31 Ekim 2010 Pazar

New York’ta 5 Minare ve İslamofobi


Henüz izleyemediğimiz bir film ile ilgili yorum yapmak elbette güç! Gelin görün ki filmin fragmanı dönmeye başladığından beri zihinlerde filizleniyor bu merak. Avrupa ve ABD’de bir salgın gibi yayılan İslamofobi ile Kırmızıgül’ün filmi arasında bağlantı kurmamak elde değil. Türkiye’nin çehresi değişirken, türban araçsallaştırılıp, dini bir sembolden siyasi bir imgeye dönüşürken, toplumsal dizgeler ve tabular birer birer kırılmaya başlamışken, hangimiz daha demokrat sorusuna cevabı kendimiz bile veremezken, işte tam bu sırada medyaya bomba gibi düştü fragman!

Önce İslamofobi’nin geçmişine bakmak daha doğru olur sanırım. Bu kelimenin icadı çeşitli kaynaklara göre değişiyor. Nereden baksanız bir 15 yıllık geçmişi mevcut. 11 Eylül saldırılarından sonra kullanımı daha yaygın hale geliyor. Kökleri ise İslam’ın Endülüs’ü fethetmesine kadar uzanıyor. Fakat İslamofobi’ye (İngilizce olarak Islamophobia) kelime olarak, ilk kez bir İngiliz kuruluş olan Runnymede Trust’ın kurduğu komisyonda hazırlanan 1997 tarihli bir raporda rastlıyoruz. İslamofobi, kelime anlamı olarak “İslam korkusu”nu, terim anlamı olarak İslam dininden ve Müslümanlardan çekinmeyi ifade ediyor.

İslamofobi, 11 Eylül saldırılarından sonra ilk kez bu kadar hararetle tartışılır oldu. Sebebi ise New York’taki Dünya Ticaret Merkezi kalıntılarının 200 metre uzağına İslami Kültür Merkezi’nin yapılması projesi. Bu proje ülkede İslam karşıtı söylemlerin çoğalmasına ve 2001’den bu yana rölantide seyreden İslamofobinin tekrar alevlenmesine neden oldu. Bunun üzerine yapılan araştırmanın sonuçları ise tam tersi istikameti işaret ediyor. Sonuçlara göre ABD’de yaşayan Müslümanlar kendilerini, Avrupa’da yaşayan Müslümanlara göre daha rahat hissediyor. Fransa ve Belçika İslamofobik tutumunu peçeyi yasaklayacak kadar ileri götürürken, bu yıl Miss America bir Müslüman olabiliyor. İslamofobik yaklaşımı standart Amerikalıları göz önünde tutarak ele aldığımızda ise durum daha farklı. Özellikle ibadethane çıkışlarında ağır sözlü tacizlere maruz kalan Müslümanlar, İslamiyeti terör ile aynı kefede değerlendiren zihniyetin hışmına uğruyor. İslamofobi gerek artan cami sayısından, gerekse ‘tesettür’ sorunundan ötürü Avrupa ve ABD’de spekülasyonlara neden olmaya devam ediyor.

Ve Türkiye... Hükümetin önerdiği değişiklik üzerine MGK, Kırmızı Kitap’tan irticayı iç tehdit unsurlarından çıkarmış, öneriyi kabul etmişti. Kamusal alan - özel alan tartışmalarının kucağında bir türban sorunu vardı ki bu sorun yakar top misali iktidar ve muhalefetin elinde kâh sağa kâh sola fırlıyordu. Üniversitelerde türban serbestiyeti boy gösteriyordu. İktidar medyayı avucuna alalı çok olmuştu, “özgürlük” kelimesi bile “tek sesli” çıkıyordu ağızlardan. Türkiye Cumhuriyeti demokrasi aracılığı ile kaotik bir anti-demokrasi ortamına sürükleniyordu.

Derken sosyal iletişim ağlarından birinde onun sesi duyuldu! Kimin mi? Mahsun Kırmızıgül’ün tabii ki!

- Bu adam laik devletin düşmanı! Bu adam terörist!

Fragmanı tekrar izledim. Bu cümle Hoca Efendi karakteri için sarfedeliyordu. Hoca Efendi olarak kimden bahsedildiğini tahmin etmek zor değil. Fethullah Gülen’in müritlerince Hoca Efendi diye anıldığını hatırlatmaya gerek yok sanırım. Fethullah Gülen’e yakınlığı alenen bilinen, okyanus ötesine selam yollayan iktidar, medyanın oligopol yapısını bozup tekele sürüklerken, muhalif sesleri tehditle veyahut “hukuki sürecin gerekleri” kisvesi altında susturan aynı iktidar nasıl oluyordu da Hoca Efendi’den böyle bahsedilmesine sessiz kalıyordu? Filmde, Hoca Efendi ‘Deccal’ kod adı ile aranıyordu. Deccal, birçok dini inanışa göre ahir zamanda kıyametten önce Tanrı tarafından gönderilerek fanileri dinden caydırarak sapkınlığa yönelteceğine inanılan düşünce ve/veya varlık. Filmdeki Deccal vurgusu göz ardı edilecek gibi değil. ABD’de İslam, fobi haline gelmişken New York’ta bu 5 minare nasıl pervasızca yükseliyor öyleyse?

Filmin bütçesi 12.000.000 dolar... Bu rakam Türk sineması için astronomik bir rakam. New York’taki çekimler ile ilgili yaptığım araştırmaya göre lüksün içinde yüzen ekibin, set yemeklerinden bahsettiği bölüm koca bir paragrafta ancak tasvir edilebiliyor. Günlük harcamanın 400.000 dolar olduğu açıklanmış. Fragman ve afişler teknik olarak oldukça başarılı. Üzerinde para/emek harcandığı belli! Prestij müziğin batmasından sonra Boyut Film’de Murat Tokat ile ortak olan Mahsun Kırmızıgül’ün bu kaynağı nereden bulduğu ise ayrı bir merak konusu! İnsan bu değirmenin suyu nereden geliyor diye sormadan edemiyor!

İktidar-Sermaye-Sanat üçgeninin tam ortasında bir Deccal! Önce nereden saldırsam diyor!


Deccal vurgusu ile ilgili iki senaryo şekilleniyor aklımda.
Biri Kırmızıgül’ün sinema retoriğine ait bir senaryo. Kırmızıgül bundan önceki iki filminde can alıcı bir sorunu ele alıyor, etrafından dönüyor ve hiçbir şey söylemeden filmi bitiriyor. Çok şey söylüyormuş gibi görünüp hiçbir şey ifade edemiyor desek daha doğru olur. Diyeceğim şu ki bu film sağ gösterip sol vurabilir. Deccal filmde bir metafor hatta sağlam bir metafor olabilir! Film bittikten sonra bize şu mesaj geçebilir “Ey laik kesim, Deccal zannettiğiniz Hoca Efendi sizin korktuğunuz gibi biri değil. O sanılanın tam aksine huzur ve mutluluk dağıtmak için aramızda!” Eğer ilk senaryo doğru çıkarsa çok şaşırmam zira yönetmenimizin tarzı bu!
İkinci senaryo ise daha geniş kapsamlı. Humeyni ile bağdaştırılan Gülen’in aynı molla devriminden sonra olduğu gibi ülkeye döneceğine dair bir beklenti var. Muhafazakar kesimin kanaat önderi olarak bildiğimiz Gülen’in miadının dolduğu aklımıza gelmiyor mu peki? Gayet onun da suyu ısınmış, siyaset arenasında bir figür olarak rolünü tamamlamış olabilir. Neo-liberal politikaları uğruna, dini kullanmaktan geri kalmayan, catch-all yaklaşımını pompalayarak halkın dini ve vicdani zaaflarını sömürmekten vazgeçmeyen, din ve dini figürleri araçsallaştıran iktidarın elbette Gülen ile işi bitmiş olabilir!

İslamofobik bir ortamda 5 minareyi rahatça diken Kırmızıgül ve buna izin veren iktidar acaba bu sefer kapıyı hangi koridora aralıyor?


İlk senaryo sanatsal açıdan, ikincisi siyasal açıdan vahim bir tablo çiziyor! En nihayetinde filmi izlemeden yapabileceğimiz yorum ancak bu kadar olabilir. Yönetmen koltuğundaki Kırmızgül’ün iyi bir iş çıkararak bizi ters köşeye yatırmasını dilerim!

23 Ekim 2010 Cumartesi

Aşık Olunca Anlarsın


Nasıl anlar insan birine aşık olduğunu? Önce ulaşamaz, elde edemez! Elde edememenin verdiği hırsla, daha çok kaşır, daha çok daha da çok... Eğer olduramazsa bu onu öldürebilir bile! Böyle tehlikelidir aşkın bu boyutu! Karşılıksız aşklar ölümcüldür! Eğer ulaşırsa hedefine duygularının yoğunluğu giderek seyrelir, günden güne yok olur! Aşk maşk kalmaz! Nah kalmaz!
Eğer gerçek aşk bir kere kapıyı çaldıysa, onun gücünü ancak kavuşunca anlarsınız! Şüphesiz ki hayatınızda yer açtığınız kadın/erkek sizin duygularınız tarafından öyle yüce ve ulaşılmaz kılınmıştır ki, onu elde ettiğiniz gün ayaklarınız yere basmaya başlar! Ona biçtiğiniz o uhrevi kılıf yırtılarak, çıplak teni ışıklardan arınır! Korkmayın ve tedirgin olmayın! Herşey yeni başlıyor çünkü! Ona dokunduğunuz ilk an, onun etten ve kemikten oluştuğunu kabul ettiğiniz ilk an, kokusu ve dokusu derinizin altına işler! Sizin zihninizde pompalayarak büyüttüğünüz melek/şeytan insanlaştıkça, düşünürsünüz bu insansa diğerleri neydi diye? Belki uzaylıdır zaten orası meçhul! Benimle aynı yaradılışa sahip tanrı/tanrıçalar aramızda heyhat! İşte bunu bir kere farkettiyseniz ve o üçüncü tür sizinleyse en çok korktuğunuz şey onun gitmesi olacaktır!
Şimdi bu dediğim aşamaları kendinizde test edip, onayladıysanız, gerçek aşkı tatmış/tadıyor olmanız %85 ihtimal dahilinde:)))) Yok tabi öyle birşey! Aşkın yüzdesi mi olur yahu?

Evet, itiraf ediyorum ben çok fena aşık oldum! Hemde çoğacaip! Ona saplandığım ilk andan beri sürekli yazdım, karaladım, kendi kendimi sorguladım, başkalarına anlattım, bağırdım, kızdım, kimi hak verdi, kimi yalandır aşk dedi... Bilmiyorum!
Ama çözebildğim birşey var! O da şu!

"Aşkın bildiğimiz dillerde bir tanımı mevcut değil!"

Dolayısı ile ne kadar kalem oynatırsam, aşkı nasıl sınıflandırırsam, kademelersem onu tanımlayamam! Çünkü aşk aynı ibadet gibi alabildiğine bireysel bir olgu! Herkesin aşkı kendine en büyük ve herkesin ki kendine ölümsüz! İçimizde bir yerlerde karınca yuvası gibi kaynıyor aşk! İçeri doğru derinleşiyor ve bedenden ruhlara bir kapı aralıyor! Kapının ardını bedenin sahibi görebiliyor! Birde gözü keskin olanlar :)

Yani nasıl anlarsınız aşık olduğunuzu diye sorarsa biri, ona sadece şunu deyin;

"Aşık olunca anlarsın!"

6 Ekim 2010 Çarşamba

Hipnozcu Diyor ki; 2


Şehir şehir gezerdi Hipnozcu! Anlatmıştım ya size... Aşklara iş gibi bakar ama işini aşkla yapardı! O bir kere kafasını takmaya görsündü, avucunun içine alana kadar uğraşır istediğini elde etmeden bırakmazdı! Bu tutku kişiye değil aşka değil işe hiç değildi! Bu tutku sadece başarma tutkusuydu! Şehir şehir, beden beden gezer, her bedende farklı coğrafyalar keşfederdi! Avını bulur, onu proje gibi ele alır, önce uzun uzun gözlemler ardından planı uygulamaya koyardı! Hiç başaramadığı olmamıştı! Yok, yok bir kere olmuştu çok adice hançerlenmiş, pis bir tuzağa düşürülmüştü... O zaman, o toyluk zamanında aldığı yara onun hayata bakışını öyle kökünden sarsmıştı ki insanlara karşı duyduğu bu güvensizlik ve yanından hiç ayırmadığı maskeleri söze göz, kurşuna kalkandı! İşin matematiğini çözmüştü çözmesine ama dediğim gibi bedelini çok ağır ödemişti! Her tecrübe, bir kanamalı yara ve bu yara kabuk tutsa bile içi hala cılktı!

Hipnozcu araç kullanırmıydı orasını kestiremiyorum, zira bizden değildi o! Belki de teleportasyon ile ulaşırdı yeni şehre. Bilmiyorum. Bu şehre geleli yeni olmuştu. Şehir büyük, karmaşık, renkli ve açtı! İnsana, aşka, paraya açtı! Daha ziyade bu şehir bir genelev patroniçesini andırıyordu! Sigara içmekten hırıltılanan göğsünden çıkan sesler, sigara içsede içmesede dumanlı ve boğuktu! Kıçı büyük ve memeleri sarkmıştı ama fena bakardı bu şehir! O gözler değişmemişti yıllardır ve elbette ki tecrübeler, tecrübeler, tecrübeler... Anlatacak çok şeyi vardı, ama gençliğine doyamamıştı. Kızıyordu yıllara onu erken çöktürdüğü için, daha canı yakılacak çok adam vardı en nihayetinde! Hipnozcunun methini duymuştu şehir ama ayakta kalacağına pek ihtimal vermiyordu! Burası onun aklını çeldiği köylere, kasabalara benzemezdi! Şehir elinde ağızlıklı sigarası, kabarık sarı saçları, torbalı ve mor gözaltlarıyla karşılamıştı onu ve ağzında kıvrımlanmış yapmacık bir gülümseme vardı! Hipnozcu,şehri dolaştı şöyle bir. Fena gözükmüyordu! Abartıldığı kadar yoktu sadece fazla kalabalıktı! Hipnozcu avare birkaç gün geçirdi.

"HİÇ"

Hastalıklı bir kelime hiç! Aslında varolan bir şeyi yok sayıyor! Hiç, Hiiiç, HİÇ! Söylendikçe anlamı kayboluyor tüm diğer kelimeler gibi ama hiç ne anlam ifade ediyor ki? Olmayan şey hatta şey bile değil!
-Hiç! dedi kadın.
İşte o zaman hiçlik varlık kazandı. Onun hiçi diğerlerine benzemiyordu çünkü. O hiç diyordu! Hiç demeden önceki boşlukta konuyu açıyor, hiç dedikten sonraki boşlukta konuyu kapıyordu! Onun kelimeleri sessizlikten yapılmıştı! Onu anlamak zordu! Çünkü söylediklerine değil söylemediklerine kulak asmak lazımdı! Öyle fırıl fırıl dönüyordu ki zihni gözlerinden ateş çıkıyordu kadının! Zeka onun seksi kılıyordu çünkü kalbiyle değil, bedeniyle değil zihniyle sevişirdi! Ateşten, yeniden, eskiden, deneyimden çekinmez, ok gibi fırlar saplanırdı içine! Siyah tutamları kıvrılırdı boynuna ve çok güzel bir boynu vardı kadının! Yıllar önce gibiydi sahnede ki hali! O siyah elbiseli kızdan neler gitmiş neler gelmiştide kadın olmuştu? Hipnozcu cevabı çok iyi biliyordu!
- Birşeyi de bilme! Diyordu kadın hep :)
Ama Hipnozcu biliyordu cevabı.
Cevap mı?
işte size cevap; bu hayatta avken avcı olan bir bu kadın vardı!

Kadın mı kaçıyordu içine, hipnozcu mu kadına taşıyordu acaba? Birbirlerini öyle bıçak sırtı dengeliyorlardı ki! Hele birde sustuklarında neler diyorlardı birbirlerine bir duysanız!

Şehir huysuzlanmaya başlamıştı, Hipnozcunun ardı arkası kesilmeyen adımları şehrin sinirlerine dokunuyordu! Hemde hipnozcu yalnız değildi artık! Yanında kadını vardı! İkiside bir acaipti! Ne... Nasıl olur? Bu sefer sarkacı kadın mı tutuyordu elinde? Buna tahammül edilemezdi. Şehir sigarasından derin derin çektiği nefesleri geri vermiyordu bile! İçmiyordu yiyordu o sigarayı artık! Hipnozcudan bir intikam alacaktı, onun ayağını kaydıracaktı bir şekilde ama nasıl? Hipnozcu ve Kadın bekliyordu başlarına gelecekleri ama hiç korkmuyorlardı!

Şehir, Kadın ve Hipnozcu bir üçgenden sarmallar indiren üç açısıydı hikayenin! Şehir ikisini kıskanıyor ve Hipnozcuyu çağırıyordu, Kadın hipnozcuyu istiyor ama şehri merak ediyordu, Hipnozcu hedef koyuyor, gerçekleştiriyor ama Kadınından vazgeçemiyordu! Şehir mi? :))) Şehir s*kinde bile değildi !