16 Ocak 2012 Pazartesi

İzmirliyiz, Kar Nedir Bilmeyiz!

Günlerdir söyleniyorum. Hadi artık kar yağsın, yeter kar yağsın, İstanbul'a geldik bir kar göremedik diye diye... Yağdı sonunda! Hem de ne yağmak arkadaş! İzmirliler bilir, biz kar nedir bilmeyiz. O kadar ayaz olur, o kadar soğuk yapar, yanaklarımız, burnumuz kızarır bir türlü kar yağmaz. Yağsa bile ağzımıza bir parmak bal çalar gibi uçuşur uçuşur gider. O salak salak uçuşmaya bile biz ağzı açık ayran budalası gibi bakarız. Bir kar yağmaya görsün insanlar yerler buz tuttuğu için değil havaya bakmaktan kayıp düşerler. Omuzlarımıza düşen kar tanelerini nimet gibi okşarız. Okullar yurt genelinde tatil olur, millet kar topu oynar biz o soğukta çıkar okula gideriz. Akşam dona dona eve gelir ödev yaparız, bir yandan haberlerde kızak kayan çocukları hasetle izleriz. Yani doya doya ne kar topu oynamışlığımız vardır, ne de kardan adam yapmışlığımız. Resim derslerinde kar resmi yaparken kartoplarını kafamız kadar kocaman çizeriz, yani o kadar bilmeyiz kar nedir. Dolayısı ile İzmirliler olarak kara açız. Sosyal medyada bile karı en büyük coşkuyla İzmirliler karşıladı. Kar, İstanbullular için eziyeti ifade ediyor. Ankaralılar burada yağana kar bile demiyor.
Ama şimdi karsız geçen çocukluk kışlarımdan intikam alma vakti! Bu akşam kar iyice artacakmış. İsabetsiz merteorolojinin bu saptamayı isabet ettirmesi için dua ediyorum. Bu gece kar iyice bastırdığında havuç ve zeytinlerimi (doğal gaz var, nereden kömür bulalım?) alıp kardan adam yapmaya çıkacağım. Beni takip edin!

Yaklaşık altı saat sonra...


13 Ocak 2012 Cuma

Bir Yaz Gecesi Rüyası


Son sigaralarımızı da söndürdükten sonra artık otobüse binme vakti gelmişti. Ben her zaman ki bir ha kalktı ha kalkacak paniği içerisinde binelim artık şu otobüse diye tutturuyordum. Çocukluğumdan beri çözemediğim bir travma sanki otobüs bizi orada bırakıp gidecek... Olacak iş değil yani. Ben sevgilimle birlikte oturmuştum. Arkamda kuzenim Begüm'le Oğuzhan, onların yanında da tekli koltukta Onur oturuyordu. Bavullar bagajda, hepimizin bagaj fişleri bendeydi. Yazın ortasında aylardır planladığımız tatili gerçekleştirme fırsatı bulmuştuk sonunda. Yanımıza hiç bir şey almadık desek yeridir. Bir kaç tişört, bir kot bir şort, mayo. havlu ve bir iki kitap o kadar... Şehrin tüm bezginliğinden, teknoloji manyaklığından, para kazanma mecburiyetinden, kariyer takıntısından, ayaklarımız üzerinde durma çabasından, trafikten, egzoz kokusundan arınmaya gidiyorduk. Elbette bu ekiple sakin bir yolculuk yapmak imkansızdı. Onur yolculuğun 10. dakikasında ilaçlarını evde unuttuğunu fark etmişti. Hemen akabinde söylenmeye başladı. "Bak başlayacak yine tık tık. Benim kalbimde sorun var sanki bilmiyorsunuz. Açık açık söylemek gerekirse ben bu çarpıntıyla uyuyamam" Bunu duyan Begüm arkadan kahkahalarla gülmeye başladı. Fakat Oğuzhan'ın derdi daha büyüktü çünkü o da gözlüklerini evde unutmuştu. Üç koltuk önünde izlemeye çalıştıkları filmin alt yazısını göremiyor ve sürekli "ne yazıyor?" diye soruyordu. Fakat bu küçük aksilikler kimsenin moralini bozamazdı. Biz bu tatili hak etmiştik ve gidiyorduk sonunda. Yarın sabah gün ışıdığında denizin tuz kokusunu ciğerlerimize çekecektik, güneş bizi kavuracaktı ve şıpıdık terliklerimizle asfalt yollarda yapışmadan merkeze inmeye çalışacaktık. Sabah 4 sularında mola verdiğimiz tesiste  ayran - kaşarlı tost ikilisine teslim olmuştuk. Ayranı da içtikten sonra iyice mayışmıştık ve uyandığımızda Ege'nin huzurunu hissedebiliyorduk otobüsün camından.





Sabah 7 olmuştu. Temmuzun ortasında sabahın 7'si bile oldukça sıcaktır. Aniden tabelayı gördük. Evet, Çandarlı'ya sapmıştı otobüs. Yaklaşık 20 dakika sonra inmiş olacaktık. Begüm arkada o yolun sarsıntısında inatla makyaj yapmaya çalışıyordu. "Bari göz kalemi sürseydim diye söylenip duruyordu." Tuğçe hala uyanamamıştı. "Hadi hayatım geldik diyordum." ama gözlerini bile açamıyordu :) Çandarlı otogarında indik. Küçük bavullarımız elimize aldık ve merkeze yürümeye başladık. Yaklaşık 10 dakika sonra denizi görebilmiştik. Öyle garip bir hava vardı ki hepimizin üzerinde sanki bugüne kadar hiç deniz görmemiş kadar mutlu ve heyecanlıydık. Koştur koştur sahile inip ayaklarımızı denize soktuk. Onur "Bence merkeze inip bir eczane bulmalıyız." deyince gerçekle yüzleştik. Evet merkeze inip kiraladığımız evi bulmalıydık ve eczaneyi... Çarşıya girdiğimizde esnaf daha yeni yeni kepenk açıyordu. Herkesin yüzünde parlak bir enerji, en yaşlısında bile garip bir dinçlik vardı. Bu biz şehir insanlarının asla anlayamayacağı bir şeydi.



Tarihi çeşmenin önüne geldiğimizde gördüğümüz minik mangallar aklımızı başımızdan aldı. Bir tane alıp akşam   hakkını vermeliydik. Köfteci Şerif'e girip evin adresi sorduk. Tarif ettiği yer merkezden biraz uzaktaydı ama yürünmeyecek mesafede değildi. O yüzden daha fazla vakit kaybetmeden tavana kuvvet yürüdük. Merkezden çıkmadan Onur'un "tık tık" ilaçlarını da almayı ihmal etmedik. Biraz tırmanıp evin bulunduğu siteyi bulduk. Ev sahibi anahtarı yan komşuya bırakmıştı. Tuğçe kapıyı çaldı. Yaşlı bir çift çıktı. Anahtarı uzatırken "Hoş geldiniz evladım. İyi tatiller. Bir şeye ihtiyacınız olursa çekinmeyin" dediler.  çok sevimliydiler. Hemen anahtarı alarak evin kapısını açtık. Terliklerimi fırlatır fırlatmaz ilk koştuğum yer balkondu.






Ev  üç odalıydı. Odaları paylaştıktan sonra usulen eşyalarımız yerleştirdik. Komşularımızdan en yakın marketi öğrendik. Gidip bir güzel alışveriş yaptık. Kızlar bu sırada evde yastık kılıflarını değiştirip, balkonu yıkıyorlardı. Kavun, karpuz, beyaz peynir "Kulüp Rakı", karışık çerez, bol bol makarna, çay, kahve alıp döndük. Artık yapılacak tek şey mayoları giyip sahile inmekti.






Sıcaktan öyle bunalmıştık ki ilk iş denize girmek oldu. Saatlerce suda kaldık. Artık o kadar abarttık ki derilerimiz buruş buruş oldu. Ardından çıkıp kumların üzerine attık kendimizi. Ben yolun karşısına koşup beş bira kaptım. O sıcakta "pıssss" diye açılan buz gibi bira bizi kendimizden geçirdi. Akşama kadar sahilde yuvarlandık. Artık akşamüstü olmuştu. Yavaş yavaş eve dönüp, duş alma vaktiydi.






Kızlar duş alırken evin dolaplarında bulduğumuz eski radyodan kanal arıyorduk biz de. Oğuzhan buzdolabını kontrol etti buzlar tamamdı ve rakımız soğumuştu. Kızlar duştan çıkıp makarnayı yaparken ben de salataya başladım. Sonra duşu girip biraz şekerleme yaptım. O kadar tatlıydı ki vücudumuzda yanık sıcaklığı, saçımızda tuz kokusu, aralık pencereden süzülen meltem sanki içimizde sıkıp, katılaştırdığımız ne varsa yumuşatıp sökecek gibiydi. Bu tatil için öyle çok özenmiş, öyle çok beklemiştik ki sanki herkesin kafasında en kötü günümüz böyle olsunu duyar gibiydim. Balkona masamızı kurduk. Rakılar kadehlere dökülmeye başladığında yükselen anason kokusu sanki ağustos böceklerini bile sarhoş etmişti. Şehrin ışıklarından uzak oluşumuz yıldızları o kadar çok parlatmıştı ki böyle güzel bir gecenin tek şahidi onlardı bir de ağustos böcekleri elbette.






O gece tüm günün yorgunluğuyla erkenden yattık. Sabah günün ilk ışıklarıyla uyandığımda sanki yıllardır uyuyormuş gibi dinlenmiştim. Kafamı çevirip sevgilime baktım, o kadar güzeldi ki... Onun o tazeliği, sakız beyaz yastıklara dökülen kömür karası saçları tüm yatağa çiçek açtırıyordu sanki... Bugün İzmir'den arkadaşlarımız gelecekti. Hemen bizim çocukları uyandırdım. Merkeze inip Oğuz'u, Yağmur'u, Dalya'yı, Cem'i, Hasan'ı, B. Onur'u, aldık. Şahane bir kahvaltı sofrası kurduk. Evdeki radyo cızırtısına eşlik eden tek şey kaynayan çaydanlıktı. Yayılan çay kokusu tüm evi sarmıştı. Arkadaşlarımızla birlikte harika bir gün geçirdik. Akşam olduğunda bu konuda çok iddialı olan Oğuz mangalın başına geçmiş maharetlerini gösteriyordu.







Akşam yemeğimizi yedikten sonra merkeze sahile inmeye karar verdik. Kafalarımız çoktan kıyak olmuştu. Üzerimize aldığımız eşofman üstü ve evden aşırdığımız polar battaniyelerle sahilde ateş yakıp sabahlamaya, günün ilk ışıklarıyla da denize girmeye karar verdik. Ve izleyenler bilir 0:28 için hazır olan portatif masamız da yanımızdaydı. 
O gece sabahı beklerken uykuya dalmıştım. Rüya görmemek için öyle direniyordum ki... Zaten yaşadığım o an şu hayattaki en büyük rüyamdı. Tüm sevdiklerimle bir arada denizin kıyısında, Ege'nin kucağında daha başka ne isteyebilirdim ki? Belki geriye hiç dönmemeyi... Ama mümkün değildi ne yazık ki bu kısacık tatil tadı damağımızda kalarak bitecek ve hepimiz şehirdeki kendi savaşımıza geri dönecektik. Şehirlerimiz evlerimiz gayelerimiz cüzdanlarımız ayrılacaktı. Paranın satın alabildiği o çirkin dünyaya geri dönecektik. Amaaan.... Bunları bu gece düşünmenin kime ne yararı vardı? Zaman anın tadını çıkarma zamanıydı. Dalga sesleri ve dost kahkahaları eşliğinde şahane bir uykuya daldım...
Uyandığım da buradayım işte...
Bu hayal gerçek olacak !    

Temmuz 2012 Çandarlı Hatırası

5 Ocak 2012 Perşembe

Gleeky Olmak... İşte Bütün Mesele Bu!

Ben dizi sevmezdim. Benim için yerli dizi dediğin bir elin parmağını geçmez. Süper Baba, İkinci Bahar, Asmalı Konak, çok bilinmese de Aşk ve Gurur bir de Ezel'i kaçırmadan izledim. Yaşıtlarım yabancı diziler için kendilerini paralarlardı. Günlerce konuşulurdu. Hele Lost... Ne zor günlerdi allahım! Öyle çok tartışıldı ki cidden önünü alamadık, öyle böyle değil! Sevgilim dahil etrafımda herkes dizikolik olunca bu yoğun sosyal baskıya dayanamadım. Bir gün çok sevdiğim bir arkadaşım "Glee" diye bir diziden bahsetti. Hatta beni tam 12'den vurdu. "O kadar söylüyorsun, ben müzikal severim bik bik... Bu diziyi nasıl izlemezsin?" diyerek bayağı bir payladıktan sonra, ne menem şeymiş şu Glee bir bakalım diyerek izlemeye başladım. İlk bölümden itibaren dizi beni içine çekti desem yeridir. Çünkü Glee sadece bir dizi değil bir farkındalıktır. Sizden olmayan, sizin gibi olmayan, anlaşılmayan, korkulan, korunulan, kaçınılan her şeye karşı kendiliğinden gelişen bir farkındalıktır. Glee izlerken özdeşleşmenin hasını yaşarsınız ama bir karakterle değil, durumla özdeşleşirsiniz. Zamanla her bir karakter sanki yıllardır tanıdığınız biri oluverir. Çünkü Glee'de kimse ne tam iyidir ne de tam kötü. İçlerinde ergenliğin verdiği öfkeyi, kavgayı, aşkı, ihtirası ve kıskançlığı doruklarında yaşarlar. Dizi kendi uzamında ilerlerken tipler karakter olur. Her bir karakterin bir derinliği olur ve geçmişlerine dair onlar hakkında fikir üretmemizi sağlayacak doneler elde ederiz. Böylece attıkları her bir adım daha da tutarlı hale gelir. Dizi diğer gençlik dizileri gibi iyilikle güzellikle sanatla her şeyi aşarsınız lay lay lay gibi salakça ve gerçekçi olmayan önermelerden uzak durur. Biz orada gerçek bir yaşama tanık olurken, müziğin onların hayatlarını nasıl değiştirdiğini, onları nasıl olgunlaştırdığını gözlerimizle görerek kabul ederiz. Glee azınlık olan herkesi keşfetme olanağı sunar bize. Ve onları olağan kılar olması gerektiği gibi yani... Temelde insan olduğumuzu hatırlatır. Glee show business için büyük hayalleri olan bir avuç bohem gencin sağa sola zıplayarak şarkılar söyleyip dans ettiği bir müzikal değildir. Glee sürekli birileriyle yatıp kalkan güzel kızların ve yakışıklı oğlanların şehvetli ve entrikalı hikayelerini konu alan bir dizi de değildir. Glee gerçek bizle ilgilenir. Ayrıca Amerikan toplumuna yaptığı küçük göndermelerle bize farklı bir vizyon sunar.
Bakın bir müzikal dizi için en çok bahsedilmesi gereken şeylerden bahsetmedim. Çünkü işin teknik boyutu tüm mükemmelliğine rağmen öyle önemsiz hale geliyor ki... Şarkılardan başlayalım. Şarkılar senaryonun gidişatına göre seçiliyor. Öyle bir seçiliyor ki bugüne dek hiç fark etmediğiniz hatta sevmediğiniz şarkıları sever hale geliyorsunuz. Şarkıların hepsi oyuncular tarafından seslendiriliyor. Bu durum diziyi daha da önemli hale getiriyor. Çünkü zaten müzikal oyunculuğundan hatta oyunculuktan bihaber olan bizler için bu aşmış bir şey. Hem şahane oynuyor hem şahane söylüyor öyle mi? Vay anasını... Şarkılar bizim müzikal algımızda kemikleşen Broadway klasiklerinden seçilmiyor. Gün geliyor Lady Gaga, Madonna, Micheal Jackson gibi pop ikonlarının şarkılarını söylüyorlar, bazen caz klasiklerinden söylüyorlar bir bakıyorsun pale rock gruplarından bir şarkı söyleniyor hop ardından Katy Perry, Bruno Mars söyleniyor. Repertuvar yelpazesi olarak çok geniş. Farklı tarzlardan farklı şarkılara ve güzel yorumlara şahit oluyorsunuz. Danslar ve kostümler şahane. Öyle ince bir zevkin ve yoğun bir emeğin eseri olduğu belli ki ne kadar süre mesai yaptıklarını tahmin bile edemiyorum.
Glee'yi bu denli özel kılan bir diğer detayda şu; replikler melodilere bindirilmiyor. Replikler söyleniyor, fakat şarkılar öyle yerlere yerleştiriliyor ki cevap niteliği taşıyorlar. Böylece izleyicideki gerçeklik algısı zarar görmemiş oluyor.

Zurnanın zırt dediği yere geliyoruz... Dikkat!!!

Yazmayacaktım. Yemin ediyorum "Muck" ile ilgili tek kelime yazmayacaktım. En büyük hayalimi çalıp, müzikal diziyi çekmelerine rağmen yazmayacaktım. Sosyal medyada öyle yerin dibine sokuldu ki yok artık bu kadar kötü bir uyarlama da olamaz dedim. Sonuçta ne kadar kötü olabilir ki? Dadı'yı yaptılar fena değildi, Emret Bakanım da iyiydi! Son olarak Umutsuz Ev Kadınlarını uyarladılar ki bence şimdiye dek Türk televizyonlarındaki en iyi uyarlama oldu! Özetle adaptasyona karşı değilim! Ama o kadar dizi varken neden Glee be Sinan Çetin ? Neden Glee Plato? Ne istediniz o kendi halinde, asaleti duruşunda saklı diziden? Sanki dünya piyasasında başka dizi yok anasını satayım.
Bu gece tam bir fiyaskoydu. Neresinden tutsam onu bile bilemiyorum. Başlamadan önce şunu yazsam en doğrusu olacak sanırım. Öncelikle emeğe saygım sonsuz ama özensizliğe tahammülüm yok. Yani Türkler de bir işi becersin dişimi kırarım dedirtmekten usanmayacak mıyız? Şurada bir mütabakata varalım. "Müzikal" bizim kültürel kodlarımızda yok! Biz müzikal filme girdikten sonra "öff yine mi şarkı söylüyor bunlar?" diyerek homurdanan ve müzikali bir tür olarak algılayamayan bir milletiz. Bunu aşağılamak için söylemiyorum ama gerçek bu. Şimdi sen müzikal dizi yapacağım demişsin, eyvallah! Güzel bir örneğini de bulmuşsun (Glee). Bari hakkını ver be insan evladı. O ne biçim cast? Azra Akın! Hanımefendi daha Türkçe konuşamıyor. Farkında değil misiniz? Ayrıca halkın geneli tarafından antipatik bulunan bir isim Azra Akın! Türkçe konuşamayan şarkı mı söyleyecek? Hah gülerim! Söylese hangi sesle söyleyecek? A çok özür dilerim oyuncular seslendirmiyorlardı değil mi şarkıları? Bak o ayrıntıyı kaçırmışım. Haluk Piyes? A o da Amerika'dan geldi ya rol icabı sanırım Türkçesinin bozukluğu. Oyunculuklar zayıf ötesi. Yani bu ülkede müzikal oyunculuğu diye bir bölüm var. Bu adamlar bu işin eğitimini almışlar. Niçin bu rollerin hakkını vermesinler. Nereden buldunuz bu kadar kabiliyetsiz insanı. Bir dizi de bir kişi dahi patlamaz mı? Bu kadar ışıksız, sönük bir kadro uğraşsan oluşturulamaz.
Güzel sanatlar fakültelerine ne zamandan beri puanla giriliyor? Yetenek sınavları yalan oldu sanırım. Ve itibarınızı toplamak için müzikal hazırlayıp yarışmaya sokacaksınız. Peki bize açılış sekansında müzikal diye kakaladığınız gösteri bir dans şovuydu! Tarkan'ın Şımarık'ı hangi müzikalden alıntı? Biz mi kaçırdık?
Puck yerine seçtiğiniz çocuk yakışıklı bir "heartbreaker" değil! O arkadaş kapı görevlisi rolü için daha uygun! Okulun popüler kızı Derin bir Quinn olabilir mi? Ada'dan bir Rachel mı çıkaracaksınız? Peki eşcinselliği tabulaştırmaya devam ederken siz hangi cesaretin kanatlarından bahsediyordunuz? Orayı kaçırmışım ben... Bir Kurt Hummel yaratamadınız onu snob çocuk Alp olarak mı devşirdiniz? Ne diyeyim ki?
Dizinin sonundaki saçma sapan kavga sahnesi neydi? Niyeydi? Ne alakaydı?
Her şeyi geçtim ama şunu atlamak için aptal olmak lazım. Notasız resitale çıkan piyanist mi olur? Bakın bunun adı özensizliktir. Bunun müzikal bir dizi çekmekle alakası yok! "Muck" şu haliyle Kadir Has Üniversitesi öğrencilerinin mastürbasyonundan ibarettir. Bir sene sonu gösterisinden öteye gidememiştir. Bedük ve Hale Caneroğlu yazık etmeyin kendinize. Hazır henüz yayınlanmamışken hiçbir bölümünüz ayrılın bu rezillikten. Bu iş kariyerinizi lekelemesin.
Bu kadar ağır yazmak istemezdim ama böyle bir rezaletle karşılaşacağımı tahmin edemezdim. Buradan hakkını yediğim tüm sözlükçülerin, tüm twitter insanlarının haklarını iade ediyorum. Bu diziyi izlemeden itin g*tüne sokmakta haklıymışsınız. Umarım bu olumsuz yorumlardan sonra silkelenerek kendine gelir ekip. Çünkü bu iş, nereden bakarsan bak kötü bir iş. Buradan Glee ruhu adına birkaç video paylaşayım da neşemizi bulalım. Bu iş nasıl yapılırmış görürler belki!










Bunlar fikir sahibi olmanıza yardımcı olacaktır diye düşünüyorum!
Be Gleeky!
Glee!


4 Ocak 2012 Çarşamba

Ne Habersin Ne Türksün!


Dün Yiğit Bulut'un işine son verilmesinin ardından, bugün de Ece Temelkuran ile yollarını ayırdı "severek okuduğumuz" gazetemsi. Şefika Etik haberinden ve daha nice sebepten ötürü tepkili olduğum ve adını zikretmeyeceğim yayın organı, hislerimi başka bir boyuta çıkardı. Aslında iyi bir şey yaptı. Bir farkındalık katmanı daha yarattı. Yiğit Bulut'un Nam-ı diğer jölelinin gidişine üzüldüm diyemem. Zira ne kendisini severim, ne üslubunu ne de mesleki yaklaşımını. Fakat dün içten içe sevinirken öyle yada böyle gazeteci olduğunu, medya sektöründen biri olduğunu ıskaladım. Bu niye önemli diye sorarsanız, ileride ben de bu sektörden ekmek yiyeceğim. Beni de beğenmeyenler, desteklemeyenler hatta nefret edenler olacaktır. Fakat işimden olduktan sonra bir de kimliği meçhul yüzlerce insan tarafından hakaret dolu mesajlara maruz kalmak istemem. Zaten işsiz kalmak, kovulmak yeteri kadar büyük bir yıkım. Bu aşamada jöleli kadar sağlam durabilir miydim? bilmiyorum. İşin bir diğer boyutu da yeni medya düzeni uğruna daha dün yandaş sayılan bir ismin böyle harcanabilmesi. Eminim altında henüz toyluğumdan ötürü kafamın basmadığı onlarca düzen, hesap ve anlaşma vardır. Ama bu sektör için boşuna kaygan zemin demiyorlar. Bugün her şeysiniz yarın hiç bir şey. Sonuçta bir çok yayın kuruluşu kar amacı güdüyor. Kah bu amacı mecra üzerinden gerçekleştiriyor, kah mecranın manüpülatif yeteneğini kullanıyor, dolaylı yoldan kazanıyor. Net bir açıklama yapacak olursak ekmeğiniz patronun - sermayenin dudakları arasında. Yani bu sektörde sadece işinizi doğru bildiğiniz şekilde, dürüstçe yapmanız yetmiyor. Eğer yetseydi Ece Temelkuran yarın yine yazısını yazabilirdi. Okuyucusuna ulaşabilirdi. Temelde hepimizin aciz ve bağımlı olduğunu fark etmeme bu sebep oldu. Aslında Jöleli ve Ece Temelkuran'ın başına gelenlerde bir fark yok. Keşke bunu fark etmem için kimsenin işinden olması gerekmeseydi! İster yandaş olun ister muhalif eğer bir denge, yeni bir düzen kurulacaksa bu sistem sizin gözünüzün yaşına bakmadan harcıyor. Yine filler tepişiyor, yine çimenler eziliyor!

Not:
*Bu başlığı Oray Eğin'in bugün attığı twitten yola çıkarak seçtim.
**Burjuva diye eleştirdiğiniz, fildişi kulesinden inmemekle suçladığınız, yapmacık bir sosyalist olarak nitelediğiniz Ece Temelkuran metropol insanının gereklerini yerine getiriyor. Kabul edin, iş bulmak ve karnınızı doyurmak zorundasınız. Vahşi bir düzende var olmanın başka bir yolu yok ne yazık ki! Ama en azından susmuyordu. Tavrı belliydi! Ortaya icraat koymadan homurdananlardan hep bir adım öndeydi. Eminim öyle de kalacak!
***Jöleli tam ticaret adamı aslında, gazete, televizyon falan ona göre değil!