Sabah 7 olmuştu. Temmuzun ortasında sabahın 7'si bile oldukça sıcaktır. Aniden tabelayı gördük. Evet, Çandarlı'ya sapmıştı otobüs. Yaklaşık 20 dakika sonra inmiş olacaktık. Begüm arkada o yolun sarsıntısında inatla makyaj yapmaya çalışıyordu. "Bari göz kalemi sürseydim diye söylenip duruyordu." Tuğçe hala uyanamamıştı. "Hadi hayatım geldik diyordum." ama gözlerini bile açamıyordu :) Çandarlı otogarında indik. Küçük bavullarımız elimize aldık ve merkeze yürümeye başladık. Yaklaşık 10 dakika sonra denizi görebilmiştik. Öyle garip bir hava vardı ki hepimizin üzerinde sanki bugüne kadar hiç deniz görmemiş kadar mutlu ve heyecanlıydık. Koştur koştur sahile inip ayaklarımızı denize soktuk. Onur "Bence merkeze inip bir eczane bulmalıyız." deyince gerçekle yüzleştik. Evet merkeze inip kiraladığımız evi bulmalıydık ve eczaneyi... Çarşıya girdiğimizde esnaf daha yeni yeni kepenk açıyordu. Herkesin yüzünde parlak bir enerji, en yaşlısında bile garip bir dinçlik vardı. Bu biz şehir insanlarının asla anlayamayacağı bir şeydi.
Tarihi çeşmenin önüne geldiğimizde gördüğümüz minik mangallar aklımızı başımızdan aldı. Bir tane alıp akşam hakkını vermeliydik. Köfteci Şerif'e girip evin adresi sorduk. Tarif ettiği yer merkezden biraz uzaktaydı ama yürünmeyecek mesafede değildi. O yüzden daha fazla vakit kaybetmeden tavana kuvvet yürüdük. Merkezden çıkmadan Onur'un "tık tık" ilaçlarını da almayı ihmal etmedik. Biraz tırmanıp evin bulunduğu siteyi bulduk. Ev sahibi anahtarı yan komşuya bırakmıştı. Tuğçe kapıyı çaldı. Yaşlı bir çift çıktı. Anahtarı uzatırken "Hoş geldiniz evladım. İyi tatiller. Bir şeye ihtiyacınız olursa çekinmeyin" dediler. çok sevimliydiler. Hemen anahtarı alarak evin kapısını açtık. Terliklerimi fırlatır fırlatmaz ilk koştuğum yer balkondu.
Ev üç odalıydı. Odaları paylaştıktan sonra usulen eşyalarımız yerleştirdik. Komşularımızdan en yakın marketi öğrendik. Gidip bir güzel alışveriş yaptık. Kızlar bu sırada evde yastık kılıflarını değiştirip, balkonu yıkıyorlardı. Kavun, karpuz, beyaz peynir "Kulüp Rakı", karışık çerez, bol bol makarna, çay, kahve alıp döndük. Artık yapılacak tek şey mayoları giyip sahile inmekti.
Sıcaktan öyle bunalmıştık ki ilk iş denize girmek oldu. Saatlerce suda kaldık. Artık o kadar abarttık ki derilerimiz buruş buruş oldu. Ardından çıkıp kumların üzerine attık kendimizi. Ben yolun karşısına koşup beş bira kaptım. O sıcakta "pıssss" diye açılan buz gibi bira bizi kendimizden geçirdi. Akşama kadar sahilde yuvarlandık. Artık akşamüstü olmuştu. Yavaş yavaş eve dönüp, duş alma vaktiydi.
Kızlar duş alırken evin dolaplarında bulduğumuz eski radyodan kanal arıyorduk biz de. Oğuzhan buzdolabını kontrol etti buzlar tamamdı ve rakımız soğumuştu. Kızlar duştan çıkıp makarnayı yaparken ben de salataya başladım. Sonra duşu girip biraz şekerleme yaptım. O kadar tatlıydı ki vücudumuzda yanık sıcaklığı, saçımızda tuz kokusu, aralık pencereden süzülen meltem sanki içimizde sıkıp, katılaştırdığımız ne varsa yumuşatıp sökecek gibiydi. Bu tatil için öyle çok özenmiş, öyle çok beklemiştik ki sanki herkesin kafasında en kötü günümüz böyle olsunu duyar gibiydim. Balkona masamızı kurduk. Rakılar kadehlere dökülmeye başladığında yükselen anason kokusu sanki ağustos böceklerini bile sarhoş etmişti. Şehrin ışıklarından uzak oluşumuz yıldızları o kadar çok parlatmıştı ki böyle güzel bir gecenin tek şahidi onlardı bir de ağustos böcekleri elbette.
O gece tüm günün yorgunluğuyla erkenden yattık. Sabah günün ilk ışıklarıyla uyandığımda sanki yıllardır uyuyormuş gibi dinlenmiştim. Kafamı çevirip sevgilime baktım, o kadar güzeldi ki... Onun o tazeliği, sakız beyaz yastıklara dökülen kömür karası saçları tüm yatağa çiçek açtırıyordu sanki... Bugün İzmir'den arkadaşlarımız gelecekti. Hemen bizim çocukları uyandırdım. Merkeze inip Oğuz'u, Yağmur'u, Dalya'yı, Cem'i, Hasan'ı, B. Onur'u, aldık. Şahane bir kahvaltı sofrası kurduk. Evdeki radyo cızırtısına eşlik eden tek şey kaynayan çaydanlıktı. Yayılan çay kokusu tüm evi sarmıştı. Arkadaşlarımızla birlikte harika bir gün geçirdik. Akşam olduğunda bu konuda çok iddialı olan Oğuz mangalın başına geçmiş maharetlerini gösteriyordu.
Akşam yemeğimizi yedikten sonra merkeze sahile inmeye karar verdik. Kafalarımız çoktan kıyak olmuştu. Üzerimize aldığımız eşofman üstü ve evden aşırdığımız polar battaniyelerle sahilde ateş yakıp sabahlamaya, günün ilk ışıklarıyla da denize girmeye karar verdik. Ve izleyenler bilir 0:28 için hazır olan portatif masamız da yanımızdaydı.
O gece sabahı beklerken uykuya dalmıştım. Rüya görmemek için öyle direniyordum ki... Zaten yaşadığım o an şu hayattaki en büyük rüyamdı. Tüm sevdiklerimle bir arada denizin kıyısında, Ege'nin kucağında daha başka ne isteyebilirdim ki? Belki geriye hiç dönmemeyi... Ama mümkün değildi ne yazık ki bu kısacık tatil tadı damağımızda kalarak bitecek ve hepimiz şehirdeki kendi savaşımıza geri dönecektik. Şehirlerimiz evlerimiz gayelerimiz cüzdanlarımız ayrılacaktı. Paranın satın alabildiği o çirkin dünyaya geri dönecektik. Amaaan.... Bunları bu gece düşünmenin kime ne yararı vardı? Zaman anın tadını çıkarma zamanıydı. Dalga sesleri ve dost kahkahaları eşliğinde şahane bir uykuya daldım...
Uyandığım da buradayım işte...
Bu hayal gerçek olacak !
Temmuz 2012 Çandarlı Hatırası |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder