19 Aralık 2014 Cuma

Nasıl Deli-remedim?


Siz çürük kokusu nasıldır bilir misiniz? Ben öğrendim. Kulaklarımdan, burnumdan, göz pınarlarımdan sızan o yeşil dumanı, paslı kesif kokunun neye benzediğini öğrendim. Dışarıdan giderek semirdiğim gözlense de içten içe çürüyorum ben. Her gün bir, bin ya da milyonlarca hücrem intihar ediyor. Klozet deliğinden gitmemekte direnen bir tomar tuvalet kağıdı gibi, güçlü girdaba kapılıp kapılıp tüm sevdiklerimin bir sonraki aşamaya geçişini izlerken, durgun sularda öylece sürükleniyorum.

Çürümemin yanı sıra biraz delirdim de... Ama nasıl delirdim? Umarım delirmişimdir!

Bu bir sektör eleştirisi değil... Zira medyanın eleştirilecek bir tarafı kalmadı artık. Bundan sonra "sektör ölmüş" diye başlayacağımız her cümle, ölünün arkasından edilen dua gibi nereye gideceği meçhul. Yani medyanın ruhu şâd oluyor mu? Olmuyor mu bilemiyorum. Çok da ilgilenmiyorum zira merhumun yaşarken bana bir hayrı yoktu.

Eskiden erdem diye bir olgu vardı... İnsanlar ahlakı kendi erdemine göre yorumlardı. Genel ahlak algısı bile şu zamana göre insanları dizginlemek adına ehven-i şerdi. Artık bunların hiç biri yok... Çalışmak ayırt edici bir özellik değil, birikim ve deneyim de öyle... Artık tek bir gerçek var. O da entrika! Kulis yapabildiğin ve miden bunu kaldırabildiği kadar varsın, kulis yapabildiğin ve birilerinin kafasına basabildiğin kadar yükselirsin. Yani ilkeli ve dürüst çalışmak sana hiçbir artı sağlamıyor. En azından medya için böyle...

İstanbul desen... En iyisi hiç İstanbul dememek! Bebek'te lüks mekanlara gitmek, pazar günleri boyanıp boyanıp sahilde "take away" karton bardaklarla tur atmak, Her adımı sosyal medyada paylaşıp "like alma" adı altında hava atmak için haftanın bifiil 6 günü ölümüne çalışıyoruz. Para kazanıyoruz belki ama nereye gidiyor bu para? Taksilerin gözü çıksın, AVM'lerin de öyle... Ve de trafiğin... Hiç bir zaman giyemeyeceğimiz ve layıkıyla kullanamayacağımız bir sürü şey için tonlarca para döküyoruz. İşte "dostlar alışverişte görsün" lafı artık gerçekten anlam kazanmış oluyor bu durumda. Şimdi ben bunları yazıyorum diye aynılarını yapmıyor muyum sanki... Yapıyorum, hem de köküne kadar... Yaşam kaltesini yükseltmek dediğimiz şeyin alım gücüne paralel ilerlediği yanılgısı beni de pençelerinin ararsına kıstırmış durumda... Ama kurtulamıyorum!

Hayatta gerçek olan bir şeyi fark edebildim ama... Aşk! Sevdiğim kadınla evlendim. Sanırım hayatta aldığım en doğru karar bu! Ama bunun haricinde attığım her adım, çöplükte atılmış gibi...

Bunun bir sonu var mı? Hayat hep böyle boşu boşuna çalışarak mı gidecek? Bir şeyler yapmalı ama ne? Of çok yorgunum... Bugün yalnızca dört saat uyudum. Yıkanmaya bile mecalim yok. Sadece yemek yiyorum ve sigara içiyorum. Ama bu adaletsizlik! Acaba anamız babamız da bu kadar zorlanıyorlar muydu bizim yaşımızda? Ya hayat hep bu kadar zor muydu? Of şimdi İzmir'de olsam! Lise yılları ne güzelmiş ya kıymetini bilememişiz. Adama bak ya baba parası yiyor, şimdi de yurt dışına gidiyormuş. Ben kendimi bildim bileli çalışıyorum daha bu sene pasaport çıkartabildim. Size de biri hayatınızı sizden çalıyormuş gibi gelmiyor mu? Bu akşam buluşup içsek mi? Yok ya onun iş arkadaşlarıyla programı varmış! Herkesin pabucu da dama atıldı ha! Kendimi keseceğim! Ya biz ne için bu kadar didiniyoruz allah rızası için bunu bana biri açıklasın? Ya sen burada müdür olabileceğine inanıyor musun? Bence bu işleri toptan bırakıp başka işe girelim? Kafe mi açsak? Ticaretten anlar mısın? Yooo.. E alt tarafı üç kuruş para değil mi? Garsonluk da yapsan aynı parayı kazanırsın. E bunca yıl boşuna mı okudum? Benim diğerlerinden ne farkım var? Yaş da geçiyor, otuz olmadan bir karar vermek lazım. Daha askerlik var. Ya biz neden zorunlu askerlik yapıyoruz? Benim onlara ne faydam olur ki? Hizmetçilik için askerlik yapıp, buradaki düzenimi mi bozacağım? Neyse, yüksek lisansı hallettim bir kaç yıl daha rahatım. Belki o zamana kadar bir daha bedelli çıkar. Sanmıyorum ya bence bir daha çıkmaz. Belli olmaz ya üç yılda bir çıkarıyorlar. İzmir'e mi gitsek? İzin alamayız ki! Bir arkadaşım işi gücü bırakıp Kanada'ya yerleşti biliyor musun? Hadi ya ne cesaret! Aslında yapmak lazım! Bu ülkenin yaşanılacak tarafı kalmadı. Yeni operasyon başladı duydun mu? Evet ya kim bu Fuat Avni? Bu gece ne yiyeceğiz? Dışarıdan söyleriz. Senin şu kız hamileymiş biliyor musun? Oha hangi ara evlendi ki o? Bu yıl herkes evlendi ya! Düğünlerden başımızı kaldıramadık. Of çok daralıyorum. Sanki biri boğazımı sıkıyor! Dayanamıyorum! Ya giderek çürüyorum sanki, Kokuyu alıyor musun? Ne kokusu? Çöpü attın mı? Aaa unuttum. Hani sen atacaktın. Ben de unuttum. Yakında kendini unutacaksın. Unuttum zaten! Nasıl yani? Böyle işte... Bunları düşünürken, konuşurken, kendimi, herşeyi unuttum. Ve Delirdim!

Ben böyle delirdim! (umarım) Mutsuzluktan, memnuniyetsizlikten, tembellikten, tatminsizlikten delirdim.(umarım) Dünyayı böyle içselleştirmek istemiyorum. Hatta hiç umurumda olmasın istiyorum. Bir hafta tatil için bir yıl çalışmak da istemiyorum. Ben sorumluluğu olmayan Göztepe sahilinde her gece üç bira içip ayaklarını denize sallayan o adam olmak istiyorum. Çişimi köprü altına yaptıktan sonra da eve gidip yatan o adam olmak... Kayda değer bir başarı elde edemeyeceğimi biliyorum. O yüzden başarsısız sıradan adam olmak istiyorum. Sıradan başarılarım olacağına öylesine bir adam olayım...

Bu yazı bir yere bağlanmayacak, sıradan hevesli bir adamın, bir iç dökmesi olarak kalacak... İddiasız ve silik bir yazı... Biliyorum ben de herkes gibiyim.. Siz de benim ve herkes gibisiniz.. Aynı endişeleri yaşayıp, farklı klozet deliklerinde boklu suların bizi yumaşatmasını bekliyoruz. Yarından umudumuz yok. Bir umut var ama o da zamansız bir umut... İçimize içimize ertelediğimiz, örtüp sakladığımız bir umut... Güneşi doğurmayacak, ancak bulutları aralayacak bir umut. Belki hiçkimse bizi keşfetmeyecek. Kimbilir emekli bile olamayacağız belki... Ama umut işte...

Anladım ki hala deliremedim. Yazdıkça dünyaya dönüyorum. Belki de en iyisi hiç yazmamaktır. Birgün delirebilirsem, nasıl deliremediğimi görür birileri. Ya da bu yazıda silinir gider diğer herşey gibi... Kolonya gibi...










30 Ağustos 2014 Cumartesi

Sıkıldıysan, değiştir...



Günün son ışığını gördüm...
Batmadan güneş, göz kırpan son huzmeyi...
Önce ezan sesi yankılandı, sonra sofra telaşlarında hatıradım çocukluğumu.
Masumiyeti özlüyorum.
Gürültüden, kalabalıktan uzak geceleri...
Ve annemin "herşey yolunda" diye bakan sıcak gözlerini...
Tepeleri sararken gölgeler, anımsıyorum ilk gençliğimi...
Misafirin zul gelmediği yılları ve tükenmez bir şevkle taşınan ince belli çay bardaklarını...
Gece yarısı geç gelirdi...
Karne heyecanı vardı, bir de ütülü beyaz gömlekler...
Tencereler dolu ve sıcaktı...
Hiç bitmeyecek gibi gelirdi o günler...

Sonra yollara düştüm...
Görmeye başladım hayatın keskin dönemeçlerini.
Savrulmaya direndim.
Yol ayrımları gördüm, kanlı kavşakları da...
Panayırlara girdim, hayvanat bahçelerini gezdim...
Öyle garip hayvanlarla tanıştım ki vahşetine inanamadım gördüklerimin.

Şimdi mevsimler kesik kesik...
Kıvrımları buz kesmiş kuru yaprakların,
Çamur ve izmarite bulanmış sokaklar,
Cumbalı evler nostalji mahremini örtünmüş üzerine
Ve her biri var olmamış bir gerçekliğin ellerine uzanıyor.
Değişim değişmekten korkuyor,
Naftalin kokuyor güneş.
Işığından ürküyor sokak lambaları.
Ucu açık bir sona sarıyor filmler.
Tekerrür ediyor hisler.
Boşa düşmüş bir plağın eski cızırtısı saklıyor "şerefe" seslerini
Göz yaşları birikiyor kalbin odalarında
Taşıyor odalardan dalgalar ve sürüklüyor yol ayrımlarına...

"Sıkıldıysan, değiştir" diyor bir ses.
"Değişmek, karar vermektir" diyorum.
Aniden aydınlanıyorum sonra memnuniyetsizliğime...
"Daha ne kadar kötü olabilir ki?" diyorum.

Bir sayfaya karalayıp heceleri, ucunu yakıp, semaya salıyorum.
Geçmişi fosfora boyayıp, paslı kasnaklara geriyorum
Külleri uçuşurken ardından değişimin,
Yeni bir gelecek yazıyorum....




4 Temmuz 2014 Cuma

İhtiyarın Hikayesi



Kadıköy’ün ara sokaklarında kaybolmaya ihtiyacım olan bir gündü… Aylardır, yıllardır içimdeki yeni şeyler denemeliyim aşkı yine yerini alışıldık, bildik mekanlara bırakmıştı… Yine aynı yere gittim…  Öyle bir zamandaydım ki bir yanım “zincirlerini kır göğe yüksel” derken, diğer yanım “şükret” diyordu. Hani bir an içinizde öyle bir duygu doğar… Sanki o an harekete geçseniz tüm dünyayı değiştirebilirsiniz gibi gelir… Ama sonra bu kıymetli his bir anda küçülerek azalır, hatta yok olur. İşte böyle bir anı kıçından başından genişleterek tüm hayatıma yaymaya başladım… Yani bir an içimden dünyanın bana ihtiyacı varmış gibi hissediyorum, ondan sonra içimde bir şeyler, bir ses beni yavaş yavaş kemirmeye başlıyor… Kulaklarımda sürekli “şükret” sesini duyuyorum…. Bu ses beni çıldırtıyor. Gerçek aslında o kadar burnumun dibinde ki… Ama bir sesin sürekli sizi gerçeğe çekmesi, ona doğru itmesi hatta gerçek tarafından yok edilmek ölümcül bir his…

Gerçek tarafından yok edilmek… Tüm hayallerinin, isteklerinin, taleplerinin ve tutkularının gerçek tarafından harcanması… Öyle garip ki bazen bu durumun azameti gözümü ölesiye korkutuyor. İşte bu yüzden ölümcül… Yani bir taraftan da çok boktan birşey… Çünkü her sabah uyandığınızda yada benim gibi her sabah yatağa yattığınızda “yapılacaklar” listeniz biraz daha kabarıyor. Ama hiçbirinin yanına yapıldı işareti koyamıyorsunuz. Ama bugün yapılacaklardan ziyade yapılmışlardan bir hikaye anlatacağım.

Bir ihtiyarın hikayesini….

Genç çocuk ihytiyarın eline düştüğünde daha çok körpeydi… O kadar körpeydi ki onun gösterdiği dünyayı gerçek zannederdi. O zamanlar aklında, hayatında gerçek tarafından yok edilmek yoktu…

İhtiyar garip bir adamdı. Hep kendine has doğruları vardı. Ama bu genç için hiçbir şey ifade etmiyordu. Çünkü ihtiyarın doğruları zamanla onun da doğruları olmuştu. Genç geriye dönüp baktığında , bunca çirkin şey yaşanmasına rağmen ihtiyar hakkında tek bir kötü söz edemiyordu. Bu durum genci kendinden tiksinir hale getirmişti. Çünkü birini sınırsız sevmek nedir işte bununla tanışmıştı.

İhtiyarın bir lafı vardı hiç  ağzından düşürmediği “sen doğru ol, eğri kendini gösterir”. Genç hep bu lafa göre hareket etmişti. Ancak bu doğruların yalnızca ihtiyara özgü doğrular olduğunu keşfedememişti.

Tüm gerçeklere uyandığındaysa herşey için çok geç olacaktı.

Böylece yıllar geçti. İhtiyar, genci elinde hamur gibi yoğurdu ve ona şekil verdi. Ancak yıllar sonra gencin hamurunun başka olduğu ortaya çıktı. O şekil o hamurla olamazdı.


Bir İzmir vardı bir taraftan da… Öyle bir yerdi ki bu İzmir, herşeyi siktir edip, tüm şehrin ışıklarını söndürüp gidilesi bir yer… İşte burası gencin burnunda tütüyordu…


Kapı çaldı. Genç kapıyı açtı.  İçeri girdi biri… Genç “kimsin” diye sormamıştı bile… Biliyordu kimin geldiğini. İçeri giren kişi çok gerçekti. Böyle tanıştı genç gerçekle… Davetsiz, sorgusuz, sualsız…

Gerçek o gece gencin koynuna girdi, ruhuna sızdı. Hatta genci bir güzel becerdi. Sabah olduğunda gerçek ortada yoktu. Genç nerede olduğunu merak etmedi. Çünkü biliyordu, artık gerçek içindeydi.

İhtiyar sokaklarda yürürdü hep, Asla kabul etmezdi yaşlılığını… Birgün dişleri döküldü… Hatta yolda çenesi düştü… Ardından koşan gençler uzattı çenesini ihtiyara… Ölüyordu ihtiyar ama öldüğünü kabul etmiyordu.

Hayat böyle sikik birşeydi… Kimse öldüğünü kabul etmiyordu. Hatta öldüğünde bile…

İhtiyar yaşama öyle delicesine tutunmuştu ki, ezip geçtiği hiçbir şeyi göremedi. Yalın ayak yürüdü bahçelerde… Öyle filizler seçti ki yetiştirmek için, hepsi reyhan kokuyordu.

Gencin yılları geçti. Kalbinde ihtiyarın yeri büyüktü. Öğrendiklerini hep saklı tuttu. Ama ihtiyar birgün gidince gençten, genç bomboş kaldı!

Genç çirkinledi, genç yaşlandı, genç yaşamdan soğudu! İhtiyar öyle bir gitmişti ki, verdiklerine karşılık gencin tüm enerjisini sömürmeyi tercih etti. Genç artık genç değildi! Ama ihtiyar hala ihtiyardı!

İhtiyar genci tüketti, onu düşman belledi! Yaptığı herşeyde, attığı her adımda içindeki kin ve öfke, o keskin zehir dışarı taşıp sağı solu yakıyordu. Ne gariptir ki kimse de bu işe “dur” demiyordu!

Zaman geçti. Herşey bitti, herşey sona erdi! Dışarıda yeni savaş meydanları kurulurken, genç acizane camdan dışarı bakan adam oldu.

Halbuki ölüm birgün herkesi bulmayacak mıydı? Neden tutuyorduk bu kurumuş ağacın köklerini? Ellerimiz parçalanana kadar neden çekiştirip duruyorduk? Mezar sesi duyacaktık hepimiz sonuçta. Toprağın ıslak kokusu burnumuzda kalacaktı.

Niyeydi bu kadar hırs?


İhtiyar bir gün kral oldu! Ama tacı da tahtı da bir darbeyle elinden alındı! Darbenin mimarı zamandı! Durmadan akan, kapılardan, pencere aralarından sızan, durdurulamayan zaman!

18 Haziran 2014 Çarşamba

Küçük Bir İş Kazası



Elimde bir bidon benzinle yürüdüm ateşe… Hem içimdekileri hem dışımdakileri yakmaya kararlıydım. Gözü kara bir tutkuyla adımladım merdivenleri… Saatler vardı her yerde, yuvarlanarak akan saatler…  Akışa ve duruşa direncini kaybetmiş, direçsizlikten sıvılaşmış saatler… Önüne geçilmez bir istekle, yapılmamışı yapmaya duyulan korkuyla yürüdüm. Evet, yakacaktım her yeri çember çember ateşlerle… Tavanları karartacaktım. Yanık et kokusuna olan özlemle yürüdüm…

Benim lanetim insanları sevmekti. Zira şu binayı tutuşturmaya dakikalar varken bile içeride kömür olacak kişileri düşündüm. Aralarında sevdiklerim vardı… Yürürken hep aklıma şu son görüntü geliyordu. Alevler etrafı sarmışken, onlardan etkilenmeyen mumya insanlar… Ateşe dayanıklı mumya sevdiklerimin sırtlarında özenle yapıştırılmış yazılar vardı. Yazılarda “yangından ilk kurtarılacaklar” yazıyordu. Ama mumya sevdiklerim öylece duruyordu ve derin bir boşluğa bakıyorlardı. Yazık olacaktı onlara…Umarım onları biri kurtarırdı. Ama neyse ne! Kim beni seviyordu ki? Kim beni benim insanları sevdiğim kadar seviyordu? Bunları düşünmek artık anlamsızdı!

Köşeyi döndüğümde başına geleceklerden habersiz nefret ettiklerim, aralarında o tahammül edemediğim kahkahalarıyla gülüşüyordu. O üstten, kendini beğenmiş kahkahalarla etrafa yalandan yalanıyorlardı. Dudağımın kenarında acı bir tebessüm belirdiğini fark ettim. Hani şu, gizli kapaklı bir iş çevirmeye çalışırken, çaktırmamak için zapt edilmeye çalışılanlardan… Oysa içimde yılların hasreti vardı. O yangını çıkaracaktım.

İnsanlar öyle iki yüzlüydü ki, burada nefes aldığım her an biraz daha kirlendiğimi hatta pislikten silikleştiğimi hissediyordum. Sadece gözleri seçilebilen zahiri insanlardan kurulu bir orduyla çevriliydi etrafım… Bu pislikleri su arındıramazdı. O yüzden yakacaktım hepsini…

Eğer biri duygularını bağışlayabilirsin dese, inanın gidip bağışlardım. Çünkü hislere olan inancımdan çok şey kaybettim. Halbuki mantık öyle dimdik duruyordu ki karşımda, yıllardır sokağın köşesinde duran butik gibi hep gördüğüm ama hiç fark edemediğim bir şekilde… Ben mantığa sarılamadım. Hep duyguların peşi sıra yürüdüm. Bu yangının beni de sıfırlayacağına inanıyordum. İçimdeki herşeyi söküp atan dört köşe bir yangınla arınacaktım.

Kapıdan girdiğimde kimse fark etmedi beni. Masanın köşesine dikilip öylece baktım geniş alana… Böcek gibi, sinek gibi göründüler gözüme… Ama asla karınca değillerdi. Zira burada bir karınca varsa o da bendim. Dur durak bilmeden çalışan, çalışmayı şiar edinmiş ve her çeşit kazanımın sadece çalışarak sağlanacağını zanneden aptal bir karıncaydım. Ama bu karınca, bu bok çukurunu bugün ateşe verecek ve dünyaya yine emek harcayarak hizmet edecekti.

Alanın ortasına doğru yürüdüm. Öylece durdum. Elimdeki bidonu ayağımın dibine koydum. Bir an aklımdan iki elimi yukarı kaldırarak “ey gerizekalılar beni dinleyin” demek geldi ama yapmadım. Zira parlaklığı göz alan egom, öz güvenim şu iğrenç yere geldim geleli un ufak olmuştu. Hala kimse farkımda değildi. Yere eğilip bidonu aldım. Kapağını yavaşça gevşetip yere attım. O an zamanın ağırlaştığını hatta durduğunu hissettim. İçimde dalgalanan coşku tüm bedenimi sardı. Sessiz naralarla, çığlıklarla sadece kendimin duyabileceği haykırışlarla kendimden geçtim. Tüm bidonu gelişi güzel boca ettim etrafa… İnsanların benzinle ıslandıktan sonra beni fark etmeleri ne acıydı. Zira benzin kokusu çıkmazdı… Hoş, çıkmasına gerek de kalmayacaktı zaten. Onlar ne olup bittiğini anlamadan çakmağı çaktım. Alevler bir anda her yeri ama her yeri sardı. Benim etrafımda oluşan yarım metre çapında bir çember haricinde her yer yanıyordu. Hem de ne yanmak…

Tanrım bu ne güzel bir temizlik hissiydi. Ağır çekimde insanların çığlıklarını, acı yakarışlarını duyuyordum. En nefret ettiklerim kendilerini duvarlara çarparak söndürmeye çalışıyordu ama işe yaramayacaktı! Çünkü tacı başıma takmış, asayı elime almıştım bir kere! Artık ateş benim kontrolümdeydi! Sadece bir hareketimle ikinci katı tutuşturdum. Yavaştan yanık et kokusu yükselmeye başlamıştı. Adeta ateşle dans ediyordum. Çığlıklar daha da yüksedi. Öyle acı acı bağırıyorlardı ki, o çığlıkları her duyduğumda, titreşimlerini her hissettiğimde içimden tonlarca ağırlık kalktı. Belli ki ölüyorlardı ve dünya biraz daha temizleniyordu. Artık buradan ayrılmanın vakti gelmişti. O an anladım.

Koridoru geçtim, kapıları aştım. Ardımdan yıkılan duvarları, eriyen plastiklerin kokusunu duyuyordum. Kulağımda kıvılcımların oluşturduğu çıtırtılar ve  yükselen ruhların uğultuları vardı.

Dışarı çıktığımda temiz havayı ciğerlerime çektim. Herşey bitmişti artık!
Arkamı dönüp baktım. O şahane, dışarıdan fazlaca “gel gelli” o ihtişamlı paket eriyor, yanıyor, kül oluyordu. O an alevleri şöyle rahat bir koltukta, arkama yaslanarak seyretmek istedim. Elbette etrafta koltuk falan yoktu. Ben de köşedeki büyük saksıya yaslanıp, bir sigara yaktım.

Hep düşünürdüm. İnsanların bir şey düşünmemeye çalışırken bile bir şeyler düşündüğünü bilirdim. Sanırım bu kez, belki de ömrümde ilk defa hiçbir şey düşünmüyordum.


İzmariti fırlatıp, attım. Sokağın köşesini döndüğümde, uzaktan itfaiye sirenlerini duymaya başladım. Yavaş yavaş yaklaşan sirenler adımlarımı hızlandırdı. O an “Eğer beni bulurlarsa ne diyeceğim?” diye sordum kendi kendime. Aslında cevap o kadar basitti ki… Tüm olup biten küçük bir iş kazasıydı!

24 Mart 2014 Pazartesi

Geri Döndüm



Şimdi yeşilin ortasında oturuyorum, ayaklarım çıplak… Önümde alabildiğine mavi var. Burada zaman daha yavaş akıyor sanki... Öyle ki kum saatinin ortasındaki daracık koridora sıkışmış bir kum tanesi gibi hissediyorum. Boşa düşmesi gereken ancak düşmemekte direnen bir kum tanesi gibi…

Sanki yıllardır benim dahi göremediğim zincirlere ve prangalara bağlıymış da aniden özgür kalmışım gibi… Sanki biri benim tüm iplerimi salmış gibi… Şimdi fark ediyorum ki aslında kendimi özgür bırakan bendim.

Omurgalı durmanın, direnmenin, dik kalmanın özgürlüğünü yaşıyorum.

Son 7 ayımı günde 3 saat uyuyarak, 4 kupa kahve içerek ve her gün bezdiriye direnerek geçirdim. Ama benim için son ayların vazgeçilmez eylemi şaşırmak oldu. Hem de ne şaşırmak… Bildiğim inandığım tanıdığım tüm değerlere küfür edercesine bir şaşırmak… Karanlık ve derin bir şaşırmak!

Bu öyle bir şaşırmaydı ki dünyanın en balçıklı sırlarını her gün biri yüzüme yüzüme çarpıyordu, Ben ise her gece balçıklardan arınıp başımı yastığa koyuyor ve ertesi sabah kalktığımda her şeyin bir rüya olmuş olacağını umut ediyordum.

Aslında dünya ne kadar pis bir yer olduğunu sazlı-sözlü yüzüme haykırıyordu.

Bu süreçte öyle şeyler yitirdim-yitirdiğimi sandım ki kendimi yiyip bitirdim. Ama kazandıklarım…İşte onlar kaybettiklerimi donunda sallıyordu.

O salak kişisel gelişim kitaplarından hep uzak durmaya çalıştım. Kitaplardaki ezbere öğretilerin, hayatı deneyimlemenin yanında boş ve mesnetsiz olduğuna inandım. Hayat bana bu konuda ne kadar haklı olduğumu gösterdi. Ancak itiraf etmeliyim ki bu oldukça sancılı bir süreç oldu.

Kitaplardan cımbızlamaya gerek kalmadan bire bir deneyimlenmiş bir kaç ders sıralamak isterim buraya… Tecrübeyle sabittir.


·      Baban olmayan kimseye “baba” deme!
·      Kimseyi kendinden çok sevme zira insanlar seni sevmez
·      Kimsenin dediğine gözünle görmeden inanma, güvenme
·      Birine iyilik yapıyorsan asla karşılık bekleme zira insanların riyakarlığına inanamazsın. Çok kalbin kırılır.
·      Kimseden vefa ve insaf bekleme!
·      İş ortamında baban olsa tanıma zira kimse senin yaşına hürmet etmez! Unutma çıkarlar hep senin üstünde olacaktır.
·       Medya sektöründe profesyonellik anlayışı hiç bir sektörde olmadığı kadar esnek ve manipulatif bir tanıma sahiptir. Bir gün profesyonellik gereği yapılan yarın duygusal bir hareket oluverir. Söze baksan herkes profesyoneldir ama kimse tanımın gereğini yerine getirmez.
·      Egolarına teslim olmuş adam en uzak durman gereken adamdır. Hele ki egosunun altı boşsa…
·      Bir de “ne şiş yansın, ne kebap insanları” vardır. Bunlar kimin eşeğine binerse onun düdüğünü öttürür. Asla güvenemezsin.
·      Biri sana bir işte kötüsün diyorsa sakın kulak asma! Bilakis o işte iyisindir!
·      Sana doğru gelmeyen hiçbir şeyi destekleme, kabul etme ve dik dur! Dik durmak erdem sahibi olmanın en önemli ayağıdır!
·      İnsanların reklamlarına kulaklarını tıka! Zira sürekli kendi başarılarını anlatan adam bu hayattta bir bok olamamış adamdır!
·      Kendinin farkına var! Asla yapamam deme! Bu hayatta kimler ne işler yapıyor görsen inanamazsın!
·      Sebat et, saygıda kusur etme ama yeri geldi mi kestirip atmayı bil!
·      Pembe gözlüklerini çıkar. Dünyanın çok leş bir yer olduğunu ve toprak üzerinde yaşayan herşeyin mahluk olduğunu kabul et!
·      Ama asla umudunu kaybetme! Sen iyi olursan tüm kötülükler söner!

Bu bir yıkım tablosu gibi görünse de aslında değil! Aylardır hattta yıllardır hiç olmadığım kadar hafif, rahatlamış ve özgür hissediyorum. Aylardır yaşadığım eziyet benden yeni bir ben yarattı ve hayatı tanıma kılavuzunu gözümün önüne koydu. Bu süreçten öyle dersler aldım ki… Lanet ettiğim şeye şimdi şükrediyorum!


Kimseye kırgın ya da kızgın değilim, artık şaşırmıyorum bile… Sadece kendimi gerçekleştirmeye çalışıyorum. Sadece kendimi…