6 Nisan 2012 Cuma

Şişmanlığın Lüzumu Yok !


Şişmanlık zordur. Eğer ruhunuz da şişman değilse daha da zordur. Bu hantal, tombik halimi hak ettiğimi hiç düşünmedim. Hep enerjiktim, kıpır kıpırdım. Ama bu hiperaktiviteyi kaldırmayan bir bedenim oldu. İnsanlar sürekli kalıbının adamı değilsin dedi ama bunu hiç hakaret addedmedim, haklılardı çünkü. Eğer seçim şansı benim olsa olduğumdan daha uzun ve zayıf olmayı tercih ederdim. Kendimi bildim bileli kilolarımla başım dertte. Su içsem yarar. "Sen benim neler yediğimi bilsen ama bir türlü kilo alamıyorum" diyenleri gırtlaklayasım geldi hep. Şerbetli tatlı sevmeyen, İskenderi tereyağsız yiyenleri bir yere kadar tolere ettim de karşıma geçip ben yemek yerken pis bir sırıtmayla "maşallah" diyenleri gözlerimle boğdum yıllarca. Çünkü o "utanmasan beni de yiyeceksin" demekti.

Evet şişmanlık zordur ve bu bir tercih değildir. Yaradılış itibariyle diğer insanlara göre hep kilo almaya meyilli olursunuz. Hayatınız, onlarca kez başlayıp biten diet girişimleri, ayakları sürüyerek spora gitmekle sürer gider. Şimdiye kadar kaç kez kilo verip geri aldığımı ben bile bilmiyorum.

Hayatımın ilk yıllarında sadece yaşıtlarıma göre iriydim. Oldum olası çok hareket edilecek, saçma sapan sebeplerden koşulan, zıplanan oyunlardan hoşlanmadım. Mesela saklambaç oynandığında ilk sobelenen hep ben olurdum çünkü koca popomu hiç bir yere sığdıramazdım. Yerden yüksekte, yüksekten hiç inmeyen yine bendim çünkü indiğim anda beni ebe yaparlardı. Futbol dahil olmak üzere tüm top oyunları hep manasız geldi. O allahın cezası top bir yerlerden geçecek, girecek diye kan ter içinde kalıp kaditi çıkmış yaşıtlarımı salak buldum. Sonra sokağın bana göre olmadığına karar verdim. Evime çıktım. Balkon çocukluğu tam benlikti. Aşağı çağırdıklarında mütemadiyen bir işim vardı. Ben de kendimi televizyona ve kasetlere verdim. Sabahtan akşama kadar ya televizyon izliyordum yada teypte ses kaydediyordum, radyo programı yapıp tüm konukları kendim seslendiriyordum. Sokaktakiler de bundan hoşlanmazlardı. Mayo Clinic aile sağlık ansiklopedisi en yakın arkadaşımdı. Diğerlerini yapmaktan sıkıldığımda açıp açıp resimlerine bakıyordum. Derken ilkokula başladım.

İlkokul acımasızdı. Sınıfın hem boydan hem enden en kocamanı bendim. 3. Sınıfta göbeğim vardı. Okul kurallarına harfi harfine uydum. Hep sınıf başkanıydım. Sapık gibi konuşan arkadaşlarımı tahtaya yazar, sevmediklerime de bol bol artıyı çakardım. Sonra tiyatroya başladım. Başroller genelde zayıflara giderdi. Dede ve baba rolleri oynamaktan içim şişti o yıllarda. Çünkü kendimi ne babacan ne de sevecen hissediyordum. Sınıfın köşesine oturup gözleriyle insanları parçalayan o uyuz şişman çocuk bendim. Tüm bu uyuzluğuma karşın hiç arkadaşsız kalmadım. Herkes benim bu ayrıksı halimi kabullenmiş görünüyordu. Sünnet olduktan sonra liseye kadar boyumun uzaması durdu ve feci kilo aldım. İnsanlar hamburger pizza yerken ben köşedeki yufkacıdan çiğ yufka sardırıyordum. Daha kilonun ergenler üzerindeki sarsıcı etkisinden haberdar değildim. Arka arkaya 4 gofret yiyordum, çorba içerken diğer elimde de muz tutuyordum. Peynirin üzerine reçel döküp yiyordum (bunu hala yapıyorum, çaktırmayın) vs.... O zamanlar bunu olağan karşılıyordum. İştahlı olduğumun bile farkında değildim.

Liseye geldiğimde şekilcilik üzerine kurulu korkunç bir sosyal ortamla burun buruna geldim. Jöle o zamanlar erkekler için çişe gitmek kadar mecburiydi. Kızlar nedenini hala bilmediğim şekilde saçlarını tepeden salak bir topuzla toplar eteklerini ya deli gibi kısaltır, yada bileklerine kadar indirirlerdi. Kravat takmayıp, gömlek düğmesi açmak en büyük isyan, spor ayakkabıyla okula gitmek özgürlüklerin en büyüğüydü. Ortaokuldan çıkıp gelmiş uyuz, şişman bir ergen için burası çok fazlaydı. Sonra ilk kalp çarpıntıları geldi, hormonlar kulaklarımızdan fışkırıyordu adeta. O zaman aşkla seksi ayıramazdık.
Eğer şişmansanız beğendiğiniz kızın yada çocuğun hep en yakın arkadaşı olursunuz. Çünkü sevgilisini zayıflardan seçmiştir. Birileri sizin için mutlaka şu cümleleri kurmuştur "Olsun senin yüzünün güzeliği yeter", " Ekmeği keseceksin bak nasıl zayıflıyorsun", "Yürüyüşe çık akşam yürüyüşe"... Sonra ilk diet girişimi. O güne kadar spor nedir bilmeyen ben salona yazılıp abiler ve ablalarla koşu bandında ter döküyordum. O kadar saçma ve zaman kaybıydı ki hala da öyle geliyor. O spor salonunda harcanan vakitlerde insan neler neler yapardı... Sonra zayıfladım. Zayıfladım dediğim yüzüne bakılır hale geldim. İşte o zaman ilk kez bir kız benimle ilgilendi. Ve ayıldım... Şişmanlar için hayat gerçekten çok zordu. Şimdiye kadar yaşadığım deneyimler bir bir aklıma geldi. Ayakkabı bağlamak nasıl ölümdür şişman insan için? Merdiven ve yokuş çıkmak? Medium diye bir beden olduğunu askılarda fark etmek?

Bu şekilci dünyada farklılıklara yer yoktu şişmanlara da öyle. Zayıf kızların şişman arkadaşları ile ilgili "öf kokuyor o" dediğine bile şahit oldum. Yıllar birbirini kovaladı. Hep kilo alıp verdim. Hiç obez olmadım ama hiç zayıf da olmadım. Göbeği içine çekmeden yürümek ne demek bilmiyorum. Ve zaman geçince bir şeyi daha fark ettim. Kilolarınla barışık olmak diye birşey yoktu. Çünkü siz onlarla barışsanız onlar sizlerle barışmıyordu. İnsanlar şişmanlar mutlu insanlardır derler bu yüzyılın yalanıdır. Şişmanların mutlu görünmesi fazla kiloların yüzde yarattığı şişkinlikten kaynaklanıyor. Öyle çok geriliyor ki yanaklar hep gülüyormuşsunuz gibi görünüyor. Kilomu hiç kompleks yapmadım belki de hiç kompleks yapacak kadar kilo almadığım içindir. Ama zayıf olan insanlara hep içten içe bilendim özellikle yiyip yiyip kilo al(a)mayanlara. Zaten kilo ilerleyen yaşlarda iki şekilde başka şeylerle ikame ediliyor. Mesela kimisinin çenesine vurdu, kimi içine kapanıp silinmeyi, görünmemeyi tercih etti. Ben kendimi bilgiye, okumaya ve meraka verdim. Nasıl görünürsen görün aklı çalışan adamın, kafalı adamın her zaman bir adım önde olduğunu anladım. Ama hala şişmanım.

Olaya estetik algısı üzerinden yürürsek anneannemi referans alabilirim. Çünkü o dönem zayıf kadınlara hastalıklı gözüyle bakılırken şişman kadınlar gösterişli ve güzel, şişman erkekler zengin ve aslan gibi algılanıyordu. Dolayısı ile şişman insan çirkindir önermesine karşıyım. Bir insan kendini güzel hissettiği sürece güzeldir. Ayrıca çok zayıf olmaktansa şişman olmayı tercih ederim. Tadında et iyidir. Ama içten içe hiçbir şişmanın kendini aynada iyi bulmadığını biliyorum...

Ey şişmanlar yazımı bitirmeden size birkaç lafım var. Kilolarınızla barışmayın. Böyle mutluyum demeyin. Mutlu değilsiniz çünkü. Birçok zayıftan daha fazla irade var her birimizde en azından sağlık için normal kilolara dönme vakti geldi. Waffle'lar, gecenin bir yarısı yapılan yarım ekmekler, tantuniler, börekler, mantılar, keşküller ve bol kremalı pastalar hayatlarımızdan çıkmalı. O son lokmayı yemeyecektik demeyelim çünkü o son lokmayı yemeyelim. Yeter artık. Şişmanlığın lüzumu yok!

4 Nisan 2012 Çarşamba

Amerika'yı Yeniden Keşfetmenin Alemi Yok!


Sadece sinemacı olmak değil, sinemayı yorumlamak da zor iş. Benim hem ilgi alanım olduğu için hem de eğitimim bunun üzerine olduğu için standart izleyiciden daha farklı ve derinlikli bir vizyonla inceliyorum filmleri. Bir filme gittiğinizde, olumlu yada olumsuz bir izlenime sahip oluyorsunuz elbette bunda bir değişiklik yok. Fakat her izlediği filme başyapıt muamelesi yapan yada izlediği her filmi bu minvalde eleştiren seyircilerden ve eleştirmenlerden gına geldi artık. Arkadaş alt tarafı Pamuk Prenses ve 7 Cücelerin yıllardır beynimize kazınan hikayesi ne kadar yaratıcı, olağananüstü, harikulade olabilir ki benim için bu masal tüm bu sıfatları halihazırda hak ediyor. Onu geçtim bu kadar kasmasan kendini de, şöyle koltuğa yayılıp sırf eğlenmek için bir film izlesen ne olur ? Ama yok illa her film bir Nuri Bilge filmi kadar ağır, Kieslowski kadar derinlikli olmak zorunda değil mi ? Her güle oynaya çıktığım filmin ardından bu kadar ters köşe yorumlar okumaktan
bıktım. İlk önceleri tamam sinemadan anlamıyorlar, olabilir diyordum. Hayır, it gibi de biliyorlar sinemayı. Orada var olan maksat ne kadar entelektüel olduğunu birilerinin gözüne sokabilmek. Yoksa Recep İvedik izlerken koltuklardan yuvarlandıklarını herkes biliyor. Titreyin ve kendinize gelin. Sinemanın işlevlerinden birisi de eğlendirmekse eğer, biraz salın kendinizi de eğlencelik filmlerde eğleniverin. Neyse filme dönelim...

Filmin yönetmeni Tarsem Singh. Yönetmenin filmografisinin 4. filmi. Bundan önce Immortals, The Fall ve The Cell'i çekti. Masal atmosferi yaratmakta oldukça başarılı olduğu aşikar. Bu filmde de ilk göze çarpan filmin atmosferi. Kostüm tasarımları harikulade. Mekanlar da ona keza öyle.

Julia Roberts, Erin Brokovich'ten sonra ki en başarılı ve farklı performansını kötü kraliçe rolüyle bu filmde sergilemiş. Fakat bu rol için yapılan karakterizasyon kötülüğün ele geçirdiği bir kraliçeden ziyade, özgüvensizliğin dayanak noktası yapıldığı bir kraliçe. Çünkü kraliçe bu filmde sadece kötü değil komik bir kötü. Filmin tadı da bunu fark ettikten sonra ortaya çıkıyor. Çünkü çizilen prens portresi de bildiklerimizden biraz farklı. Masalların yenilmez yakışıklı prensleri yerine karşımıza şapşal bir prens çıkıyor.

Hikayede büyük değişiklikler yok ama masalda bildiğimiz haliyle bir ayna tasvir edilmemiş. Aslında filmin en dahiyane kısmı burası. Bugüne kadar aynada kendine benzemeyen biriyle onuşan kraliçe bu masalda aynanın içine girerek kendi silüeti ile konuşuyor ve bu silüet onun sağ duyusunu yansıtıyor. Özellikle aynanın içine girdiği sahneler filmin tasarım açısından en güzel sahneleri.

Post-modernist göndermelerde de bulunan film, metin olarak biraz sınıfta kalıyor. Çünkü kararsız bir metinle karşılaşıyoruz. Bir taraftan Grimm'lerin masalını tiye alırken, diğer taraftan günümüze yapılan atıfları minimize ediyor. Bu da komedi öğesini dibe çekiyor. Film güldürmüyor ama oldukça eğlendiriyor. Özellikle başında kötü kraliçenin ağzından hikayeyi dinlerken "Bir zamanlar huzur ve bereket dolu bir krallık varmış. Ve bu krallık sabahtan akşama kadar dans edip şarkı söylermiş, sanırım bu krallığın başka işi yokmuş." şeklindeki açılışı filmin aslında iki cümlelik özeti gibi. Çünkü bu yöntem bilinenin tekrarı bir karikatürize yöntemi olmakla beraber kahkaha attırmasa da gülümsetiyor.

Final, bu masala ait olmasa eminim başka bir masala final olabilirmiş o kadar yerli yerinde!

Film ile ilgili düşülebilecek son parlak not ise filmin sonundaki hint esintili şarkı. Pamuk prensesin sesinden dinlediğimiz şarkı hem eğlenceli hem de oldukça yaratıcı. Yönetmenin Hint asıllı oluşu şarkının absürdlüğünü ilginç bir detay olarak göstermiş.

not: Bir süre sonra Pamuk Prenses'in kaşlarına gözünüz alışıyor!