9 Temmuz 2012 Pazartesi

Başıma Bir İş Gelmeyecekse Eğer Marmara İletişim Mezunuyum!

Solda görmüş olduğunuz fotoğraf Marmara İletişim'in vazgeçilmez heykelinin önünde çekildi. Diş Hekimliği Fakültesi ile aynı yerleşkeyi paylaşıyor olduğumuz için onlara göre diş apsesi olan bu heykel, biz iletişimcilere göre alenen taşaktı. Poz vermek için ideal olan bu heykelde her genç iletişimcinin en az bir fotoğrafı vardır. İşin acı tarafıysa şu garabet okuldan mezun olduktan sonra kampüse dair özlenecek tek şeyin bu garip heykel olduğu.

Dikey geçiş sınavını kazandığımda gözüm bi' korkmuştu, yalan değil. Dikey geçiş sınavı, bilenler bilir, soruları en kolay fakat kazanması en zor sınavlardan biridir. Dolayısıyla karşıma çıkacak insanlar şüphesiz ki beni entelektüaliteleriyle donlarında sallayacaklardı. Kendimi oldukça yetersiz görüyordum. Ta ki Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Tv ve Sinema bölümünün ilk dersi Sinema'ya Giriş dersine girene kadar! Pek sevgili Zeynep Çetin Erus'un dersiydi. Ve bu ilk ders önümüzdeki üç yılın provası gibiydi. Şu an 3. sınıfta okumakta olan ismini zikretmekten kaçındığım hanım kızımız, Hollywood sinemasına girizgah yapmakta olan hocamıza şu soruyu sordu. Aynen aktarıyorum;

- Hoccjaaam, şeyy ya bu işlerin arkasında hep Amerika var diyollar, bu uçak falan çarptı ya gökdelene doğru mu o ?

Uzun bir sessizlik... O an işin vehametine uyandım. Değil bunlar beni eziklemek, bir maşrapa suyla küçük parmağımı bile ıslatamazlardı. Görev tamamlanmıştı, korkulacak bir şey yoktu. Yoo, vardı! Ben vardım :))

İşte Marmara İletişim öğrenci kalitesinin yerlerde olduğu, hocaların tüm teorik dersleri 0-6 yaş grubu hizzasına çekerek anlatmak zorunda kaldıkları fecahat bir okuldu. Uygulama dersleri için ekipmana ulaşmak ölümdü. BÜT yoktu Yaz okulu yoktu. Ve biz dikey geçişliler bir dönem 16, diğer dönem 18 ders alarak ve bu derslerin birini bile bırakırsak kapının önüne konma tehdidiyle ilk seneyi atlatmak zorundaydık. İçindeki akademik açlığı doyurmaya gelen benim gibi öğrenciler 3 yıl boyunca kantinin önünde pişpirik oynayan, buranın bir eğitim yuvası olduğunu reddetmek suretiyle iletişim fakültesine kıraathane havası veren, havası bozuk ne idüğü belirsiz bir grup moronla aynı bahçede sigara içip kafayı yemek zorundaydık. Yani hayat bize bayağı zordu.

Öğrenci işleri... Ne desem bilmiyorum! Son yıla kadar öğrenci işleri ölü balık gibi bakan, boş mezarın bayat ölüsü bir grup kafası karışık memurla işlerliğini yitirmişti. Sikindirik bir öğrenci belgesi almak 3 gün sürüyordu. Ve yıllardır bu odada ne yaptıklarını bilemediğim bu bir grup memur herşeyi birbirlerine soruyorlardı ve o sordukları kişi de cevabı bilmiyordu. Belgelerim kaybolduğu için 3 kere transkript getirdim bu okula ve aynı okul beni önce %10'luk dilime sokup sonra yanlış hesapladığı için bu kararını geri aldı. Bir de beni borçlu gösterdiler. Tam mezun olacağım yıl bir fark ettiler ki biz eksik ders almışız ve mezun olamıyoruz. Niye biz bu ders seçimlerini danışman hocalar kontrolünde yapıyoruz o zaman? Çünkü danışman hocalar ders kayıtlarının kredi esasına göre yapıldığını sanıyorlar, meğer ders sayısı esasına göre yapılıyormuş. Ve günün kıçında ders listemize bir ders daha eklediler.

Müfredatta öyle gereksiz dersler vardı ki, eminim bir hukukçu kadar hukuk dersi almışımdır ve bir gün gel digitürkümüzü sen bağla deseler, gider bağlarım.

Ama hakkını yemeyelim son sene bir hareketlenme yaşandı. Fakat bu hareketlilik bürokrasideydi. Her faşizan yönetimde olduğu gibi bürokrasi tıkır tıkır işliyordu ama akademiyle ne ilişkisi olduğunu anlamadığım kutlu doğum haftası etkinlikleri de yapılıyordu. Ünsal Oskay'ın mirasına sahip çıkılmayan bir çehreye bürünüyordu Marmara İletişim ama şükür ki ben gidiyordum bu lanet okuldan.

Hiç mi güzel bir şey olmadı diyecek olursanız, elbette oldu. Çok okudum, çok şey öğrendim, akademik bir disiplin kazandım, moronların haricinde güzel arkadaşlar edindim, beyni durmuşların haricinde birbirinden değerli hocalarım oldu, Kahve Dünya'sında o kadar çok vakit geçirdim ki ortaklık teklif ettiler, ben kabul etmedim.

Başta Vildan İyigüngör olmak üzere, Melda Cinman, Mukadder Çakır, Cem Pekman, Göksel Aymaz, Ahmet Şahinkaya, Zeynep Erus, Şevket Sayılgan ve Serpil Kırel asla unutamayacağım ve hep müteşekkir kalacağım hocalarım arasındalar...

Yeri gelmişken dostlarımı anmadan olmaz... En büyük teşekkür kader ortağım, dikey geçişli yoldaşlarım Merve ve Anıl'a. Merve olmasa bu okul hayatta bitmezdi. Bitmek tükenmek bilmez bir ısrarla hiç yorulmadan arkamı topladı. Sayesinde bitirdim desem yalan olmaz. Yeri geldi sözlerime beste yaptı, yeri geldi kör gözleriyle bizi rezil etti. Ve Anıl... Sonu gelmeyen didişmelerin, her konuda fikir ayrılığının yanı sıra uzun uzun kariyer planlarının, dertleşmelerin, yumuşak başlı, anlayışlı, cüsseli lady prensesi... İkinizde benim canımsınız. Bir ömür böyle kalmak dileğim.



Sahra, İzmir'in kokusu, ayrıksı pembik. Kendime bu kadar benzeyen biriyle tanışacaksın deseler mümkün değil inanmazdım! İyi ki varsın!

Ve hayatımın aşkını yine bu lanet okul sayesinde buldum. Biricik sevgilim Tuğçe bana bu okulun belki de en büyük hediyesi.





Adını anmadan yazımı bitiremeyeceğim Özgür, Alican, Ercan, Özge, Deniz, Erman, Ahmet, Beykan, Gülay, Yasinciğim ve adını unuttuğum daha nice güzel insan sizlere de teşekkürler !



Son teşekkürüm de Kahve Dünyası'nın demirbaşı Oğuz Bey'e! Biz gidince tuvaletin hemen arkasındaki masa boş kalacak! Tek mumla doğum günü kutlayan kimse olmayacak orada!

Ve ve ve güzel heykel taşağa bir teşekkür daha! Okulun gerçeğini böyle güzel yansıttığı için!

Biz gittikten sonra Marmara İletişim'de neler olur hiç bilmiyorum, Umrumda da değil! Ama bildiğim tek bir şey var akşam vakti Nişantaşı'ndan Akaretler'e sallanmayı ve her inişimde İstanbul'un en sevdiğim yerinin burası olduğunu hep hatırlayacağım ve dostlarımı...





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder