, yazılı ve görsel basına  da malzeme ediliyor artık. Bu da sosyal medyanın bir güç olarak tanındığına delalettir.Gündem değiştirebilen bir güç hem de... (Panpiş vakasına girmiyorum)



*Arap Baharı / Kaddafi ve Usame Bin Ladin'in Ölümü/ Öğrenci Olayları: Arap yarım adasında meydana gelen protesto ve ayaklanmalar bu yıla damgasını vurdu. Adına da Arap Baharı dendi. Demokrasi arayışı içine giren halkların böyle ateşlenmesi güzel ama bu başkaldırının aniden gerçekleşmesi akıllarda soru işaretleri yarattı. İşin içinde Amerika var diyollar! Ayaklanmaların ardından Libya'nın marjinal liderinin ölümü ve bunu sansürsüz yansıtan dünya basını ister istemez 2011'in kara lekelerinden biri oldu. terör örgütü lideri Usame Bin Ladin öldü Amerika derin bir nefes aldı! Hıh! Ekonomik krizin baş gösterdiği Avrupa'da öğrenci olayları ve protestolar yaşandı. Avrupa birliğinin tehlikeye düştüğü konuşulmaya başlandı. Bu çatırdama dünyada büyük yankı uyandırdı. 2008'de Amerika'nın yaşadığı krizin ardından gerçekleşen bu olaylar dizisi kapitalist politikaların bir nebze olsun sorgulanabilmesini sağladı.






*Şefika Etik'in Katlinin Basına Yansıması: Sırtında bıçakla sedyenin üzerinde bağırsakları dışarı çıkmış bir kadın cesedinin sürmanşetten verebilen bir zihniyetin habercilik yapabildiğine şahit olduğumuz yıldı 2011. Benim için yılın en önemli olayıydı. Şiddeti pornografi haline getiren bu adamlar gazetenin genel yayın yönetmeni olabiliyorlar. Geride kalan çocuklarını önemsemeden kadına şiddeti daha meşru hale getiriyorlar!








*Uludere Olayında Oto-Sansür Skandalı: Şırnak Uludere'de aralarında çocukların da olduğu 35 sivilin bombalanarak katledilmesi haberini canlı yayında vermeye çalışan deneyimli gazeteci Ayşenur Arslan'ın oto sansür ile burun buruna gelmesi... Ne acı... Haber kanalı sandığımız bir kanalın yöneticisi valilik tarafından doğrulanan bir haberi bile vermeye korkuyor ve program sunucusuna engel olmaya çalışıyor. Misyonu halka haber vermek olan medya bireysel kaygılar yüzünden bu misyonunu yerine getiremiyor. Söylenecek pek fazla  şey yok!








*Amy Winehouse öldü / Adele ünlendi: Soul müziğin gelecek vaat eden ismi Amy Winehouse evinde ölü bulundu. Müzik dünyası için büyük bir kayıptı. Benim de çok başarılı bulduğum genç bir sanatçıydı. Denk gelmesi kötü oldu fakat bu yıl benzer bir tarza sahip olan Adele oldukça ünlendi. Yeteneğin sıfır noktası olan ilham mutlak bir enerjiyle kendini ikame ediyor belki de...












*I Phone 4 S ve Steve Jobs: Bunu asla anlayamayacağım. Steve Jobs eceliyle öldü. Allah rahmet eylesin , toprağı bol olsun! Eee ? Türk halkı için ne ifade ediyordu Jobs bilmiyorum. Benim için Apple  Ceo'sundan başka bir şey değildi. Standart bir kanser hastasının ölümüne üzüldüğüm kadar üzüldüm. Kimse ölmesin tamam de tanımam etmem bir rakı sofrasına oturmuşluğum mu var sanki? Allah taksiratını affetsin ama bence bu I Phone 4 S'ten çok ah aldı rahmetli. Ama bizimkileri görseniz şırktılar kendilerini. sayfa sayfa yazdılar, fotoğraflar paylaştılar, acıklı iletiler yazdılar. Sanki amcanın oğluydu Steve Jobs! Helva kavurmadılar bu sefer hayret!









* Acun İmparatorluğu: Evet bir kanal vardı eskiden adı Show TV idi ama şimdi bir adam var ondan fırsat kaldıkça Show TV'nin yayınlarını izleyebiliyoruz. Yaptığı 3 yarışmayla birlikte bir kanalı istila etti. Tekrarı, özel bölümü, unutulmayanları derken yayın akışının yarısını kaplıyor bu Acun Ilıcalı. Kazandıkları helal olsun gözümüz yok (yalan!) ama Allah insana çirkin şansı değil Acun şansı versin demekten alamıyor kendini. Neyse ki yaptığı yarışmalardan birinde jüri üyeliği yapan pek tatlı Hadise halkın sempatisini kazandı. Bir işe yaradı Acun :)





Maxi'den Seçmeler 


Yılın Şarkısı: Nil - Hakkında Herşeyi Duymak İstiyorum
Yılın Klibi: Katy Perry - E.T.
Yılın Müzikal Keşfi: John Legend
Yılın Yerli Albümü: Ajda Pekkan - Farkın Bu
Yılın Yabancı Albümü: Journey - Escape (1981)
Yılın Kitabi: Jose Saramago - Kabil
Yılın Dizisi: Glee ve Game of Thrones
Yılın Filmi: Lars Von Trier - Melancholia




27 Aralık 2011 Salı

Paşa Gönlüm İsterse Noel'i de Kutlarım, Sana Ne ?

Özel günleri sevmem. Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü hatta son dönem uydurulan, asansörde tanışma günü, dünya öpüşme günü ve daha niceleri bana hep tırışkadan gelmiştir. En nihayetinde deliye her gün bayram. İnsan aradıktan sonra kutlayacak bir şey buluyor elbette! Yok yok merak etmeyin "bunlar kapitalist dünyanın tecimsel kaygılarından ötürü şişirilmiş, metalaştırılmış maneviyat.." diye başlamayacağım. Bu teraneleri hepimiz biliyoruz. Ama ben de taştan olmadığımdan benim de önemsediğim birkaç özel gün var. En önemlisine doğru sıralayacak olursak...

3. Kurban ve Şeker Bayramının İlk Günleri: O günler babaannemin açtığı şahane sofraya oturur, kurbancık zavallı kuzusu ve daha nicelerini yeriz. (kişilik bölünmesi) Midemiz bayram eder. Tüm aile bir araya gelir uzun uzun sohbet ederiz. Eve dönünce günü kritik eder, dedikodu yaparız. Sabah namazı dönüşü eve boyoz alır, el öptükten sonra harçlık alırız. (En azından anne-babamızdan)


2. Doğum Günüm: Sevdiğin sevmediğin herkes arar. Sevdiklerin aradığında mutlu olursun. Sevmediklerin aradığında yapmacıklıklarını görür dalga geçersin. Pasta yersin, dilek tutarsın. İlgi odağı sensindir, istediğin kadar kapris yapma hakkına sahip olursun. Herkes sana iyi ki varsın der. Zaten iyi ki var olduğunu bilirsin ama birilerinin tasdiklemesi ego parlatır. En önemlisi de bol bol hediye alırsın.


1. Yılbaşı: Evet, şu kısacık hayatımda en en en önemsediğim gün yılbaşı olmuştur. Bunun belli başlı sebepleri var tabii ki. Mesela kasım bittiği ve aralık ayına girildiği için doğa bir silkelenip kendine gelir. Kış ayında olduğunu fark eder. Sonbaharın o saçma hüznü yok olur. Havalar iyice soğur. Bu yüzden hareket ettiğinde asla terlemezsin. Kalın giyindiğin için kiloların kamufle olur. Yazlıklar tamamen yok olur. Geçen sene giydiğin kazaklar ortaya çıktığında sanki onlar sana yeni alınmışlar gibi çocukça bir hisse kapılırsın. İçin içine sığmaz, bir sürü yeni kıyafetin oldu sanırsın. Sahlep içebilirsin. Boza satılmaya başlanır. Nefesini dışarı verirken ağzından duman çıkar, sigara içme taklidi yapabilirsin. Benim gibi sıcağı hiç sevmeyenlere ilaçtır aralık ayı. Ayrıca belki kar da yağabilir. (İzmir için pek mümkün değildi ne yazık ki)
Fakat tüm bunların haricinde yeni yılın en özel tarafı kendine has bir ruhu olmasıdır. Çünkü koskoca 12 ay devrilmiştir. Tüm bir sene tamamlanmıştır ve geriye sayıp her şeyi sıfırlama vaktidir artık. Sokaklar ışıl ışıl yanar. Herkesi yeni yıl hazırlıkları sarar. Planlar yapılır. Hediyeler alınır. Yılın en huzurlu ayıdır aralık ayı benim için. Aslında olayı bu minvalde ele aldığımızda yeni yıla ve yılbaşı kutlamalarına verilen tepkinin boşuna olduğunu fark ediyoruz. Çünkü yeni yıl ruhu dediğimiz şey Noel'den bağlantısız bir ruh halidir. Yeni yılın gelişini kutlamak Hristiyan özentiliği değildir. Ağaç süslemenin kime ne zararı vardır? Bunun kültür erozyonuna sebep olacağını düşünen zihniyete diyecek laf yoktur. Çünkü onların beyinleri çoktan erozyona uğramıştır. Ayrıca keşke bütün yozlaşmalar bu şekilde olsa. İyi niyetlerle donanıp, güzel planlar yaparak, sevdiklerimizle birlikte felekten bir gece çalıp birbirimize hediye almanın ne sakıncası olabilir ki?
Her yeniliği bölücü algılayan bir zihniyete, damarlarına kodlanmış konservatizm taşıyan bir halka böyle bir özel günü anlatamazsın. Yıllardır da anlatamadık zaten. Ama ben inandıklarımdan vazgeçmeyeceğim. Yine yeniden, her yıl olduğu gibi yepyeni bir senenin gelmesini, tüm sıkıntıları geçen sene de bıraktığımızı umut ederek yeni yılı karşılayacağım. Öyle bir coşkuyla selamlayacağım ki 2012'yi en kötü yılımız böyle olsun diyeceğim her yıl olduğu gibi.


Not:


* "Ey Müslüman Kardeşim, soruyorum sana, bir Peygamberin doğum gece içki,kumar,dans,zina gibi şeylerle kutlamak Allah’ın (c.c.) indirdiği hangi dine ve kitaba uygundur? Ey Müslüman Kardeşim, dinimizde noel ve yılbaşı kutlamalarının hiçbir yeri yoktur. Hatta bir insan bugünü kutlama niyetiyle birine ufak bir hediye verse alsa dinden çıkar. O halde dini emirlerimizde ve milli örf ve geleneklerimizde hiçbir yeri olmayan noel ve yılbaşını Müslüm anım diyenler, niçin ve nasıl kutlayabilirler? " 
Dinden çıkıyormuşuz gençler, şişşt dikkat! Tey allahım! Bu yüzden çıkacaksam çıkayım zaten de bunun kararını kim neye göre veriyor? Nedir kıstas anlayamadım !

** Bu yıl şampanya da patlatıyorum, hindi de dolduruyorum (tarifini bulduk, uzman tv sağolsun) Var mı diyeceğin?


***
En sevdiğim Yeni Yıl filmi "The Holiday"
En sevdiğim Yeni Yıl şarkısı " All I want for Christmas is you"
En sevdiğim Yeni Yıl kitabı "Sevgi Öyküleri - Leo Buscaglia"


Mutlu Yeni YILLAR !!! 

18 Aralık 2011 Pazar

Heidi: Özgürlük İçimizde!


Fotoğrafı görür görmez hayallerimde defalarca kez canlandırdığım evin gerçeğiyle burun buruna geldim. Şimdi bile ne zaman bunalsam, sıkılsam ve gözlerimi kapatıp düşlesem en sık kurduğum hikayelerden biridir Heidi'nin evi. Kısa siyah saçlı, al yanaklı bu kızın maceraları -bazılarına garip geleceğini bile bile yazıyorum- özgürlük ve kendini gerçekleştirmeyi birebir karşılar. Çünkü Heidi benim için derin bir kabulleniş değil tam aksine bir baş kaldırıdır. Heidi idealizmdir. Heidi cesarettir. Heidi olabilmek özgürlüklerin en büyüğüdür. Anne babanızı yitirmiş küçük bir çocukken hayatta tek güvendiğiniz kişi olan teyzeniz sizi sürükleyerek Alp Dağlarının eteklerinde küçük bir kulübeye, huysuz ihtiyar dedenizin yanına bırakıyor. Ve ardına bakmadan uzaklaşıyor. O dakikadan sonra alenen belli ki kimsesizsiniz. Herkesin içinin burulduğu şeylere pek üzülemem ama bu ruh haliyle her çizgi filmi izlediğimde veya her kitabı okuduğumda özdeşleşirim. İçimi derin bir keder alır, ruhum sıkılır. O yalnızlığı hiç yaşamasam da en büyük korkumdur yalnız kalmak. Ve Heidi'nin kimsesizliğini öyle yüreğimde hissederim ki, fikir ürünü olan bu 5 yaşındaki kızın çaresizliği beni bildiğim tüm değerlere isyan ettirir. Ama küçük kızın hikayesi bu yıkımla başlar. Heidi başka bir kızdır. Özünde öyle fırıldak bir enerji, öyle kök salmış bir yaşama gayesi vardır ki, o üzüldüğümüz kıza özenmeye başlarız. Heidi çatı katındaki saman yatağına uzanıp, küçük penceresinden görünen yıldızları izlerken, inek sağıp, tereyağı yapmaya çalışırken, Peter ile birlikte dağların en dik yamaçlarına tırmanıp kuzuları otlatırken Heidi sadece kendisidir. Heidi var olan bu düzene adapte olmamıştır, düzen onunla birlikte evrilmiştir. Asosyal Peter bir arkadaş kazanmış ve iletişim kurmayı öğrenmiştir. Huysuz ihtiyar Alm-ohi, pamuk dedeye dönüşmüştür ve Heidi'yi öyle çok sevmiştir ki birbirlerinin tüm yalnızlıklarına ilaç olmaya başlamışlardır. Heidi sayesinde Alm-ohi yıllardır inmediği kasabaya inerek kasabalılarla konuşmaya başlar. Heidi için yıllardır olmadığı kadar özenli davranmaktadır. Küçük bir çocuğun sorumluluğu onu daha insani hale getirerek kalbindeki tüm buzları eritmiştir. Heidi her gün seve seve ekmek peynirini Peter ile paylaşır. Heidi öyle inatçıdır ki küçük keçisi büyümediği için kesilmesin diye ona bir mevsim boyunca en taze bitkileri bulmak için yüksek kayalıklarda hayatı pahasına ot toplar. Peter'in kör büyük annesini sık sık ziyaret eder. Küçük Heidi zamanla kasabanın sevgilisi olur. Ondaki içtenlik ve kendi olma hali Dedesi ve dış dünya arasındaki tüm olumsuz zincirleri kırmıştır. Heidi etrafında dönen yaşamı yansıttığı yaşam enerjisi ile kendi çarkında döndürmektedir.
Ta ki teyzesi geri dönene kadar. Teyzesi Heidi'yi Frankfurt'a, yürüme engelli bir kıza arkadaşlık etmesi için götürmek istemektedir. Heidi'nin zorla geldiği fakat geçen zamanda ve yaşadıklarında evi bildiği bu küçük kulübeden zorla, sürüklene sürüklene ve ağlayarak koparılır. Küçük bir kız böyle bir zulme nasıl maruz bırakılır? Heidi için en büyük sınav Frankfurt'ta gerçekleşir. Evinden koparılan küçük kız yeni arkadaşı Clara'yı sevmiştir fakat mürebbiye Bayan Rottenmeier Heide'ye hayatı dar etmektedir. Heidi'yi görgüsüzlükle suçlayan Bayan Rottenmeier'a karşı asla teslim olmamakta doğru bildiğini okumaya devam etmektedir. Bir mürebbiye otoritesini kendi istedikleri için reddetmektedir. Heidi Alpleri ne kadar özlediğini bir tek Clara'ya anlatabilmektedir. Heidi buradaki ev halkının sevgisini kazansa da her geçen gün daha da içine kapanmakta, neşesini kaybetmektedir. Evin yüksek pencerelerinden gökyüzüne bakarak, kendi çatı katındaki küçük penceresini hayal etmektedir. Özellikle Heidi'nin önünde saatlerini geçirdiği bir tablo vardır ki küçük kızın reel olanla olmayan arasındaki farkı kaybettiği noktadır; o da dağın eteklerinde durup ufka bakan yaşlı bir adamın silüetidir. Heidi dedesini çok özlemiştir. Bu derin özlem ve yol açtığı sanrılar onda uyur-gezerliğe sebep olur. Heidi'nin giderek daha kötü olduğunu fark eden ev halkı kızın bu haline daha fazla dayanamayarak onu Alp'lere yani evine gönderir. Dedesine, Peter'e, küçük çatı katına, saman yatağına, keçi sütüne kavuşan Heidi çok mutludur. Kendi gibi olduğu, var olan düzene uyumlanmadığı ve onun yerine direndiği için mükafatını almıştır ve özünü yitirmeden geri gelmiştir. Heidi özgürlüğüne böyle kavuşmuştur.
Bir çoğumuzun bakıp geçtiği, çocukluğumuzda terk edip, kilitlediğimiz bir hikayenin baş kahramanıdır Heidi. Kimsenin özündeki cesareti fark edemediği var olabilmenin tek yolunun kendin olabilmekten geçtiğini anlatan önemli bir karakterdir. Bu küçük bedenli kızın kocaman yüreği onun önünde yanan bir deniz feneridir. Alplerin eteğindeki o küçük kulübe bazıları için otantik bir tatil ifade etse de benim için özgürlüğün temsilidir!



5 Aralık 2011 Pazartesi

Ölümcül 4 Ses

Kendimi bildim bileli şarkı söylerim. Fena da söylemem ha, dinleyenler beğenir. Buna mukabil iyi de bir kulağım var, iyi ve araştırmacı bir müzik dinleyicisiyim aynı zamanda. Yeni ne çıkmış, kim aranje etmiş, bunun söz yazarı kim ? Şurada ki gitar solo bir yerden sample mı? vb. detay soruları sıkça sorar, doğrusunu öğrenirim. Ama konu vokallere gelince bu aşamada hassasiyetim artıyor elbette. Ve edindiğim deneyimler sonucu ve kişisel beğenilerimin de ışığında Türkiye'de tahammülü mümkünsüz dört ölümcül erkek vokali belirledim. Sondan başlayarak afişe ediyorum efenim. 

4. Halil Sezai Paracıkoğlu: 

Bu adam şarkı söyleyince, kendi kendime kulaklarımı tıkayıp " nanana SENİ DUYMUYORUM Kİ! LALALAL NANANA!"  yapasım geliyor. Genç kızlar ölüp bittiler bu adam için nedir bu adamı bu kadar özel yapan anlayan varsa beri gelsin. Şarkıların bir çoğunu dinledim. Benim lisede kendi kendime bestelediklerimden bir farkı yok. Hatta onlar daha iyi! Hele bir de ilk hecelerde nefesi böle hafif içine çekip boğazını temizlermiş gibi çıkardığı ses yok mu kafasını patlatasım geliyor. Ama diğer üçüne göre daha dinlenilebilir olduğu için kendisine daha fazla giydirmeyeceğim.

3. Mustafa Ceceli:


Listemizin üçüncü sırasında kıtipiyoz Ceceli yer almakta. Kendisinin sürekli ağlar gibi şarkı söylemesi benim tahammül sınırlarımı öyle zorluyor ki "uydurma lan, bu şarkıyı da mı bu kadar yüreğinde hissediyorsun. Bırak allasen" diyesim geliyor. Ceceli'nin en tahammül edemediğim şarkısı ise "Ne olur dön geri, sevindirme elleri," şeklinde nakaratı olan şarkısı işte o nakarat söylenmeye başladığında kanım çekiliyor, gözlerim kararıyor. Ceceli'nin teknik açıdan ziyade samimiyet ile ilgili problemleri var. Bir insanın Orhan Gencebay veya Kayahan olması lazım ki böyle gönül insanı olsun ama bu adam sadece ağlak ve o şarkı söylediğinde içim kıyılıyor! Ayrıca lütfen Sezen Aksu şarkılarına ilişmesin onları Göksel'e bıraksın!

2. Cem Adrian


Bu adamı sevmiyor değilim çünkü bildiğin nefret ediyorum. O kedi miyavlaması gibi söylediği şarkılar, medyada ses genişliği hakkında çıkan saçma sapan spekülasyonlar ve bunları çıkıp yalanlamaması, bunlardan faydalanması, reklam yapması Adrian'ı daha da antipatik hale getiriyor. Ulan çıkıp de ki "arkadaş bir adamın 545665 oktav sesi olmaz, bunun uluslararası ölçütleri vardır. Şu şu aralıklar şarkı söylemek için yeterliyken, aralık şu şekilde genişlerse bu ses aralığının normal insanlara göre geniş olduğunu gösterir. Aslında benim sesim götüm gibi fakat o kadar çok kafa sesi kullanıyorum ki hepiniz bi bok bilmediğinizden kerizleniyorsunuz de." bunu de lütfen! Çünkü her yazdığın şarkıya yağmur, kar ve çocuk kelimelerini yerleştirip, yerlerini periyodik aralıklarla değiştiriyorsun ve biz seni yeni albüm yaptın zannediyoruz. Ayten Alpman söylemek senin neyine acaba sen daha kendi şarkılarını bile doğru düzgün söyleyemiyorsun. Melis Sökmen gibi harikalar seninle sahneye çıkmaya tenezzül ediyorlar, ben ne kadar şaşırsam da sen şaşırma! Titre ve kendine gel gözünü seveyim! Bence çalışmalara "daha dün annemizin" isimli şukela eserle başlarsan zamanla şarkı söyleyebileceğini düşünüyorum. Bir 10 yıl sonra falan... 




(Bu arada 4. sıradaki arkadaşla aynı sahneye çıktığınızı ve kayıtlarınızın olduğunu duydum. Bir yerde denk geleceğim diye ödüm patlıyor.)

1. Ferhat Göçer


Evet, geldik listemizin 1. sırasına :) Mahşerin dört atlısının en kana susamış olanına. Çünkü bu adam şarkı söylemiyor. Toplum üzerine deney yapıyor. Sesini bir silah gibi kullanıyor, her medyada çekinmeden sağa sola savurduğu birbirinden berbat şarkılarıyla halk sağlığını tehdit ediyor. İşin aslı listenin 1. sırasında bir şarkıcı olsun çok isterdim ama ne yazık ki Göçer bir şarkıcı değil, bir müezzin. Özellikle tizlere çıktığında bakalım elini ne zaman kulağına koyup ezan okumaya başlayacak diye merakla kavruluyorum. Öyle fena öyle fena bir sesi var ki o şarkı söylerken yer yarılsa da içine girsem keşke diye yalvarıyorum. Sanki kusuyor gibi şarkı söylüyor ve yanağındaki kraterlerden birinden hava kaçırdığına eminim. "Yastayım" gibi şahane bir şarkıyı bile öldürmeyi başarmış, Türk müziğine müdahil olmuş vuvuzeladan sonra en sinir bozucu sese sahip erkek vokal odur.

Müezzin ıkınırken!

Not: Sinan Akçıl ve Soner Sarıkabadayı bu listede yoklar.  Çünkü hiçbir kayıtlarında duyabileceğim frekansta bir ses çıkarmamışlar. Ama sivrisineklerin beğeni ile dinlediğine eminim.





30 Kasım 2011 Çarşamba

Kanımın Sigara ile İmtihanı

Yıllarca sigaraya direndim. Direnmek az gelir nefret ettim sigaradan. Annem de babam da sigara içerler. Çocuk aklımla gider paketlerini kapıp çöpe atardım. Dünyanın lafını söylerdim. Surat asardım.

-Öpmeyin beni leş gibi kokuyorsunuz. 
-Sana sigara almaya bakkala falan gitmem anne !
-Şu kül tablasını kaldırsana ortadan yiaa!
-Nasıl içiyorsunuz şunu anlamıyorum. Çok mu lezzetli sanki ?
-Ne oluyor şimdi bunu içine çekince?
-Salonda içme, mutfakta iç!
-Beni de zehirliyorsunuz!


Ve daha niceleri... Bir gün annem öyle bir kızdı ki

-Hele büyüyünce elinde sigara göreyim. Bak sana yemin ediyorum o sigarayı burnuna sokacağım! dedi. Haklıydı kadıncağız onu da çileden çıkarmıştım.

Lise hayatım boyunca ağzıma sigara sürmedim. Değil içmek, fikri bile beni hasta ederdi. O zaman artık nasıl bir algı varsa bende, sigara büyük adamların işiydi ve pisti. Onu içmek için çok büyük dertlerin olması gerekirdi.
Üniversiteye geçtiğimde sınıfın %90'ı sigara içiyordu. Her mola verildiğinde hep bir ağızdan tüttürüyolardı. Hiç unutmam soğuk bir kış sabahıydı. İlk dersten çıktıktan sonra etrafı doğrama kaplı ve sigara içilebilen mola yerine indik. Tuğçe diye bir arkadaşım var o zamanlar. Paketini çıkarıp bir sigara yaktı. (Malboro Light) Dumanı içine çektikten sonra, dışarı verirken alt çenesini öne doğru itiyor ve dumanı yavaş yavaş salıyordu. Böylece duman çok daha yoğun ve ağır ağır yükseliyordu. Kızın böyle sigara içmesi beni çok etkilemişti. Kışa kadar geçen süreçte sigaraya olan ön yargım ve daha niceleri yalnız yaşayabilmenin getirdiği ben oldum hissiyatıyla iyice kırılmaya başlamıştı. En sonunda dayanamayarak bir sigara istedim. Tadının kötü olacağından öyle emindim ki. Saçmalama ya deli misin ? Ne güzel içmiyorsun işte ne gerek var dedi! Israr ettim en sonunda dayanamayarak bir tane uzattı ve sigaramı yaktı. 

O ilk an İnanılmazdı !

Sigaradan bir duman çektim. Muazzamdı. O an anladım ki aşık olmuştum. O nasıl okkalı, dolu dolu bir tattı. O kadar çok beğenmiştim ki kendime bile itiraf edemedim. Fakat aklımdan ilk geçen şey annem ağzıma s*ç*c*k oldu! Çünkü sigaradan ilk nefesi çektiğim an, bir daha yollarımızın ayrılmayacağını anladım.
Bundan sonrası standart süreç olarak işledi. Önce inkar, ardından otlakçılık, sonra paket taşıma, ciğerine çekme denemeleri, ciğerine çekmeyi başarma, sigara değiştirme, daha sık hastalanmaya başlama, bir kaç bırakma teşebbüsü, sonra kabulleniş, günde 1 paket, sonra 1 buçuk, yemekten sonra bir tane, kahveden sonra bir tane, orgazm mı oldun yak bir tane, otobüs gelmedi kaç dakikadır anasını satayım yak hadi bir tane daha derken, derken kerli ferli sigara kullanıcısı haline geldim. 
Ta ki dört gün önceye kadar! Sigara artık tat vermemeye başlamıştı. Yani içtiğimi tadını sevdiğim için değil, sadece alışkanlık olduğu için içiyordum. O bayılarak içtiğim dal dal sigaralar artık 2. nefeste midemi bulandırır olmuştu. Hatta öyle bir noktaya geldim ki biri karşımda sigara içerken bile midem bulanıyordu. Ve garip bir öğürme isteği geliyordu. O gece birkaç bardak su içip yattım. Ve sabah kalktığımda ağzıma sigara koymayacaktım. Yıllar sonra o sabah ilk defa paket almadım. Şu an sigarayı bırakalı 4 yada 5 gün oldu. Özellikle gün saymıyorum ki takıntı haline gelmesin diye. Yalnız bu gece yemekten sonra canım bir tane yakmak istedi. Ama bu aşamaya geldikten sora geri dönmeyeceğim. Herhangi bir şeye bağımlı olma durumu beni sinir hastası ediyor. Bu yüzden sigaradan kurtulacağım. Bu aşkı söndürmeye karar verdim!

17 Kasım 2011 Perşembe

"Melankoli" Bir Burçtur



Bir film izledim. Bir Trier filmi. Ama şimdikiler içinde izlediklerimin en iyisiydi. Hatta o kadar iyiydi ki sinemaya olan aşkım yeniden depreşti. Fark ettim ki hala özgün, güzel işler çıkabiliyor. Bir gezegen düşünün, dünyaya çarpmak üzere yaklaşan. İsmi Melancholia... Bildiğiniz melankoli yani... Hüznü ve yalnızlığı tercih edinmiş insanların ruh halidir melankoli... Sebepsiz bir keder, sürekli bir üzüntü ve isteksizlik halidir. İsmi böyle olan bir gezegen güneş sistemindeki tüm gezegenlerle adeta dans ederek dünyaya yaklaşıyor. Etraflarında dolanıyor, çarpacak gibi yapıp son anda yörünge değiştiriyor. Filmde bir de kadın var, melankolik bir kadın... Kız kardeşi, annesi, babası, patronu hatta evlenmek üzere olduğu nişanlısı dahi bu genç kadının depresif halinden şikayetçi. Justine garip bir kadın. Gelecekle ilgili konuşmuyor, plan yapmıyor. Geleceği planlayan herkesten uzaklaşıyor. Düğün gecesi evlendiği adamla yatmıyor mesela, onun yerine bahçenin ortasında yeni yetme bir delikanlıyı alıyor altına. Herkes içip dans ederken salonda, o üst katta gelinliğini çıkarıp küvete uzanıyor, yada küçük yeğeninin yanına kıvrılıp uyumayı tercih ediyor. Yaşadığı hayatı inatla kuralsızlaştırıyor, sanki sonun yaklaştığını biliyor. Gecenin sonunda adam Justine'i terk ediyor, evlendikleri gece... Justine için depresyon dönemi tekrar başlıyor. Anlıyoruz ki bu durum kronik ve genç kadın hayatını sürekli diplerde, zaman zaman yükselip sonra tekrar en derinlere çökerek yaşamış. Ve Melancholia'nın Dünya ile randevusu giderek yaklaşıyor. Justine'in durumu öyle ağırlaşıyor ki yürüyemiyor, yıkanamıyor, yemek bile yiyemiyor.


Major depresyon tanısı konmuş biriyle yıllardır yaşadığım için benzer belirtileri hemen tanıdım. Kız kardeşi Claire, Justine'i yanına alıyor. Oğlu ve eşi ile birlikte yaşamaya başlıyorlar. Ve zaman ilerliyor. Claire'in eşi gök bilimci. Ve tüm film boyunca Melancholia'nın dünyaya çarpmayacağını iddia ediyor. Fakat Justine'in Melancholia ile garip bir ilişkisi olduğu fark ediliyor.


Justine sanki Melancholia'nın yer yüzündeki bir parçasıymış gibi davranıyor ve ona kavuşmak için gün sayıyor. Dünya üzerindeki hayat tamamıyla yok olurken, Justine tekrar doğarcasına, içindeki o ışıkla Melancholia'yı aydınlatıyor. Gezegen yaklaştıkça Justine giderek normale dönüyor.


İşte o an fark ediliyor filmin önermesi. Belki de ruhsal hastalık olarak nitelediğimiz çoğu rahatsızlık gezegenlerin etkisi diyor film. Şizofreninin, manik-depresyonun veya melankolinin sebebi tamamen gezegenler  olabilir diyor. Ne kadar dahiyane! Melankolinin, terazi burcu olmaktan pek bir farkı olmuyor bu durumda. 12'lik burç çemberine bir yenisi hatta yenileri ekleniyor bu önermeye göre. Böyle bir yaratıcılık ancak Trier gibi bir adamda peyda olabilir. Filmin sonunda Melancholia gezegenimizi yutuyor. Belki de bir damla kan görmediğimiz tek kıyamet filmini izlemiş oluyoruz.


Film bittikten sonra insanda garip bir uyanış, enteresan bir farkındalık durumu yaşanıyor. Yani bugüne kadar anormal saydığımız birçok şeyi normalleştiriyor. Dünyanın sonu, zihnimizin en derininde var olan sonsuzluk ihtiyacı ve yaşama dürtüsünü yakıp geçiyor, işin aslı bir süre pesimizmin kıyılarına çekiyor seni. Anlamlı olarak addettiğin çeşit çeşit olgular, yargılar kökünden sarsılıyor. Yapacak hiçbir şeyin yok artık! dünya birazdan yok olacak ve seninle birlikte yok olacak. Nefes alacak sayılı dakikan var? Siz olsanız ne yapardınız?

16 Kasım 2011 Çarşamba

Kasım, sana hakkımı helal etmiyorum!

En kısa cümlelerimi kurmaya geldim bu gece. Bilmiyorum, neden kasım bırakmıyor yakalarımızı. Direnmiştim oysa şu yağan çirkin yağmura, manasız soğuğa. Ama içimde bir yerlerden hatta tam ensesinden yakalayıverdi umutsuzluklarımı. Ne kadar mutsuzuz oysa dirensek de yaşamak için. Ama kasım bırakmıyor peşimizi işte. Sigara içiyorum sürekli. Alışkanlık olduğu için de değil üstelik bayıla bayıla içiyorum. Bir plak koyuyorum bazen pikaba... Cızırtısında 1-2 saniye buluyorum kaybettiğim o anları. Ya da birkaç satır okuduğumda bir şiirden sanki dönüyormuş gibi içimdeki umudun efendisi. Öyle nafile ki ! Ah kasım bize yaşattığın tüm bu bedbahtlığın ceremesini çekeceğini bilsem gam yemeyeceğim. Düşmüyorsun peşimizden bir türlü... Az da değil çok çok içiyorum sigarayı. Dumanı ağzımdan verip geri çekiyorum ciğerlerime burnumdan. İşe yaramıyor ama... Sadece dumanlar yükseliyor tavana, sevimsiz bir aydınlatmanın ışığını hüzmelere bölmeni seyrediyorum boş boş! Bal yiyorum mesela ağzım tatlansın diye. Ama geçerken boğazımdan görmüyorum açan ilkbahar çiçeklerini. Sırf canım sıkılıyor diye bol bol yiyorum kasım. Hatta sırf o doyma hazzı uzun sürsün diye iyice acıkıp yiyorum. Bu aralar köşedeki çiğ köftecinin şekerparelerine dadandım. Ne kadar garip değil mi? Acı satan adamdan tatlı alıyorum. Ama sigarayı aldığım bakkalı bir türlü değiştiremedim. Sanki esnafı yakından tanırsam evimdeymiş gibi hissediyorum. Oysa hangimiz evimizdeyiz ki? Benim bir evim var mı onu bile bilmiyorum mesela... Şimdi şu içinde oturduğum dört duvar beni tanımıyor bence. Ayrıca çok sigara içtiğim içinde hep perdelerim sararıyor. Nevresim takımlarını da değiştirmiyorum. Daha az banyo yapıyorum. Biraz kayboldum sanırım. Şu aralar hep kendimi uyuşturmak için pop şarkılar dinliyorum. Bazen sabaha karşı gün doğuyor diye birkaç dakika mutlu oluyorum. Ama İstanbul'da güneş hep bulutlara doğuyor kasım. cidden bizimle alıp veremediğin nedir merak ediyorum! Gerçekten... Yani durup durup ayın ortasında asfaltlara kadar döktüğün kuru yapraklar neyin nesi? Gözümüze sokmak içinse hiç zahmet etme. Arabalar caddelerden el ayak çektiğinde estirdiğin o buz gibi rüzgar hışırdatıyor yaprakları. Şehir ölüyken bile senden kurtulamıyoruz anlayacağın. Aslında umudum vardı bu kasımda! Beni kasıyorsun ama... Bazen yazdıklarımı silip silip yeniden yazıyorum. Çünkü birilerinin benim mutsuzluğumla mutlu olacağını bilmek beni sinir ediyor. Tüm bunlara rağmen bir kadın tanıyorum, o bana iyi geliyor. Mesela beni ailesi yaptı. Çok hoşuma gidiyor. Bana yemek yapıyor, sigaramı yakıyor, çay demliyor. Beni dinliyor, bana anlatıyor. En güzeli de beni anlıyor. Mesela etrafta benim aralarını bozmamı bekleyen o kadar çift var. Ayırasım bile gelmiyor. O kadar tarumarım yani sen düşün! Bir an önce pılını pırtını toplayıp takvimlerden çekilsen ne güzel olacak. Belki o zaman sigarayı bile bırakırım. Sana yaklaşan her günden nefret ettim. Kasımda aşk başka falan değildir. Kasımda aşk, aşık olmak için seçilen en zavallı aydır. O kadar zavallıdır ki gerçek bir aşk acısını bile haketmez! Kasımı sevmiyorum! Doğru duydun, hiç gözlerini belertme boşuna...

3 Kasım 2011 Perşembe

Kasım Başlarken




Ne ay ama değil mi? Herkesin ağzında bir kasım... "En sevmediğiniz ay nedir?" diye bir anket yapılsa eminim ki kasım çıkardı. Çünkü kasım eni konu sevimsiz bir ay. Bir kere hava herkesi sersem ediyor. Giyiyorsun kabanı sıcak geliyor, tişörtle çıksan üşüyorsun. Hiç beklemediğin bir anda deli gibi yağmur yağmaya başlıyor vs... Zaten koşullara ayak uydurmakta zorlanan insanoğlu bu mevsim dönüşünde içsel bir çöküntüye de uğruyor. Yaz bitiyor, havalar soğuyor, günler kısalıyor. Güneşi daha az görünce insan öncelikle daha pesimist oluyor ve bu durum enerjiyi iyice dibe çekiyor. Bu ayda ne hikmetse sevgilisi olanların ya ayrılacağı tutuyor ya da ilişkilerine ara veriyorlar (o ne demek? demeyin ben de anlamıyorum ara vermek ne demek?). Halihazırda ilişkisi olmayanlar için ise melankoli kaynağı kasım ayı! Herkes bir ağlak! İçi sıkılıyor insanın! Sonuçta öyle ya da böyle bir yazı cıvıldayarak geçirmişsin arkadaş! Biraz da irdele bakalım yaşadığın hayatı! Yok, olmaz! İlla ki b*ku çıkacak, bir depresyonun eşiğine gelip gelip geri dönmeler yaşanacak! Sosyal mecralarda o "status" ler bir bir değişecek en duygusalından! Ama bu kasım benim için başka! Bu sefer yenilmeyeceğim! Daha ayın başında, başıma neler geleceğinin farkındayım. Bu toplu çöküşe ayak uydurmayacağım, direneceğim! Aslında suçu ne kadar kasım ayının kendisine atsak da, benim bu konuda birkaç tezim var! Bir tanesi şu; Kasım aralıktan önceki aydır. Aralık birçoğumuz için yeni yıla bağlandığından dolayı bir hazırlık, bir yenilenme ayı sayılabilir. Aralık ayını bir yükseliş ayı sayarsak ve her yükselişin bir çöküşü varsa şayet "kasım aralığın çöküşüdür!" diyebiliriz. Bir diğeri; Sonbahar aynı ilkbahar gibi bir geçiş mevsimidir. İlkbaharda havalar ısınır, bitki örtüsü yeşillenir, insan gereksiz bir neş'e ile dolar! Sonbahar gelince yazı götürür, yazlıklar birer birer boşalır, oteller ucuzlar, dondurmacılar boşalır, gözlük fiyatları düşer yani yaza dair birçok şey uçup gider. Sıcaktan uyuşmuş zihinler soğuğu yedikçe dünyanın hiç de yazın olduğu gibi pembe olmadığının farkına varır. Ve koskoca yaz bitmiştir. Sanki yaz her sene tekrar etmiyormuşçasına başlanır sonbahar suçlanmaya bu hayat sürekli tekerrür ediyor, vay efendim hayatımız çok monoton, hep aynı şey okula-işe git, eve gel! Ya ne olacaktı kardeşim? Yok, yok bu sene kasım kasıntısına uğramayacağım çok iddialıyım! Ama tüm bunların haricinde en büyük problemimiz, birbirimiziz! O kadar çok şikayet edip, söyleniyoruz ki en sonunda birbirimizden etkileniyoruz. Kasım en nihayetinde o 12 aylık döngüden sadece bir tanesi! Ve bu yıl inanın kasım şikayetlerinden içim çıktı. Artık kasım ayına hakkını teslim etmek istiyorum. Geçen kasım kendisine giydiren bir yazı yazdığım için de özür diliyorum. Evet, yine hayatım şahane değil belki ama suç kasımda değil kasılanda! Bu yüzden bu kasım kasılmıyorum! Şarkımı bile seçtim. Journey - Don't Stop Believing...:) Glee söylüyor...

27 Ekim 2011 Perşembe

Nefret Söyleminden Nefret Ediyorum

Bir cesedin yazılı basında sansürsüz verilmesini ne meşru kılar? Mesela cesedin sahibinin bir diktatör olması onun ölü bedeninin böyle meta haline getirilip, sergilenmesini ve afişe edilmesini makul kılar mı? Bu sorunun bende cevabı kesinlikle hayır! Ölüm pornosunu sürmanşet yapan aynı gazete bu sefer Libya’nın marjinal lideri Kaddafi’nin cesedini sergilemekten çekinmedi. Hatta aynı gün (ki bu bence çok daha korkunçtu) şükretsin ki cesedi bulundu tandanslı bir de haber yaptı. Haberde Ortadoğunun diğer devrik liderlerinin nasıl öldürüldüğü ve nasıl sergilendiğinden bahsediyordu bu yüzden Kaddafi vücut bütünlüğü bozulmadığı için şanslı sayılıyordu. Nasıl bir zihniyet bu Allah aşkına? Faşizmin hiçbir türlüsüne eyvallahımız yok elbette ama daha önce de belirttiğim gibi şu hayatta en çok saygıyı hak eden şey ölüm değil mi? Artık ölmüş, hayatı bitmiş bir daha parmağını bile kıpırdatamayacak, size karşı hakkını savunamayacak birinin ardından nasıl bu kadar duyarsız olunabilir? Demokrasi teraneleri ile devrilmiş liderler listesinin sonuna eklenen Kaddafi bu kadarını da hak etmedi mi? Küresel güçlerin planlı savaş mastürbasyonları için maşaladıkları bir adamın nasıl linç edilip öldürüldüğünü ağzından salyalar saçarak anlatmak hatta bunu fotoğraflayıp gazetede bu şekilde yer vermek niye? Bu nefret niçin? Aslında cevabı hiç de zor değil! Öyle ya da böyle kabul etmeliyiz ki Türk toplumu olarak kan ve nefretle çalışıyoruz, benzinimiz bu bizim. Eğer öyle olmasaydı şehit sayısı arttıkça yükselen sivil ve medya sesini kim açıklayabilirdi? Bunca zamandır Kürt sorununu yok sayarak yaşayan Türkler ve şiddeti dil edinen Kürtler neden bunca zaman sonra kardeşliklerini hatırlayıp bunu dile getirdiler. Benim bu konu hakkındaki görüşüm iki tarafında kana ve gözyaşına yavaş yavaş doymaya başladığı yönünde. Tabii ki bahsettiğim nefret ihtiyacında uzlaşmacı Türk ve Kürt kesimini tenzih ediyorum. Ardından PKK saldırılarının şiddetini arttırdı, Türkiye sınır ötesi operasyona başladı ve ardından Van’da bir deprem felaketi yaşandı. Nadiren yaptığım bir şekilde bu durumu “ aynı coğrafya üzerine dökülen litrelerce kan, iki farklı ırkın aynı renkte aynı tattaki kanına toprağın tepkisi” olarak okudum. Çünkü böyle sebep-sonuç ilişkisi kuranlara hep aptal gözüyle bakmışımdır. Ama bu sefer aklıma ilk gelen buydu ve başladım gözlemeye andaval medyamızın densiz yorumlarını. Eminim bir bağlantı kuracaklardı şehitler ve deprem arasında. Ve 2–3 güne patır patır döküldüler! Kadın programlarının bol ayarlı sunucusu kariyerinin zirvesini yapma amacıyla asrın hatasını yaptı! “Benim polisime taş atanlar oh olsun size oh olsun” dedi! Aklınız alıyor mu? Bir de üzerine tüy dikti dediklerim yanlış anlaşıldı dedi. Sus artık değil mi? Bir bok yemişsin bir süre kıs sesini kaybol ortadan çünkü özür dileyerek aklanacağın laflar etmedin! Kendisine kızamıyorum çünkü şu ülkede en çok prim yapan şey cehalet ve onda gani gani var! Bir doğa olayını siyasal pratiklerden ayırt etme potansiyeline dahi sahip olmayan, elmayla armudu ayıramayan zavallı bir kadıncağız! Sanki deprem insan seçerek can alıyormuş gibi yardım falan istemeyin, ağlaşıp durmayın, hak ettiniz diyor! Bu nasıl bir nefret söylemi? İşte bu toplumun medyası ancak bu kadar olur! Kana susamış bir vampir gibi dehşet saçan bir diğer isim ulusal bir kanalın muhabiriydi! O da “Van da olsa depreme üzüldük” diyordu! Şaka gibi değil mi? Sanırım aynı kanalın sabah haberlerindeki spikerin Kürt sorunu ile ilgili bir haber okuyup sinirlerine hâkim olamayarak gazeteyi yırtmasına ne demeli? Ve sosyal medya canlıları bunu destansı bir başarı, kahramanlık hikâyesi olarak paylaştı sayfalarında. Keşke şu an olduğumuz noktada ötekiye olan tahammülsüzlükten bahsedecek kadar az şey yaşamış olsaydık. Ne yazık ki o sınırı çoktan geçtik! Şiddet olgusu ve nefret söylemi sözlü ve yazılı basında kol geziyor. Ve haberci adıyla anılan bu güruh, Türk toplumunun yumuşak karnından çıkar sağlamaya devam ediyor. Siyasi iktidarın yarattığı oto-kontrol ve oto-sansür mekanizmasının medyayı manipüle etmesinden korkarken, şimdi çok daha ciddi bir sorun ile karşı karşıyayız. Medyanın nefret söyleminden nefret ediyorum artık. Böyle bir tezatın kucağında bunu dile getirmekten çekinmiyorum.

13 Ekim 2011 Perşembe

Ölüm Pornosu Budur!

Eğer, malum gazetenin genel yayın yönetmeni böyle saçma sapan bir yazıyla kendini savunmasaydı, içtenlikle söylüyorum ki bu konuyla ilgili tek kelime yazmayacaktım. Birçok kadından çok daha feministim hele söz konusu şiddet ise. Şiddet sanki yeteri kadar dehşet verici değilmiş gibi, başına "kadına" koyarak vurguluyoruz onu meşrulaştırmaya yardımcı olsun diye. Yani şiddet yeterince acınası birşey değilmiş gibi... İşin kavramsal boyutu dahi karmaşık. 7 ekim sabahı günün olayı olarak sürmanşetten verilen haber, bence yılın gazetecilik olayıydı. Kanlar içinde sedyede yüz üstü yatan yarı çıplak bir kadın, sırtında kocaman bir bıçak, bağırsakları sedyeden taşıyor, rengi bembeyaz, ölüme ramak kalmış belli ki... Büyük puntolarla "Kadına Şiddette Son Nokta" yazıyor üstünde de utanmadan sanki bu manşet şiddettin dik alası değilmişçesine! Fiziksel şiddete maruz kalan kadını acımasızca afişe eden bu gazete, aynı kadına manevi şiddet uyguluyor. Hem de ötesini berisini düşünmeden. Üzgünüm, çok üzgünüm sayın genel yayın yönetmeni ama bu fotoğraf tam anlamıyla pornodur. O yazınızda bahsettiğiniz, "kadına şiddet" gerçeğini bir tokat gibi çarpma amacıyla yayınlanmasını istediğiniz fotoğraf ölüm pornosudur. Siz de pornocu oluyorsunuz bu durumda ve benim gibi en azından ölüme saygı göstermeyi bilen birçok okur için sizin gazeteniz mimlidir, kırmızı noktalıdır artık! Bugün ayın 14'ü! Üzerinden tam bir hafta geçti bu talihsiz demeye bile dilimin varmadığı olayın üzerinden. Çarçabuk değişen ülke gündemi 2 çocuk annesi Şefika Etik'i çoktan unuttu bile. Ama inanın bana ben bunu bir ömür unutmayacağım. Belki bu yazıyı hiç okuyamayacaksınız. Hiç umurumda değil! Fildişi kulenizde kurulduğunuz o koltuk kimbilir nasıl rahat geliyor poponuza ki hata yaptım demeye bile yeltenmediniz. Siz, bundan sonraki hayatınızı bir bebek kadar günahsız geçirseniz bile geride kalan o iki çocuğun vebali bir ömür boyu boynunuzdan düşmeyecektir. Siz kadın haklarına ve insan haklarına göz göre göre tecavüz ettiniz. 7 ekim sabahı gazeteniz raflarda okula giden çocukları selamladı. Bu rezalete bile kulak asmadan, sırf tiraj kaygısıyla, sadece suni gündem yaratma ve sansasyonel olma uğruna o fotoğrafın sürmanşet olmasına izin verdiniz, hatta bunu siz talep ettiniz! Size nerenizden bakarak acımalı gerçekten bilmiyorum! Ölüm Pornosu kitabının sansürlenmesine yalandan bik bik eden zümrenin eli viskili adamı, siz ölüm pornosunun hasını icra ettiniz. Siz ve sizin gibiler utanmadan ölümleri seyirlik cümbüşler haline getirdiniz. Acıları sentetikleştirdiniz. Bu ülkenin sinir uçlarını yavaş yavaş indirdiğiniz o tokatlarla siz hissizleştirdiniz. Şimdi lütfen o ağzınıza doladığınız, herkes silkelenip kendine gelsin diye yaptım mavralarını bırakın. Haysiyetsizliğinize kılıf aramayın!

16 Eylül 2011 Cuma

Art Niyeti Bir Kenara At! Sen de Video-Art Yap!


Öncelikle belirtmeliyim ki bu, sanattan anlamayan ve anlamadığı sanatı yeren bir andavalın yazısı değildir. Bu sadece kafası karışmış bir yeni-yetme sanatseverin yazısıdır. Çünkü gerçekten bazı şeyleri kafamda yerine oturtamıyorum. Kısa bir özet geçecek olursak şayet...
Sanatçımız bir video kaydediyor. Kaydettiği videoyu bir ekrana verip sergiliyor. Sanatseverler, sanatçımızın işi(sanatçının eserlerine bu camiada iş denir bebeğim) veya işlerini görüyorlar, izliyorlar. Bu işlere spesifik bir tanımla video enstalasyon çalışmaları, daha genel bir tanımla ise video-art diyoruz. Yani biz diyoruz, evet buna art diyoruz. Ama siz buna neden art diyesiniz? Sırf entelektüel görünmek için buna art demeyiniz, eğer derseniz biraz art niyetlisiniz.

Zurnanın zırt dediği tam bu noktada sorularıma adım adım yanıt arayacağım efenim. Çünkü gayet anlaşılır bir alanda feci ön yargılıyız. Şahsen Türk insanının video-art'ı özümseyebileceğini düşünüyorum. Çünkü bir bu kaldı sayın okuyan sizde biliyorsunuz soyut resmin başına gelenleri. "Bu ne lan, boyaları gelişigüzel sürüyorlar, şekiller çiziyorlar bunların yaptığını anaokulundaki çocuklar da yapıyor o zaman onların ki de sanat!" diyen bıyıklı abi bu lafım sana da! şimdi kameranı eline al ve sokağa çık emin ol soyut resimden çok daha kolay!

Şaka bir yana iyimser bir başlangıç yapacak olursak sinemayı bir sanat olarak kabul eden elbette videoyu da kabul edebilir. Fakat hiçbir video enstalasyonu bir sinema filmi kadar ulaşılabilir değildir. Bu yüzden video-art erişilebilirlik açısından daha kalburüstü algılanmaktadır ve doğrudur! Ayrıca video işleri çoğunlukla galerilerde sergilenmektedir. Şu önünden geçtiğimizde her daim kapısında eli kadehli marjinal adamların diyafram nefesiyle güldüğü yerlerden bahsediyorum. İşte o kapıların önünden geçerken "ne var arkadaş acaba içeride?" diye merak etsek de sırf o adamlar yüzünden bir türlü kendimize yenilip içeri adım atamayız. Post-modernizm, kapitalist çarklarla birlikte ivme kazandı kazanalı oralar orta direğe yasaklı oldu çünkü. Fakat şekli şemali toplayıp, bir iki fiyakalı laf ezberleyip bir de işlerin başında saatlerce uzun uzun beklerseniz kimse sizi garipsemeyecektir. Ama bir deneyin bakalım oraya kendiniz olarak girmeyi. Sanatı halktan koparan ve inatla aksini iddia eden o şahane aydınların delici bakışlarına maruz kalırsınız. Sakın yanlış anlamayın bunun kendine güvenle bir alakası yok. Tüm bunları sanatı fildişi kulelere hapsedenlerin zihinlerinde bir kibrit çakabilmek umuduyla yazıyorum.
Video-art dediğimiz olay ulaşılabilirliğin haricinde malzeme edindiği temalarla da farklı. Standart bir sinema izleyicisinin bugüne dek izlediği filmlerin nereden baksan %98'i klasik anlatılı yani giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olan filmlerdir. Türk izleyicisi flash back ve flash forward'ı bile Ezel sayesinde tanımıştır. Bu bile oldukça büyük bir adımdır. Ayrıca Türk halkının önce radyoda arkası yarınlarla başlayıp, TV'lerde dramalarla devam eden bir dizi geleneği vardır. Dolayısı ile bizler izlediğimiz ekranlarda bir aksiyon göremezsek sıkılırız. Ayrıca bu algıda Amerikan sinemasının ve MTV kültürünün etkisi oldukça büyüktür. Çünkü Türk izleyicisinin genel tutumu durağan filmlerden fenalık geçirme yönündedir. Tüm bu sosyal kodları da açımlayarak bir perspektif geliştirdiğimizde video-art'taki o neyi sembolize ettiğini bilmediğimiz imgeler bize normal olarak manasız ve sıkıcı gelmektedir. Örneğin durmaksızın kafasını sağdan sola çeviren bir adamı izlemek veya ekmek kadayıfından mütemadiyen akan şerbeti dakikalarca seyretmek kime ne ifade etmektedir? Ve kime nasıl bir keyif vermektedir? Bunu gerçekten çok merak ediyorum. Ve tüm bunların haricinde işin daha da korkunç bir boyutu olan işin ticari boyutuyla bu işler alınıp satılabilmektedir. Evet evet yanlış okumuyorsunuz. Bu videoları para ödeyerek alıp evlerinde sergileyenler var. Yani bir tablo gibi duvara astıkları ekranlarda bu videoları oynatıyorlar. Bahsettiğimiz rakamlar... yok onlardan bahsedemeyeceğim bile düşünün öyle astronomik meblağlar. Parayı ne yapacaklarını bilemeyen ayaklı keseler, kendilerini koleksiyoner addederek dansöz kıyafeti giymiş ve sürekli, dakikalarca oynayan bir herifin videosuna milyon dolarlar yatırıyorlar.
Resim koleksiyonerlerini anlıyorum. Çünkü parayı basıp sahip olduğun eserin biricikliğinden eminsin. Biliyorsun ki hiçbir replikas aslı gibi olmayacak. Eserin orjinali sende. Fakat video-artta böyle bir şey söz konusu değil. Çünkü dijitize edilmiş her görsel kopyalanabilir ve aslı gibidir. Bu yüzden pek sevgili video artistler edisyon diye bir şey uydurmuşlar popolarından. Efendim bu edisyon dedikleri şey videonun orjinalindan kopyalanmış işler. Sanatçı bir eserin kaç edisyonu olacağına kendi karar veriyor ve edisyonlar birbirinin aynı olmasına rağmen biri diğerinden daha önce kopyalanmış diye ilk edisyonu almak için kendilerini paralıyorlar, evet para-lıyorlar! Tüm bu saçmalıklar silsilesi içerisinde güzel işlerde çıkıyor elbette! Zaten eleştirim ağırlıklı olarak işin ticari boyutuna, sanatsal boyutuna değil!

Böylece o galerilerde çok acayip ticari anlaşmalar imzalanıyor. Sanat üzerinden döndürülen sanatın da aygıtlaştırıldığı ticari anlaşmalar... Dolayısı ile içeride seni, beni ve Merveyi istemiyorlar. Çünkü kardeşim siz kafayı mı yediniz buna bu kadar para verilir mi? dememizden korkuyorlar. Sokaktaki açları hatırlattığımızda realite ile burun buruna gelmekten kaçıyorlar.
Bu yüzden sana söylüyorum bıyıklı abi emin ol bir derdin varsa bunu sende o elindeki kamerayla anlatabilirsin. Sende çek ne kaybedersin ki? Çünkü sen denemezsen, sen kabuğuna çekilir anlamam etmem dersen aşağılanmaya, cahil ilan edilmeye devam edileceksin. Video-art'tan korkma onu sev çok sev...

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Kayıp Şarkılar Vol:2 (Fatih Erkoç:1999)


Yıllardır algılayamadığım şekilde bir türlü patlayamayan bir müzisyen Fatih Erkoç. Hayır, bir sanatçının anlaşılmak gibi bir derdi yoksa şayet üne kavuşmak, prestij sahibi olmak onun için çok büyük bir problem teşkil etmez elbette. Fakat Fatih Erkoç halkla buluşmak için kendini yıllardır öyle paraladı, müziğini ve müzikalitesini öyle hırpaladı ki hala beklenen patlamasını yaşayamaması üzüntü verici.
Hoş, bu durum benim gibi sapık arşivcileri mutlu ediyordur muhtemelen. Şöyle açıklarsam daha iyi ifade edeceğim sanırım. Taze çıkmış, dumanı üstünde bir parçayı ele alalım. Parça herkesin dilinde ya işte sırf o yüzden bile bir şarkıyı sevemediğim oluyor. Yani bir şarkı ne kadar unutulmuş, ne kadar bilinmez ve gizli kalmış ise sanki şarkı o kadar bana aitmiş gibi hissediyorum. Her şarkı dinleyende aynı etkiyi bırakmıyor tabii ki! Ama her şarkı kişilerin duygusal hafızalarını tetikliyor. Ve bu ortak duygu hafızasını paylaştığım kişilerin niceliği ve niteliği yükseldikçe, şarkıya yabancılaşıyorum. Biliyorum saçma, ama bunu içimde engelleyemiyorum. Buradan bir çıkarım yapmak gerekirse şöyle bir sonuca da varabiliriz. "Popülizm fobisinin yarattığı hezeyanlar belki bunlar" deyip geçebiliriz de! Ama bir yandan popüler müziğe karşı takınılan salakça elitist tavra tepki verirken bir yandan popüler olandan korkuyor olma gerçeği insanda bir çeşit ikilem yaratıyor. Bu yüzden ben "ne varsa eskilerde var" diye beylik bir lafla bu ikilemi geçiştirme taraftarıyım. Konuyu sanatçı açısından ele alırsak eğer, ne yaptığını ne istediğini ve kime hitap ettiğini bilen bir sanatçının geniş kitlelere ulaşmak gibi bir amacı yoktur sanırım. Fakat bugün tam 58 yaşında olan Erkoç'un bir müziksever olarak ne istediğini kestirmek oldukça güç. Erkoç'un diskografisinde kısa bir yolculuğa çıkmak daha net sonuçlara ulaştıracak bizi sanırım.
Babası udi olan Erkoç müzikle büyüyor. İlerleyen yaşlarında Keman, kontrbas, piano ve trombon gibi birçok enstrüman çalabilir hale geliyor. İstanbul Gelişim Orkestrası ile çalışmaya başlıyor. Bu yüzden konservatuvar eğitimi yarıda kalıyor. Ardından Norveç'e gidiyor ve 11 yıl orada kaldıktan sonra Türkiye'ye kesin dönüş yapıyor. (sanırım kırılma noktası burada, açıklayacağım) Kuşadası Altın Güvercin şarkı yarışmasını iki kere kazandıktan sonra ilk bireysel albümünü yapıyor. Yıl 1987... "Yol Verin A Dostlar" olan albüm yarışmada birincilik kazandığı şarkıyla aynı adı taşıyor. Fakat Erkoç'un ilk çıkışı 1992 yılında "Ellerim Bomboş" albümü ile gerçekleşiyor. Oynatmaya az kaldı, doktorum nerede? gibi saçma sözlere sahip bir şarkı müthiş ünlü oluyor. Yıl 99'a gelene kadar Erkoç 3 albüm daha yapıyor. Bu albümlerden iyi şarkılar da çıkıyor ama ekseriyet vasatın altında ne yazık ki! Çünkü tecimsel kaygıların kokusu buram buram yayılıyor albümlerden... Aşağıda vereceğim liste bu albümlerin öne çıkan parçalarından oluşuyor. Merak edenler faydalansın...

Maxi In Da Club: Erkoç Top 10

* Yol Verin A Dostlar
* Avuç içi Kadar
* Anı
* Cefalar
* Tutuşacaksın
* Kör Kuyular
* Yana Yana
* Korkmazdım
* Hani Sevenler Nerede
* Sevdalar

Ve nihayet yıl 1999'a geliyor. Fatih Erkoç kendi adını taşıyan albümünü yayınlıyor. Bu albümü "vefasız" şarkısından hatırlarsınız diye tahmin ediyorum. Gel benim vefasızım, sen bana doktor ben sana hastayım, sensiz yastayım diye sözleri vardır hatta! İşte bu şarkıya bayılıyorum. Erkoç doktor fenomeninden yola çıkarak kariyerinden intikam alıyor sanki. Albümü (o zamanlar kaset) hemen alıyorum. Dinliyorum ve nefret ediyorum tüm şarkılardan bir tek döndürüp döndürüp "Vefasız"ı dinliyorum. Yaşım henüz 11 ve bu albümü anlayabilmem mümkün değil! Sonra albümü bir kenara atıp devam ediyorum.
Üzerinden yıllar geçiyor, cazla tanışıyorum. Dünya müziğini incelemeye başlıyorum. Müzikteki arayışım içsel bir yolculuğa çıkarıyor beni. Müziğe dair bildiklerim çoğalıyor, vizyonum genişliyor. Bir gece televizyonda tekrar yakalıyorum Vefasızı. Aa bunun kaseti vardı bende dur bir dinleyeyim diyorum ve başlıyor çalmaya. Her başlayan şarkıda öyle büyük şaşkınlıklar yaşıyorum ki nasıl olur yahu? e bu da güzel, e bu şarkı da harikaymış! Hayda nasıl olur arkadaş! Diyerek albümü resmen yiyip bitiriyorum, bir daha dinliyorum. Ve o an karar veriyorum ki bu albüm Fatih Erkoç'un kariyerindeki en iyi albüm. Çünkü ilk kez kendini bulmuş bu albümde. Yıllarca müziğini alaturkayla öpüştürme çabaları son bulmuş. Ve ilk kez bir albümünün tamamı onun müziğini yaşatıyor. Dönemin çok ötesinde, hatta avant-garde ! Türkçe sözlü pop-jazz fusion bir albüm bu çünkü! Şarkı içi partisyonlar, düzenlemeler, kullanılan enstrümanlar, Erkoç'un vokal performansı, sözler, besteler her şey ama her şey şahane! Türk müzik tarihine adını yazdıran bu albüm eminim ticari bir fiyaskoyla sonlandı! Çünkü yıl 2005'e geldiğinde bu şahane müzisyen yine vasat bir pop albümü yaptı. İvmesini dibe çekti. Ardından Best of tadında bir albüm daha çıkardı. Ferdi Tayfur'un Emmoğlu şarkısını 4 dilde ve 4 farklı tarzda okudu! Bir anda Fatih Erkoç usta müzisyen olarak anılmaya başlandı, sanki bunca yıldır armut topluyordu. TRT'de Yansımalar diye bir program yaptı. Fatih Erkoç bu şekilde tanınırlık ve saygınlık kazandı kazanmasına ama... Neyse! Kerem Görsev'in Jazz Triosu ile birlikte bir proje albümü yapıldı canlı performanslardan oluşan. Entelektüel kesimin gözyaşlarına boğulduğuna eminim sevinçten ama bence vasattı! Buradan gelen gazla birlikte Seher Yeli adında caz standartlarına oturtulmuş bir derleme türkü albümü çıkarıldı ki baştan aşağı korkunçtu! Fatih Erkoç giderek geriliyordu ve en büyük hatasını bu yıl yaptı! 2011 çıkışlı "Yanında Her Kimse" albümü ile... Arabeske kaçan düzenlemeler, saçma sapan yerleştirilmiş yaylılar, caz gırtlağıyla alaturka duygusundan yoksun bir erkek vokal, berbat şarkılar... Kariyerindeki en kötü albümdü! Ve böyle değerli bir adamın zirvesini ve düşüşünü görmek gerçekten rahatsız ediciydi!
Erkoç batılı bir gırtlağa sahipti ve tutsun diye yapılmış kötü şarkılar söylemişti yıllarca. Muhtemelen müzikalitesindeki en büyük detay Norveç'te geçirdiği 11 yıldı! Ve bu kararsız deha yaşadığı gel gitlerle, standart Türk dinleyicisinin çözemediği bir yerde duruyordu, işin aslı hala esamesi okunmuyordu! Fakat bu durum Erkoç'un yetenekli bir müzisyen, iyi bir vokal olduğu gerçeğini de değiştirmiyordu! En azından müzikseverlere hediye ettiği müthiş bir albümü vardı! Her şarkısı ayrı güzel olan bir albüm. Umut ediyorum ki Erkoç kendini gerçekleştirir yeniden, yeni albümlerle! Müzik denilen şey teknikten çok daha fazlası ve ruh müziğin en büyük gereksinimi! Umarım hislerinin peşinden giderek yeni notalar keşfeder!

Aşağıda o albümden "Bırakma" ve "Vefasız"ın canlı kayıtları mevcut! Umarım beğenirsiniz!



23 Temmuz 2011 Cumartesi

Su Yoluna Girmeden Testi Kırmak


Bundan birkaç gün önce düşünmüştüm aslında... Her şarkı bir hikayedir ve o şarkılar söylenirken başkalarının hikayelerini dinleriz. Bazen içinde kendimize ait şeyler buluruz bazen de bulamayız. Peki şarkı söylerken, bir hikayeyi başımızdan geçmemesine rağmen anlatırken o zaman ne yaparız? Bizim olmayan bir hikayeyi nasıl anlatırız bizimmiş gibi? Peki bu bizi belagat gücü yüksek bir masalcıdan başka birşey yapar mı? Yada kaç kişiyiz anlatmaya değer hikayesi olan? Öyle az ki... İşte bugün hikayesini bizimmiş gibi dinlediğimiz, bizim hikayemiz gibi anlattığımız bir masalcıya daha veda ettik. Norah Jones'tan sonra Lady Gaga'dan önceki son 10 yılın en başarılı ve özgün kadın müzisyenine, "27" yaşındaki Amy Winehouse'a..
Sadece birkaç ay olmuştu su yolunda kırılmaya "layık" bir başka testiyi, Defne joy Foster'ı yitireli. İster istemez insan paralellik kuruyor bu iki ölüm arasında. Daha gençliği bir goncayken köklenen gül fidanlarına içi yanıyor insanın. Ve her kökünden sökülen fidan için binbir türlü laf söyleniyor. Yani ölünün arkasından atılıp tutuluyor. Geleneklere fazla bağlı olduğumudan değil ama saygıların en büyüğünü hakettiğine inandığım ölüm ile ilgili böyle pervasızca kelamlar etmek aklıma hep şu soruyu düşürüyor! Ölünün yerinde, senin canından biri olsaydı? Kendi konuşmanı geçtim, arkasından başkaları onlarca yorum yapsaydı... Halihazırda kanamakta olan bir yarayı kanırtmaktan öteye gider miydi? Elbette hayır!
Foster'ın ölümünden sonra medyada peyda olan "su testisi" spekülasyonu bende bir sinir krizi yaratmadı açıkçası. Bu önermeyi ne ibret olarak algılayıp "evet adam haklı dedim" ne de "vay şerefsize nasıl da iftira atıyor" dedim. Bunu hep hayata farklı yönlerde açılan pencerelerin görüş açısı olarak okudum. Sonuç itibariyle hepimiz farklı değer yargılarıyla yaşıyoruz hayatlarımızı. Bu değer yargılarındaki eşiklerimiz bile birbirinden farklı farklı. Dolayısı ile bana normal gelen sana anormal gelebiliyor. Benim yolum çok daha uzakta, senin testin kırılmaya daha müsait ötekinin suya ulaşma isteği çok daha az yada fazla olabiliyor.
Bu iki kayıp arasında temelde varolan en büyük fark birinin giderek dibe batan bir hayat çizgisi olması, kimilerinin dediği gibi testinin su yoluna girmesi, bir diğerinin ise hayat dolu genç bir kadının ani ölümü. Ardından bir hafta geçmeden, daha ölüm nedeni kesinleşmeden hakkında yapılan yorumlar, atılan iftiralar işte bunlardı ayıp olan. Tüm dünya Amy'i kucaklarken, Türkiye Defne'yi umarsızca bok çukuruna batırdı, annesini medya maymunu yaptı, kocasını rencide etti. İşte temeldeki ayıp bu! İkisi de sönen hayatlar olmasına rağmen biz Defne'nin anısına sahip çıkamadık. Yıllar sonra kızı annesiyle ilgili haberleri okuduğunda aklında oluşacak anne imajından tüm medya hatta tüm Türkiye sorumludur. Ve imam ölünün ardından nasıl bilirdiniz diye sorduğu an, ben Türk medyasını tabuta koyup ardından da hepsi yavşaktı demek istedim. Çünkü insanlık dersleri vererek, fildişi kulelerinden boynunda flarları ve ellerinde buzlu viskileriyle ahkam kesip özdoğrularını yitirdiler. Ölümden nemalandılar ve yeşerdiler hatta kara çiçekler açtılar. Biri hakaret etti diğeri ona cevap verdi. İyi yada kötü tüm o köşelerin sahipleri Defne'nin ölümünü kullandılar. Ve o geride kalan çocuğun vebalide hepsinin boynunadır.
Yarından itibaren büyük bir hazla akbabalar gibi didiklemeye başlayacaklar Amy'i de! Kimbilir hakkında ne iddialar atılacak ortaya? Geriye sadece anlattığı, anlattırdığı hikayeler kalacak! Hayatını bu kadar ucuza yaşadığı için kızıyorum ona, çünkü daha onlarca kez rehab görüp rehab anlatabilirdi bize! Ama diyorum ya bu sadece benim doğrum bana göre bok yoluna giden bu hayat belki de onun için en iyi değerlendirilmiş süreçti! Dolayısı ile ne testi, ne su ne de yol umrumda! Tek umrumda olan ardında bıraktığı tadına doyulmaz masalları! Yolun açık olsun Winehouse!

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Popüler Kültür Okumaları Vol:1 "Alt-Üst" Eden Muhabbetler


Esin Övet kimdir? Efenim kendisi bizim eve inatla alınan o gazetemsi sayfalar yığınının (bu yığının ilk lansmanı "bir gastede 5 gaste heyoo" şeklinde yapılmıştı) magazin ekinde Unisex diye bir köşesi olan kızcağız. Şimdi kızcağız diyince Esin Övet'i tanıyanlar haliyle beni garipsemişlerdir çünkü kendisi hiç de o köşede yer alan fotoğrafı kadar genç ve çıtı pıtı değil bayağı bir abla yer yer teyze bile sayılır. Kimdir sorusunun cevabını en son vereceğim.
Kendisi aynı gazetenin baş yazarı Serdar Turgut ile bir programa başlamış ismi "alt-üst muhabbetler"... Serdar Turgut'un bu sene kendisiyle yaptığımız röportajından öğrendiğim üzere popüler kültür üzerine çalıştığını biliyorum. Kendisinin köşesinin ne ile alakalı olduğunu hiç çözemediğim için istikrarla okumuyorum ama kendisi kafalı bir abimiz. Böyle bir programın yapılacağını öğrenince belki yazamıyordur ama konuşabiliyordur diyerek programı izlemeye karar verdim. Fakat Esin Övet okuduğum her yazısında " ahahah şekerim geçen gün bilmem neredeydik şunlar geldi servis şahane aman ne de lezzetli" veyahut "ben ne hülyacıyım ne tarkancıyım, ben benim, öyle harikayım böyle geziyorum eğleniyorum, onu bilmem kaç yıldır tanırım vs. vs. vs." tadındadır. Dolayısı ile Serdar Turgut'a nasıl ayak uydurabileceğini ve ekranda neye benzediğini çok merak ediyordum. Serdar Turgut'un program için *Berger okuduğunu duyunca vay anasını ne çıkacak acaba diye iştahla beklemeye karar verdim. İlk programın konuğunun Hilal Cebeci olacağı açıklandı (yoo dostum meme yok).
Efenim, program başladı. Berbat bir dekor önünde kasılmış iki insan birşeyler söylemeye çalışıyorlar. Esin Övet şöyle başlıyor ilk sunumuna

-Merhaba, hoşgeldiniz! Nasılsınığğğz? Ben çok iyiyim siz nasılsınız? (Serdar Turgut'a)
- İyi olma"ğ"a çalışıyorum, olacağıma eminim
- (sağ diz sola doğru kırılarak)Birağğz heyecağnlıyız hağğklı olaraağğk, çünkü ilk kez cumağğrtesi akşamları evinize konuğğk oluooruuz! blah blah blah..... Ağğltt Üğğst Muhabbeğğtler dioruz ve geceyii aağğlt üğğst ediyorz... Diy miğğ Seğğrdağr Beğyy ahahahah( Şuh kadın kahkası ekstra yapay.Bu arada birbirlerine sarılıyorlar)
- Biraz seksiğğ biraz bilmem neeğğ

Of! Of ki ne of! Yahu merhabalar nasılsınız diye açılan programlar 90'larda sabah şekerleri furyasıyla geldi ve geçti kadın sen napıyorsun yahu?

Neyse program başlıyor önce masa başında hala ne üzerine konuşmaya çalıştıklarını anlamadığım öbek öbek laflar ediyorlar. Ablamız zır cahil olduğunu her dakika kanıtlarcasına saçmalıyor da saçmalıyor.

- Yani twitterda sizin programa çalıştığınızı duyunca biraz korktum. ne ile ilgili çalıştınız magazin üzerine mi okudunuz?
- Yok popüler kültür ve kültür teorisi üzerine
- Hömmmm... Yağğnii yıllardığğr magazin yapağğğn beğğn Serdar Turgut'un yanında böööle titredim!

Serdar Turgut kasılıyor, ne kamera onu ne o kamerayı seviyor. Tempo yerlerde.

- Serdağğr bey ayakkabılarımığğ beğendiğğniz miğğ?
- hımm evet!

Konu Ali Taran - Ayşe Özyılmazel evliliğine geliyor. Serdar Turgut'tan akademik açıklamalar... Badeleme mevzusu, Serdar Bey yine döktürüyor.

- ya bu arada badem sever misniz? Ben çok severim var mı badem yiyelim! Badem badem konuşalım! (hoppala, bademler geliyor ;)

Hilal Cebeci programa çağırılıyor.

- Yağğnii 10 gündüüğr herkeeğğs hilal cebeci ileeğğ yatıp kalkıyooğğr!

Hilal Cebeci ile program ivme kazanıyor. Bu bir gerçek! Serdar Turgut açılıyor. Çatır çatır bastırıyor, sıkıştırıyor. Bu tenleri uyumsuz ikilinin ayarsız ve sentetik muhabbetinden kurtuluyoruz. Bu arada Esin Övet daha az konuşmaya başlıyor program ilerledikçe. (bu iyi birşey!)

Serdar Turgut, John Berger'ın kuramından bahsediyor. Hilal Cebeci ve Esin Övet anlamıyor haklı olarak. Teşhircilikten ve röntgenilikten dem vuruyor. Sosyal medyanın 15 dk'lık geçici şöhretler yarattığını anlatıyor. Normal olarak sürekli yabancı yazar, kuramcı ve sosyologlardan, yurt dışında yapılan araştırmalardan örnekler veriyor. Fakat Serdar Turgut yaşlı bir dede gibi ağır işitiyor. Hatta Kim Kardashian'ı duymuyor ve Hilal Cebeci'ye

- Kardeşiniz erkek mi diye soruyor?
- Efendim? auhhahuau :))) Kim Kardashian'dan bahsediyoruz.

Bunun üzerine sohbet biraz daha ilerliyor. Cebeci beğenmediği internet sayfalarına bakmadığını söylerken, Turgut ona

- Hangi sayfa? diye soruyor.
- İnternet sayfası! Sizin kulaklarınız duymuyor mu?

Evet, gerçekten de Serdar Turgut'un kulakları o gece duymuyor. Bu yüzden gecenin başından beri özünde dinamik ve güncel olması gereken, sudan sohbetler ve seks konuşulsun diye tasarlanan bu formata inatla kalite getirmekte direten Serdar Turgut'un dinazor imajı! pekişiyor.

Hilal Cebeci kendisiyle ve birikimiyle zaten barışık. Bence programın en kendisi gibi ismi de o. Fakat E. Övet programı idare etmek adına muhabbeti iyice dibe çekiyor. Aslında Serdar Turgut'un bahsettikleri standart bir izleyici için kolay anlaşılır şeyler olmasa da kullandığı dil gayet anlaşılır. Ama muhabbet bayağılaştırılacak ya illa (şüphesiz ki "sex sells") bu yüzden sürekli muhabbet sekse indirgeniyor. Programın sonunda yükselen tansiyonla önümüze çıkan bilanço şu;
Türk insanını sürekli aşağılayan çok bilmiş bir gazeteci kendini aklamaya çalışıyor. Çünkü Cebeci, kendisini(Serdar Turgut'u) çok Amerikanvari olmakla suçluyor, Türk toplumunu iyi algılayamadığını ve bilmediğini iddia ediyor. Fakat bizim ahmak medyamız, Turgut'un bahsettiklerinden bihaber olduğu için, Cebeci ile benzer bir alt yapıya sahip olduğu için, Serdar Turgut sadece biliyor diye içten içe bilenip, uyuz oldukları için "Hilal Cebeci, Serdar Turgut'u fena bozdu" diye manşetler atıyorlar, spotlar, flaşlar yazıyorlar. Programı baştan sona izledim orada bozulmuş bir çok bilmiş adam yok! Orada iki kafasız kadın arasında var olmaya çalışan ve bu işi araştırmış gelmiş, bir farklılık yaratmaya çalışan bir gazetecinin bayağılıkla imtihanı var. Neyse program bitiyor çok şükür! Merakla bekliyorum konunun nereye bağlanacağını bu yüzden bitiriyorum programı!

Peki sonuç?

Öncelikle, Esin Övet ekrana hiç yakışmayan feci bir kadın. Bu format için uygun diyeceğim ama Serdar Turgut'a yazık olmayacak mı? Yani bence program konseptini ikisinden biri yanlış anlamış. Bu program, magazine farklı bir vizyon getiren bir program mı? Yoksa içinde bol bol seks olan, tartışmaya meyilli bir ortam yapan eğlencelik bir yaz programı mı? Tecimsel olarak düşünürsek ikinci seçenek ne yazık ki daha olası! Bu yüzden Turgut'a yazık olacak! Hatta olmuş, geçmiş olmuş...

Daha net bir sonuca varacak olursak; Günümüz televizyonculuğu ne yazık ki Serdar Turgut'un kafasında tasarlayıp, ekrana yansıtmaya çalıştığı gibi içi dolu programlara müsaade etmiyor. Böyle ne idüğü belirsiz, garip programlar çıkıyor ortaya. Benim için daha ilk bölümde patlayan "Alt Üst Muhabbetler", tahmin ediyorum bu işten azıcık anlayan herkesi alt üst ediyor.

*John BERGER(5 Kasım 1926): İngiliz yazar,ressam ve sanat eleştimeni.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Kayıp Şarkılar Vol.1: (Göksel -Yollar)


Yazın getirdiği evde oturma mecburiyeti ve sezonun kapanmasından mütevellit açılan bolca vakit sayesinde daimi hobim olan didik didik müzik araştırmalarında bir keşfimi paylaşmayı borç bilirim. Şöyle bir girizgâh yapmak gerekirse şayet;
Yıl 97... Ben daha 8 yaşındayım... Müziğe olan yoğun ilgim kendini saatlerce teyp ve kasetler arasında yuvarlanmak, müzik dinlemek, ses kaydetmek, şarkı söylemek, kaydetmek bi daha kaydetmek, radyo programı denemeleri yapmak olarak kendini dışarı vurduysada, evde o yaşlarda özenle büyüttüğüm g*tümü şimdilerde eritmek için binbir takla atmama sebebiyet verdi. Velhasıl kelam (kendi cümlemden sıkıldım tey tey)Günün diğer yarısını beyaz camda yeni peyda olan müzik kanallarını ezbere almakla geçiriyordum. Derken ekranda kızıl saçlı efendime söyleyeyim şehlalığı alenen belli olan ve köpükler içinde debelenen "sabıır sabıır" diye garip bir şarkı söyleyen bir kız beliriverdi. Şarkı çıkar çıkmaz Top10, Top20 vb listelerde bomba etkisi yarattı. O dönemin çok dışında, şimdiki birikim, araştırma ve gözlemimle bir yerleştirme yapmak gerekirse eğer zamanının ötesinde diyebileceğimiz bir parçaydı. Radyoda, TV'de, sokaklarda, dükkanlarda "sabır, sabır ya sabır"...
Yıl 97 yılıydı ve 2000'e 3 yıl vardı. Hande Yener'in "Senden İbaret" albümünden çıkacak olan "Yalanın Batsın" şarkısı öyle bir kapatacaktı ki 90'ları, bu kırılma noktası ile türk müziğine inme gibi inen bu etki geride kalan tüm eserlere naftalin tozu serpecekti. Fakat kanımca önemli olan benim bu yazıyı yazma sebebim olan albümün hiç de diğerleri gibi naftalin kokmamasıydı. Hoş zaten naftalin kokmak benim nazarımda kötü birşey de değildi tam aksine başka bir lezzetti.
Derken 2. klip ile ekrana mıhlandığımı çok iyi hatırlıyorum. Yani "Uzun Uzun Yollar" ile... Salonun ortasındayım. Ekranla aramda taş çatlasın yarım metre var. Etrafımda kasetler, önümde teyp ve kızıl saçlı kadın o güzel saçları savurarak, yeşili yara yara dağlara doğru yürüyor. Ama ne şarkı söylüyor; yandım derdinle yar of aman yar, beni ele güne mahçup etme, beni boynu bükük geri gönderme" diyor. Şarkı, türkü normlarında aslında ve ben o dönem THM ve TSM'ye acaip tepkiliyim.(hoş, sonra ağzımın payını aldım)Şarkıya ölüp bitiyorum ama. Sabır falan solda sıfır kalıyor. O klibi yakalayabilmek için ekran önünden ayrılamaz oluyorum. Günler böyle geçiyor. Yeni şarkılar şarkıcılar çıkıyor piyasaya...Sonra 90'lar tüm hışmıyla Göksel'i bir kenara fırlatıyor. Türk müziğinin altın çağı derler 90'lar için... Bence çok doğru. Şarkıların müzikalitesinden ziyade bir tadı olduğu için... 2000'leri daha aklı başında yaşadım. 10 yılı da devirdik hatta ve geriye dönüp baktığımda müzik bazında elimde pek birşey yok işin aslı. Gerçi bu başka bir yazının konusu...
Yıl 2001 olduğunda dört yıl aradan sonra siyah saçlı bir kız mıyıl mıyıl "depresyondayım" diyor ekranda. Hoppala e bu Göksel! Nasıl yani? O benim hayran olduğum kızıl saçlı kendini dağlara vuran kadın değil mi bu ya? O yahu! Yok artık bu nasıl korkunç bir şarkı! diyerek işte o günün yaşattığı hayal kırıklığı ile kendimi Göksel ve müziğine kapatıyorum. Ardından yaptığı tüm şarkılara, tüm albümlere öyle ön yargılıyım ki denk geldiğim zaman bile nasılsa kötü diyerek es geçiyorum.
Yıl oluyor 2009... İzmir sıcaktan kavruluyor. Temmuz yada ağustos pek emin değilim. Ben sınava hazırlanıyorum, İstanbul'a geleceğim ya inat ettim bir kere. Bu sıralar çok değer verdiğim bir arkadaşım var. Çok da cici bir kız hala da bambaşka bir kızdır. Sık sık yürüyüşler yapıp sohbet ediyoruz birlikte. O günlerden birinde "kurşuni renklerin" hikayesi bir yerden çalınıyor kulağıma. Sezen Aksu'nun yasaklı şarkılarından biri... Rahmetli Onno Tunç'un ardından yıllarca söyleyemediği bir şarkı. Şarkıyı araştırırken Göksel'in 97 çıkışlı o albümünde bu şarkının da yer aldığını öğreniyorum. Ulaşıp dinliyorum ve hayran kalıyorum. Sezen Aksu şarkılarındaki sihirden midir, Sezen Aksu'nun alamet-i farikası mıdır bilinmez, onun şarkılarını onun kadar iyi yorumlayan bir başka vokal daha yoktu ta ki Gökseli dinleyene kadar. Bu şarkının o dönem yaşadığım olaylarında etkisiyle yeri bende kocaman oldu.
2010 yılına geldiğimizde yapımcı Cansu Akbel ile çalışma şansına nail oldum. Kendisi koca yürekli, başka bir kadın. Bir sohbet esnasında öğrendim ki benim yıllar önce ekrana çakılarak izlediğim "uzun uzun yollar" klibinin yönetmenliğini kendisi yapmış. Tesadüfün böylesi...
Hayat zincir zincir doladığı örgüsüyle beni 2011'in temmuzuna kadar sürükledi. Arayıp tararken Gökselin ilk albümü "Yollar"ı bir deneyeyim dedim. İlk şarkı zaten favorim olan şarkı. Ardından sıra sıra tüm şarkıları dinledim. Albüm baştan aşağı şaheser hatta dönemin masterpiece'i bile sayılabilir. Yavuz Çetin, Erkan Oğur, Erdem Sökmen gibi müthiş isimlerle çalışılmış. Benim için öne çıkan parçaları listelemek gerekirse;

* Uzun Uzun Yollar : Albümün Favorisi
* Kurşuni Renkler : Yeri ayrı, Sezen Aksu'nun şarksını, Aksu'dan daha iyi yorumluyor
** Dön : Gökselin vocal range'inin sınırlarını ortaya çıkarıyor
* Olur ya : Tarzının dışında bir yorumu var, güzel tınlıyor
* Benim Şarkım : Yavuz Çetin faktörü
* Sabır : Zamanın ötesinde, yenilikçi
* Sensiz Kalınca : Albümün başarılı duygusal parçalarından biri
* Unut Dediler : Bir diğeri
* Yakışıklı : Vasatın biraz üzeri
* Evire Çevire : Vasat

Böylece kayıp şarkılar listeme öncelikle **Dön'ü, sonra diğerlerini ekliyorum.

Yıllarca Göksele bu kadar kapanmış olmam şimdi o kadar anlamsız ki! Ama müziğin perileri bir şekilde doğru melodiye akıtıyor seni. Sana başka kapılar aralıyor. Göksel vokal performansı olarak niyeyse bana "sade" andırıyor. Onun kadar pudra şekerli bir tını ve ses aralığı da oldukaç geniş. Ama bence Göksel'in farkı herşey bir yana şarkılara kattığı duyguda. O cici kız bir anda kadın oluyor, çocuk oluyor, aşık oluyor seksi oluyor ve bir şekilde yüreklere sızmayı beceriyor. Bu albümde bundan sonraki tarzını oldukça etkilediğini düşündüm sentez yöntemi. Doğu ve batıyı öyle farklı harmanlıyor ki aynı şarkı içinde hem arabesk dinler gibi oluyorsunuz hem de rock. Kullandığı türk enstrümanlarının bunda çok büyük etkisi var. Kullandığı ezgi dizileri ve armoniler öylesine özgün ki Göksel, günümüzün Erkin Koray'ı gibi. Son iki albümü bugüne kadar yapılmış en iyi nostalji derlemeleri zaten bu konuyu tartışmaya bile açmam! Bu yüzden tavsiyemdir ki lütfen bu albümü dinleyip, arşivinize katın. Göksel'in gelişimini görebilmek ve müzikalitesine vakif olabilmek için vazgeçilmez bir albüm tavsiye ediyorum efenim. İyi deneyimler!

30 Haziran 2011 Perşembe

Hipnozcu Hesabını Kapatır


Çıktığı yolculuklar Hipnozcuyu yormuştu hatta adı kalmıştı sadece kendine dair. Öyle mutluydu ki kızla birlikte sakin bir hayat sürmekten... Zirve yapmıştı artık ve yediği tokatların onu kestiğini, hayatı öğrettiğini düşünüyordu. İnanın böyle değildi dostlar, hiçbirimiz için böyle değildi! Bu yüzden Hipnozcu der ki; eğer zamanınız varsa okuyun bu yazıyı! Öyle birini anlatacağım ki size iyi ki sen tanışmışsın ve bizi ıskalamış diyeceksiniz. Belki de ilk görüşte tanıyacaksınız o karanlığı.

...

Şimdi kara bir tohum hayal edin. İşaret parmağının yarısı büyüklüğünde ve yüzeyi baklava dokulu... Siyahın öyle bir parlağı ki karanlık ancak bu kadar içine çeker seni. Çünkü siyahın ışıltısı evrendeki tüm güneşleri söndürebilecek kadar cazibelidir. Bu sedefli tohum nefret, kin, haset ve kainattaki tüm fenalıkların konsantre hali gibidir. Tanıdığınız her kötünün en iyi ve en kötüsünü alıp bu tohumda bir araya getirmişler sanki! Tohum elde tutulmaz, tadına bakılmaz hatta gözle bile bakılmaz! Bu yüzdendir ki tohumun etrafını organlarla, dokularla, deriyle, saçla ve gözle kamufle ederek indirmişler yeryüzüne! Şeytanın bir parçası demeye dilim varmıyor ama... Güzel birşey çıkmış ortaya! Ortaya çıkan ve insan görünümlü bu mahluk birşeyden eksik doğmuş! Kalpten! Onun yerine de tohumu yerleştirmişler işte...

...

Hipnozcu ve kız mutlu bir hayat yaşadıkları bu zümrüt çayırların ortasında bir eve yerleşmişler. Evleri küçük ve sevimli bir evmiş. Öyle filmlerden fırlamış yapay bir sevimlilik değil, cidden sıcacık bir ev! Yaşadıkları kasaba halkı yardımsever insanlardan oluşmaktaymış, yada aşık olduğuklarından ayırt edemiyorlarmış iyiyi kötüyü bilmiyorum. Sarp kayalıkların kendini yeşil otlaklara bıraktığı bu cennet arazide konuşlanmış kasabanın üç yanı dağlarla çevriliymiş. Daha doğru tasvir etmek gerekirse eğer, kasaba dağların kucağında yer almaktaymış. Güneş, kasabanın dördüncü cephesinden doğduğu için standart bir açıyla ufka bakan herkes sanki ilk kez güneşin buraya doğduğunu hissedermiş. Bulunduğu konum gereği ulaşımın pek mümkün görünmediği bu kasabaya yolu düşen olmaz, kasabalılarsa kasaba sınırları dışına gerekmedikçe çıkmazlarmış. Kimilerinin izole bulabileceği bir hayat yaşarlarmış. Güneşin bu kadar güzel doğduğu bu kasabada kimse gündoğumunu sevmez, o alacakaranık vakitlerinde ortada görünmezmiş. Herkes evine kapanır ve gecenin kendini iyice güne bırakmasını beklermiş. Bu yüzden kasabada hayat geç başlar geç bitermiş. Bunun nedenini merak eden Hipnozcunun kulağına garip bir efsane çalınmış. Rivayete göre; çayırların bitip uçurumun başladığı dördüncü cephede günün ilk ışıklarıyla birlikte "o" belirirmiş. Kim o? demiş Hipnozcu. Aman demiş kasabalılar! Aman diyeyim Hipnozcu sakın ha adını ağzına alma "O"nun. Heryerde kulağı vardır onun. Duyarsa kurban eder seni! Ama kim o? demiş Hipnozcu kim? Çayırın bitipte dağın keskin yamaçlarının başladığı ilk düzlükte bu kasabaya tepeden bakan çirkin bir virane var görmüşsündür. İşte orada yaşar! Gündüz de, gece de dışarı çıkmaz! Sadece kuşluk vakti uçurumun başına gider ve kendine bir kurban arar günün geceyle öpüştüğü yerde demiş kasabalılar. Hipnozcu üzerinde durmamış gibi görünsede durum ilgisini çekmiş aslında. Çünkü geçmişinde kapatılmamış bir hesabın kokusunu almaktaymış Hipnozcu, intikamın yeterince soğuduğunda alınması gerektiğini de o hesabın sahibinden öğrenmiş hatta!
Bunun üzerine Hipnozcu kendi kendine düşündüğü her vakit, kasabanın tepesinde gözlerini dikmiş bakan ne olduğunu bilmediği o şeyin nasıl bu kadar etkili olduğunu düşünmeye başlamış. Günler birbiri ardına yuvarlanırken, içinde merakla büyüyen yeni bir Hipnozcu ile karşılaşmış. Gündelik hayat mutlu mesut akıyormuş akmasına, peki ya Hipnozcunun özü o yerinde mi duruyormuş? Misyonunu unutmuş mu Hipnozcu? o değilmiymiş yedi cihana nam salan üstad! Nasıl bir başkası bu kadar başarılı olabilirmiş? Belki de daha oyun bitmemiştir! Ya O'ysa? Hem kasabalılar için de gündoğumu ile barışmanın vakti gelmiştir ve Hipnozcu kaderin bir piyonu olarak kurtarıcı atanmıştır belki... Kendi kaderinin ve diğerlerinin kurtarıcısı... Tüm bu sorularla beynini yiyen Hipnozcu bir kuşluk vakti evden çıkmaya karar verir. Kız bir melek gibi yanıbaşında uyumaktadır. Parmak uçlarında yürüyerek evden çıkar, kapıyı da ardından sessizce kapatır.
Hipnozcu sarkacını kontrol eder, yerindedir. Kuşlar günün aydınlanmaya başladığını haber verircesine ötmeye başlamışlardır. Hipnozcu kasabanın dar sokaklarından uçurumun başlayıp çayırların bittiği ufka doğru yürürken hala gökte olan dolunayı izlemektedir. Yıldızlar az da olsa seçilmektedir. Kasabayı ardında bırakan Hipnozcu çayırların sonuna doğru yürür. Uçurumun başına geldiğinde önce sesini duyar! "Kendine yeni bir isim vermek istesen bu ne olurdu Hipnozcu?" Sesi duyunca Hipnozcu neyle karşı karşıya olduğunu anlar. "O"ndan dalga dalga yayılan bu efsun hiçbirşeye benzememektedir. Ardına döner ve O'nunla burun buruna gelir. "Bir adım var zaten", "Başka bir ad başka karakteri olana gerekir mesela sana Büyü" der. "Adımı unutmamışsın" der Büyü. "Adını unutsam neye yarar ki? Neyi silebilirim sana dair? En büyük hayal kırıklığımı mı?" O mavi gözleri karanlığı kusarken dünyaya, Hipnozcu içinden bir kez daha bu yalan kadına kanmamak için dua eder. Büyü konuşur, büyü anlatır. Hipnozcu dinler, inanmamak için direnir. Büyü devam eder. Saat ilerler, gün yükselir. Hipnozcu kulaklarını tıkar. Büyü daha fazla daha da fazla anlatır. Hipnozcu yere çöker teslim olmuştur ne yazık ki... Büyü ona doğru birkaç adım atar. "Karanlığıma hoşgeldin" der. Hipnozcu, dizlerinin üzerine çöktüğü yerden, kapalı olan gözlerinden bir tanesini aralar. Elleriyle yzünü kapatmıştır. Parmak aralarından günün ilk ışığı çarpar Hipnozcunun gözüne ve o an hatırlar cebindeki sarkacı! Yerden doğrularak sarkacı Büyü'ye doğru sallar. Güneşten iyice rahatsız olan Büyü, Hipnozcunun bu cesaretine inanamaz. Sarkacın etkisinden dolayı yerinden de kıpırdayamaz. Çünkü Hipnozcu karanlığı kullanmadan başetmektedir onunla bu kez iyilikle!

...

İşte bu şeytanın yer yüzündeki aksidir. Böyle insanlar numunedir hayattta. İçlerinde taşıdıkları kalp değildir çünkü. Öyle çok tilkileri vardır ki beyinlerinde, kötülüğün kudretiyle hiçbirinin kuyruklarını birbirine değdirmezler. Önce kurban bulur, sonra paralize edip uyuşturur. Sonra öyle bir algı yaratır ki yalanları bilsende inanırsın. Çünkü öyle bir belagat gücüdür ki o bir kere açtıysan içini senin tüm zaaflarını anında keşfeder. Hayatının her zerresine sızar seni sömürür ve sen hiçbirşeyin farkında olmazsın. Hatta içen içe onu sevmeye devam bile edersin onun şu hayatta hiçkimseyi, kendisini bile sevmediğini bile bile...

...


Hipnozcu tek bir laf etmez! Bu suskunluğun onu daha çok kudurtacağını çok iyi bilmektedir. Gün ışığı çarptıkça tenine kararır Büyü, parça parça dökülür etleri. Kirli karanlığı dökülür ortaya! Kasabalılar evlerinden çıkmış olan biteni izlemek için ilk kez uçurumların başına yürümüşlerdir. Büyü çaresizce erir, erir ve yok olur....
Hiçbirşey onun sandığı gibi tekerrür etmez. O karanlık tohum, küllerin üzerine yuvarlanıverir. Kasabalıların şaşkın bakışları altında tohumu eline alarak güneşe tutar Hipnozcu. O anda inanılmaz birşey olur ve güneş kararır. Bu şeytan tohumu öyle güçlüdür ki... Yoksa... Yoksa Hipnozcu bu gücü tekrar eline mi alacaktır? Kalabalığın içinden üzerinde geceliğiyle kız sıyrılıverir. O an göz göze gelirler Hipnozcuyla. Soğuk bir rüzgar eser mevsimin aksine! Hipnozcu kıza bakar önce, sonra tohuma! Yaşadığı güzel günler gelir aklına o güzel gözlerini görünce kızın. Sonra elindeki tohumu uçurumlardan bir anda fırlatır. Güneş hiç doğmamış gibi doğar bir anda. Hipnozcu yorgun düşmüştür, yere yığılır. Kız Hipnozcunun başını kucağına alır. Gün, yeniden yükselmeye başlar. Kasabalılar uçurumun başında çayırların üzerine çökerek doğan günü izlerler. Kasaba tarihinde bir ilk yaşanmaktadır. Kasaba halkı Hipnozcuya derin bir minnet duyar O'dan kurtuldukları için. Hipnozcu ise içinden tekrarlamaktadır yarı baygın... "Sen doğru ol, eğri kendini gösterir... gösterir "

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Gülümse...


"Nedir bize geçmişi özleten? Yaşadığımız zamanın tadının kaçması mı? Geçmişin daha tatlı olması mı? Yani, küçük parçalar halinde zihnimizde aniden uyanan, beliriveren anı parçaları, yıllar önce yaşanmış o anı tekrar canlandırıyor en sıkkın anımızda! Ve bu parçalar bir yandan geçmiş zamanın hüznüyle ruhu sararken, diğer taraftan o anı yaşadığın zamanki mutluluğu anımsatıyor. Daha doğru bir ifadeyle an'lar sana geçmiş ve gelecek arasındaki mutlu-mutsuz ikilemini eş zamanlı yaşatıyor." Diye yazıp bir yere kaydetmiştim aylar önce...
Sezen Aksu'nun "Gülümse" albümünü bilirsiniz. Hani Sezen, albüm kapağında kızıl, küt saçlarıyla poz verir objektife ama yüzü gülmez hatta tatlı bir hüzün vardır bakışlarında işte o albüm geçti elime. Sezen Aksu'ya özel bir merakım yok ama o albüme aşinayım. Şarkılar arasında gezinirken "tutsak" şarkısına takıldım. Dinleyene kadar şarkının ne melodisini ne sözlerini hatırlıyordum oysa. Ama ilk 5 saniyede şarkıyı hemen hatırladım. Ve işte yukarıda karaladığım paragrafı an be an yaşadım! Sanki alnımdan yukarı parlak ışıklı bir lotus çiçeği yükseldi. Yavaş yavaş yaprakları büyüdü ve şimşekler çaktırarak beni açılan boyut kapısından içeri çekti. İşte yaşadığım o "an" beni yine zaman tüneline çıkardı.İçimde geçmişin gerçekten geçmiş olduğunu farkettiğimde yaşadığım acı, boğazımdaki birkaç düğüm ve o anın hayalinin yaşattığı mutluluk hepsi aynı anda yüreğime nüfuz etti.
Halamla dinlerdik bu albümü... Babaannemlerin evinde üstü pikaplı büyük bir müzik seti vardı. Bu müzik setinin altında camlı bir bölüm ve bu bölümün içinde de kasetler olurdu. "Gülümse" bu kasetlerden biriydi. Sonra aklıma halamın yeşil suzuki marka arabası geldi. O arabayla o kadar çok yere gitmiştik ki... Halam çok ilginç bir kadındır. Hayattan nasıl zevk alması gerektiğini, onun tadını nasıl çıkarmak gerektiğini öyle iyi bilir ki! Her konuda çok ince bir zevki vardır. Çok başarılı bir kılavuzdur. Mesela hiç unutmam ilk sevgilimi ona söylemiştim. Gözleri parlamıştı. 15 dk. sonra onları annemle mutfakta sohbet ederken yakalamıştım. Halam anneme sesi titreyerek -Mert büyüyor artık demişti! Şimdi hatırlayınca öyle garip geliyor ki:) Halamın arabası onlarca peluş oyuncakla doluydu. Hatta arka koltuğuna 3 kişi oturabilmek için oyuncakları bagaja almak gerekirdi. o arabayla birgün beni İzmir Karataş Lisesi'nin arka sokaklarında, yamaçta bir dükkana götürmüştü! Annemde vardı hatta! O dükkan eğer hala yerindeyse, İstanbul'un sosyetik-entelektüelleri orayı iyi bir vintage mağaza olarak değerlendirirlerdi buna eminim. Mesela o mağazadaki yoğun rutubet kokusu hala burnumda! Orada eski plaklar ve kasetler vardı. Sanırım "Gülümse" de onların arasındaydı. Gün düşmeye başladığında arabaya atlayıp evin yolunu tutmuştuk. İzmir'in ılık kış gecelerinden birisiydi... Güzelyalı sokakları ıslaktı! Ben camı aralayıp körfezi kokluyordum. Bir yandan da şarkılar söylüyorduk. O an öyle mutluydum ki...!
Şarkı bitti. Lotus motus kalmamıştı ortada. Ben İstanbul'da yeni bir yaşamın göbeğindeydim. Hayallerden dönüşüm hep böyle yıkıcı oluyordu ama yaşadığım anın realitesini kabul etmek zorundaydım.
Hem salim kafayla düşünüldüğünde geçmişi özlemek o kadar da üzücü değildi. Sonuçta herşeyden önce geçmişe baktığında özleyecek şeylerin vardı. Ya onlarda olmasaydı? Ayrıca o sokaklar, o körfez hala oradaydı. Sevdiklerim hala hayattaydı. Ve herşeyden önce bir hayat arkadaşım vardı geçmişimi hediye edebileceğim! E dahası neydi? Tek yapılacak şey an'ları anı yapmak için geri dönmekti! Peki durmak niyeydi ? Şimdi sakin ol ve "gülümse... bulutlar gitsin"

20 Mart 2011 Pazar

Şaka Gibi


Bir kitabı bitirirken, doğum sancısı çeker gibi kıvranırım her seferinde. Özellikle son sayfaları okumak ölüm gibi gelir bana. Sanki yazarın kitabı yazmaya başlamadan önce, yani o ilk harfi karalayana kadar geçen süreçte, onun çektiği tüm sıkıntıyı ben kitabı bitirmeye çalışırken çekerim. Yine bir kitabı bitirdim ve yine tarifi benzer sıkıntılar ve kıvranmalar yaşadım.
Okuduğum kitabı bir tavsiye üzerine almıştım. Tavsiye üzerine kitap okumak her zaman itici gelmiştir aslında. Uzun süredir okumayı planladığım bir kitabı bile biri tavsiye etse tüm çekiciliğini kaybeder benim için, hatta o kitabı her rafta gördüğümde tiksintiyle bakarım. Bu da hepimizde varolan doğumsal defektlerden, bende günyüzüne çıkan kısmı işte. Yani çoğumuzda mevcut manyaklıklardan sadece biri! Ama bu sefer kitap, paralel bir evrende çoktan tanıştığımıza inandığım biri tarafından tavsiye edilmişti. Bende kitabı alıp, okumaya başladım.
Varolmak... Defalarca kez sorgulanmış, benden önce çeşitli argümanlarla benden konuya daha vakıf kişiler tarafından binlerce kez tartışılmış olan "varoluş" sorunsalına bir parmakta ben atayım niyetinde değilim. Ama "şaka" gibiydi...
Kundera'nın sayfalarını çevirirken küçücük bir şakanın nelere sebebiyet verdiğini görmek gerçekten şaşırtıcı bir deneyimdi. Günlük hayatımızda, girdiğimiz sosyal ortamlarda yaptığımız şakalar kimbilir nelere sebep oluyordu. Önce aklıma bu geldi elbette. Tesadüf ve yazgı çizgisinde, o dümdüz ve ince ipte bir cambaz gibi dengeyi sağlamaya çalışırken, bazen ben bile ayırdına varamıyorum hangisi kader hangisi rastlantı.
Küçük rastlantıların hayatın kurgusunu oluşturduğunu öneren bir metindi aslında ama ben hep yazgının varlığına inanmışımdır. Bir tercih yapmak zorunda olmadığımı bile bile kitabı devirmeye devam ederken, burnumu soktuğum hayatlar beni oldukça derinden sarsmıştı. Kitabın baş kahramanı Ludvik, kız arkadaşına yolladığı kartpostalda yaptığı bir şaka yüzünden, önce komünist partiden atılmış ardından öğrenim hayatına son verilmişti. Sınırsız özgürlükleri vaad eden komünist düzenin nasıl totaliter bir rejime dönüştüğü- dönüşebileceğini gözler önüne seriyordu. Bu rejimin ölü doğmuş olduğu bence de bir gerçekti. Birşeyler okumaya başladıktan sonra bu fikrim daha da sağlamlaştı. İnsanı, birey olmayı, bireyin ihtiyaçlarını, arzularını, kişiliğini ve varoluşunu ıskalıyordu komünizm. Aslında komünizm demek ne kadar doğru bilmiyorum. Komünizmin bir yorumu, bir denemesi demek daha doğru sanırım. Pratikte komünist düzen ütopyadan başka birşey değildir çünkü. Fakat bu eskizin bile taban tabana zıt olduğu liberal düşünceden aşağı kalır yanı yoktur. Birinde oluşturulan görece eşitlik içinde yaratılan gizli faşizanlık, diğerinde hiçbir zaman sağlanamayan eşitlik içinde birey "kendini gerçekleştirememektedir". 21. yy.'da globalizm bu kadar önüne geçilemezken, ülkeleri kendi içine kapatmak komik denemelerdir.
Sayfalar birbiri ardına çevrilirken Çekoslovakya'nın kendi içindeki değişimine de şahit oldum. Devrimin en ateşli sözcüleri, hatta Ludvik'in hayatını karartanlar, o küçük şakayı inandıkları uğruna tolere edemeyenler, 10 yıl sonra sistemin un ufak ettiği adamlar oldular. Çocukları, kendi babalarının annelerinin inandığı davayı komik buldular. Uğruna kan döktükleri idealler yerini salt varolma çabasına bıraktı. Ya Ludvik'in hayatı gibi ıskalanan hayatlar? Onlar neyin bedeliydi?
Kitap bitti! Kendime doğru bir yolculuğa çıktım. Okuduklarımın bende uyandırdıkları çarpıcıydı. Gün içinde nelere sebep olduğumuzu bilmeden, öyle salla-pati yaşıyorduk ki! Aldığımız kararlar hatta seçtiğimiz kelimeler kimlerin hayatında neler değiştiriyordu! Gençken idealist olmak kolaydı, herkes kendini dünyayı değiştirebilecek güçte sanıyordu! Gençken diyorum çünkü ben kendimi genç hissetmeyeli bayağı oluyor. Yaş ilerledikçe ölüm korkusu mu insanları inandıklarını savunmaktan alıkoyuyordu yoksa artan sorumluluklar mı? Geçen seneler insanları iç dünyalarına çağırırken, alttan gelen nesilin ise bambaşka idealleri oluyordu! Belki de kuşak çatışması dedikleri sadece olgunlaşmaktan ibaretti. Sanıldığı gibi birbirini anlayamayan kuşaklar yoktu. Sadece olgunlaşıp daldan düşenler ve henüz yeşil-taze olanlar vardı. Her soru bir diğerine cevap oluyor ve her cevap bir başka soruyu doğuruyordu. Bu sorulara cevap aramanın sadece kendimi hırpalamaktan ibaret olduğunu, birey olarak başka şeylere ihtiyacım olduğunu farkettim. Kendimle çatışmadan bunu kabul ettim. Varoluşçuluğu yazgısal olarak kabul etmesemde, bireyci ve özgürlükçü yönüyle özümsüyordum.
Tolerans sanılan kadar korkunç birşey değildi. Tolerans, her zaman kendinden ödün vermek anlamına gelmiyordu. Diğerini ötekileştirmeden anlamak için bir şans veriyordu. Şakaların, küçük rastlantıların sebep olduğu herşey çevremizde olup biteni daha iyi anlamak (anlamayı istemek lazım önce),hayatımızda tesadüflere yer vermek için bir şanstı. Bu şansı iyi değerlendirmeliyiz sanırım. Bu Polyanna halim karşısında "yok daha neler, şaka gibisin yani" dediğinizi duyar gibiyim. Zaten hayat da bir şakadan ibaret değil mi?