20 Aralık 2010 Pazartesi

Yatağın “Öteki” Yarısı


Kül tablasında boynu büküktü ve dumanı üzerindeydi henüz izmaritin. Göz göze geldik bir an. Sonra tüten dumanını izlemeye koyuldum... İzmaritten yükselen o dumanlara dalıp gittiğimi zihnimin ücralarında kaybolduğum an farkettim! Yada dumanlar beni çekivermişti kuytulara... Bilmiyorum. Sanki gizli bir el yumuşak hareketlerle beynimi okşuyor hatta tahrik ediyordu. Bu uyuşukluğun sebep olduğu zevkin doruklarında bir semazen gibi dönerken durdum birden! Sigara, izmarit olalı çok olmuştu. Dişlerimi fırçalayıp yattım. Yatağın içine girdiğimde garip bir huzursuzluk kapladı içimi! Çenemin altından karın boşluğuma kadar göğüs kafesimde giderek büyüyen, kalbimi sıkıştıran bir baskı... Önce sırt üstü uzandım. Olmadı! Sonra yan döndüm ve dizlerimi karnıma çektim. Yok... Böylede olmuyordu! Yıllardır yattığım yatağımda elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyordum. Kendi yatağına nasıl böyle yabancılaşır insan? Sanki bu gece dokularımız uymuyordu yatakla. Döndükçe dönüyordum ama rahat edemiyordum bir türlü! En sonunda pes edip yastığı dikleştirdim. Yatağın içinde bağdaş kurup bir sigara yaktım.
Nasıl alışmış bedenim onun bedenine. Nasıl anlatsam O’nu size! Isındığında onun için soğuyup, üşüdüğünde O’nu ısıtmak için ısınıyorum. Tensel bir termostat sistemi O’na dokunduğum her an ısıyı dengeliyor. Hele kokusu yok mu? Yok arkadaş... Öyle bir ten kokusu yok işte! Bazen uykumun arasında uyanıp bir hançerle göğsümü ikiye ayırdıktan sonra onu içime sokup, üzerinden dikmek istiyorum. O kadar canımın dibine sokasım geliyor ki bazen bir mezar istiyorum ikimiz için... Diri diri gömülsem O’nunla gıkım bile çıkmaz! Hoş, zaten O ölü ben ölmeye meyilli! O ince beli kıvrıldığında uyurken öyle sıkı kavrıyorum ki onu! Korkuyorum kendimden canını yakarım diye. Kor bedenli kadının tutkuyla yoğrulmuş elleri var. O’nunla her yeni sabaha uyandığımda bedenimin her yerinde yanık izleri keşfediyorum. Dudaklarım O’nunkilere değdiğinde mucizelerden mucize beğenemiyorum. Çıplak sırtına dökülen siyah tutamlarının uçları alev alıyor. O uyuyor ben uyumuyorum ve tutam uçlarından çarşafa sıçrayan kıvılcımları izliyorum. İnanılmaz biliyorum ama bana her değdiğinde içimde oluşan kara delik içimi içimden çekerek bilinmeyene sürüklüyor. Bilmiyorum nasıl geçmiş bunca zaman O olmadan! Veya bir sabah gitmiş olursa ne yaparım hiç bilmiyorum! O’na dokunmadan geçecek bir hayat olabilir mi?
Sigara bitti, söndürüp izmarit yaptım! Sesini duymam lazımdı! Yatağın “öteki” yarısı boştu, bedenim yarımdı, ellerim boş, içim hepten sıkkındı! Telefona sarılıp, birkaç kelime geveledim. Baktım ki anlatmaya yetmiyor kelimeler hissettiklerimi koyverip kapadım telefonu. Nasılsa ben konuşmasamda anlıyordu O beni! İçim biraz rahatladı sonra... Ama hayaliyle daldım uykuya. Sanki yanımdaymış gibi kokladım ama pek işe yaramadı açıkçası... Yatak bana dardı, O olsa genişleyecek gibiydi sanki. Sigara kokusu sinmişti her bir yana... Ortak hafızamızda bildiğimiz tek koku buydu zaten... Sanki o pis sigara dumanını birlikte soluyorduk o an... Çünkü O’nunla yasemin kokardı her dal sigara! Öteki yarısı mı? O çoktan umudu kesmişti benden!

20 Kasım 2010 Cumartesi

Kasım Biterken...

En sevimsiz bulduğum aylardan biridir kasım. Böyle saçma bir hüzün, gereksiz bir sarı, kuru yapraklar derken kışa bir türlü bağlanmayacak gibi gelir sene! Sonbaharın en b*ktan ayıdır hatta!
Aylar sonra yine kilitlendim! Diyeceklerim o kadar birikti ki hangisinden başlasam bilmiyorum. Önümde bir kap su var! Su bakır bir kabın içinde. Suya bakıyorum, önce kendimi görüyorum. Bir süre sonra gözü dalar ya insanın... İşte o an zihnim suya akıyor! Gözlerimin ardındakini görmeye başlıyorum! Su bulanıyor da bulanıyor. Selçukî karalar, kan kırmızları, nefti yeşiller birbirinin içine giriyor. Gözleriniz dalmıştır, bilirsiniz ama gözlerinizin dalmış halinden sapıkça bir keyif alırsınız. Hiç gözleriniz ayılsın istemezsiniz. Ve gözlerinizi kırpmadan geçirdiğiniz onca zaman, size blok halinde kaydetmiş olduğunuz onca zamanın anlamsız hazzını yaşatır. Artık dünyaya dönmeniz gerektiğini bilsenizde gözlerinizi o daldığınız şeyden (o şey herneyse) ayıramazsınız. İşte aynen böyle bakıyorum şu sıralar kendi hayatıma! bir şekilde silikinip, ayılmam lazım biliyorum ama bu yarı ölü halim o kadar içine çekiyor ki beni... Böyle kalsam diyorum, gözleri açık uyusam hep!
İçimde bir yorgunluk, miskin bir kedi gelip içime oturmuş gibi ama sevimsiz bir kedi bu çok sevimsiz hemde! Uzun süredir hayalini kurduğum dünyanın çirkin gerçekleriyle burun buruna geldiğimi itiraf etmeliyim. Uzaktan görünen o bohem yaşamların aslında nasıl sığ ve alelade olduğunu gördüm. O egodan ölen insanların kompleksleriyle birebir tanıştım. Öyle bir ego ki beni bile (şu bay ego halimle) sindirmeyi başardılar. Bir süredir kendimi pek tanıyamıyorum. Mutlu değilim, aslında mutsuz da değilim! Sadece çok bocalıyorum, dengem kayboluyor!
Bir yolunu bulursam şu bakır kaptan kurtulmanın... Şu ebruli sudan boğulmadan çıkmanın bir yolunu bulursam eğer...

"Ezbere bildiklerim alaşağı olurken ne yapmalı? Hazır daha yola yeni çıkmışken geri mi dönmeli?"

Kasım biterken, içimde yeniden filizlenen tüm umutsuzluk, bana aralandığını sandığım o kapının ardında göz kırpan yalancı ışıklar ve neden olduğu yanılsama beni sadece dibe çekiyor. Kasım bitiyor... o bakır kabın içinde, bir avuç suda ne fırtınalar kopuyor! Her yanım kir, pas ve rengarenk! Alay alay her yanım... Bir sabah uyansam kafam bir kuş kadar hafif... Bir sabah benim olsa keşke kasım bitmeden!

31 Ekim 2010 Pazar

New York’ta 5 Minare ve İslamofobi


Henüz izleyemediğimiz bir film ile ilgili yorum yapmak elbette güç! Gelin görün ki filmin fragmanı dönmeye başladığından beri zihinlerde filizleniyor bu merak. Avrupa ve ABD’de bir salgın gibi yayılan İslamofobi ile Kırmızıgül’ün filmi arasında bağlantı kurmamak elde değil. Türkiye’nin çehresi değişirken, türban araçsallaştırılıp, dini bir sembolden siyasi bir imgeye dönüşürken, toplumsal dizgeler ve tabular birer birer kırılmaya başlamışken, hangimiz daha demokrat sorusuna cevabı kendimiz bile veremezken, işte tam bu sırada medyaya bomba gibi düştü fragman!

Önce İslamofobi’nin geçmişine bakmak daha doğru olur sanırım. Bu kelimenin icadı çeşitli kaynaklara göre değişiyor. Nereden baksanız bir 15 yıllık geçmişi mevcut. 11 Eylül saldırılarından sonra kullanımı daha yaygın hale geliyor. Kökleri ise İslam’ın Endülüs’ü fethetmesine kadar uzanıyor. Fakat İslamofobi’ye (İngilizce olarak Islamophobia) kelime olarak, ilk kez bir İngiliz kuruluş olan Runnymede Trust’ın kurduğu komisyonda hazırlanan 1997 tarihli bir raporda rastlıyoruz. İslamofobi, kelime anlamı olarak “İslam korkusu”nu, terim anlamı olarak İslam dininden ve Müslümanlardan çekinmeyi ifade ediyor.

İslamofobi, 11 Eylül saldırılarından sonra ilk kez bu kadar hararetle tartışılır oldu. Sebebi ise New York’taki Dünya Ticaret Merkezi kalıntılarının 200 metre uzağına İslami Kültür Merkezi’nin yapılması projesi. Bu proje ülkede İslam karşıtı söylemlerin çoğalmasına ve 2001’den bu yana rölantide seyreden İslamofobinin tekrar alevlenmesine neden oldu. Bunun üzerine yapılan araştırmanın sonuçları ise tam tersi istikameti işaret ediyor. Sonuçlara göre ABD’de yaşayan Müslümanlar kendilerini, Avrupa’da yaşayan Müslümanlara göre daha rahat hissediyor. Fransa ve Belçika İslamofobik tutumunu peçeyi yasaklayacak kadar ileri götürürken, bu yıl Miss America bir Müslüman olabiliyor. İslamofobik yaklaşımı standart Amerikalıları göz önünde tutarak ele aldığımızda ise durum daha farklı. Özellikle ibadethane çıkışlarında ağır sözlü tacizlere maruz kalan Müslümanlar, İslamiyeti terör ile aynı kefede değerlendiren zihniyetin hışmına uğruyor. İslamofobi gerek artan cami sayısından, gerekse ‘tesettür’ sorunundan ötürü Avrupa ve ABD’de spekülasyonlara neden olmaya devam ediyor.

Ve Türkiye... Hükümetin önerdiği değişiklik üzerine MGK, Kırmızı Kitap’tan irticayı iç tehdit unsurlarından çıkarmış, öneriyi kabul etmişti. Kamusal alan - özel alan tartışmalarının kucağında bir türban sorunu vardı ki bu sorun yakar top misali iktidar ve muhalefetin elinde kâh sağa kâh sola fırlıyordu. Üniversitelerde türban serbestiyeti boy gösteriyordu. İktidar medyayı avucuna alalı çok olmuştu, “özgürlük” kelimesi bile “tek sesli” çıkıyordu ağızlardan. Türkiye Cumhuriyeti demokrasi aracılığı ile kaotik bir anti-demokrasi ortamına sürükleniyordu.

Derken sosyal iletişim ağlarından birinde onun sesi duyuldu! Kimin mi? Mahsun Kırmızıgül’ün tabii ki!

- Bu adam laik devletin düşmanı! Bu adam terörist!

Fragmanı tekrar izledim. Bu cümle Hoca Efendi karakteri için sarfedeliyordu. Hoca Efendi olarak kimden bahsedildiğini tahmin etmek zor değil. Fethullah Gülen’in müritlerince Hoca Efendi diye anıldığını hatırlatmaya gerek yok sanırım. Fethullah Gülen’e yakınlığı alenen bilinen, okyanus ötesine selam yollayan iktidar, medyanın oligopol yapısını bozup tekele sürüklerken, muhalif sesleri tehditle veyahut “hukuki sürecin gerekleri” kisvesi altında susturan aynı iktidar nasıl oluyordu da Hoca Efendi’den böyle bahsedilmesine sessiz kalıyordu? Filmde, Hoca Efendi ‘Deccal’ kod adı ile aranıyordu. Deccal, birçok dini inanışa göre ahir zamanda kıyametten önce Tanrı tarafından gönderilerek fanileri dinden caydırarak sapkınlığa yönelteceğine inanılan düşünce ve/veya varlık. Filmdeki Deccal vurgusu göz ardı edilecek gibi değil. ABD’de İslam, fobi haline gelmişken New York’ta bu 5 minare nasıl pervasızca yükseliyor öyleyse?

Filmin bütçesi 12.000.000 dolar... Bu rakam Türk sineması için astronomik bir rakam. New York’taki çekimler ile ilgili yaptığım araştırmaya göre lüksün içinde yüzen ekibin, set yemeklerinden bahsettiği bölüm koca bir paragrafta ancak tasvir edilebiliyor. Günlük harcamanın 400.000 dolar olduğu açıklanmış. Fragman ve afişler teknik olarak oldukça başarılı. Üzerinde para/emek harcandığı belli! Prestij müziğin batmasından sonra Boyut Film’de Murat Tokat ile ortak olan Mahsun Kırmızıgül’ün bu kaynağı nereden bulduğu ise ayrı bir merak konusu! İnsan bu değirmenin suyu nereden geliyor diye sormadan edemiyor!

İktidar-Sermaye-Sanat üçgeninin tam ortasında bir Deccal! Önce nereden saldırsam diyor!


Deccal vurgusu ile ilgili iki senaryo şekilleniyor aklımda.
Biri Kırmızıgül’ün sinema retoriğine ait bir senaryo. Kırmızıgül bundan önceki iki filminde can alıcı bir sorunu ele alıyor, etrafından dönüyor ve hiçbir şey söylemeden filmi bitiriyor. Çok şey söylüyormuş gibi görünüp hiçbir şey ifade edemiyor desek daha doğru olur. Diyeceğim şu ki bu film sağ gösterip sol vurabilir. Deccal filmde bir metafor hatta sağlam bir metafor olabilir! Film bittikten sonra bize şu mesaj geçebilir “Ey laik kesim, Deccal zannettiğiniz Hoca Efendi sizin korktuğunuz gibi biri değil. O sanılanın tam aksine huzur ve mutluluk dağıtmak için aramızda!” Eğer ilk senaryo doğru çıkarsa çok şaşırmam zira yönetmenimizin tarzı bu!
İkinci senaryo ise daha geniş kapsamlı. Humeyni ile bağdaştırılan Gülen’in aynı molla devriminden sonra olduğu gibi ülkeye döneceğine dair bir beklenti var. Muhafazakar kesimin kanaat önderi olarak bildiğimiz Gülen’in miadının dolduğu aklımıza gelmiyor mu peki? Gayet onun da suyu ısınmış, siyaset arenasında bir figür olarak rolünü tamamlamış olabilir. Neo-liberal politikaları uğruna, dini kullanmaktan geri kalmayan, catch-all yaklaşımını pompalayarak halkın dini ve vicdani zaaflarını sömürmekten vazgeçmeyen, din ve dini figürleri araçsallaştıran iktidarın elbette Gülen ile işi bitmiş olabilir!

İslamofobik bir ortamda 5 minareyi rahatça diken Kırmızıgül ve buna izin veren iktidar acaba bu sefer kapıyı hangi koridora aralıyor?


İlk senaryo sanatsal açıdan, ikincisi siyasal açıdan vahim bir tablo çiziyor! En nihayetinde filmi izlemeden yapabileceğimiz yorum ancak bu kadar olabilir. Yönetmen koltuğundaki Kırmızgül’ün iyi bir iş çıkararak bizi ters köşeye yatırmasını dilerim!

23 Ekim 2010 Cumartesi

Aşık Olunca Anlarsın


Nasıl anlar insan birine aşık olduğunu? Önce ulaşamaz, elde edemez! Elde edememenin verdiği hırsla, daha çok kaşır, daha çok daha da çok... Eğer olduramazsa bu onu öldürebilir bile! Böyle tehlikelidir aşkın bu boyutu! Karşılıksız aşklar ölümcüldür! Eğer ulaşırsa hedefine duygularının yoğunluğu giderek seyrelir, günden güne yok olur! Aşk maşk kalmaz! Nah kalmaz!
Eğer gerçek aşk bir kere kapıyı çaldıysa, onun gücünü ancak kavuşunca anlarsınız! Şüphesiz ki hayatınızda yer açtığınız kadın/erkek sizin duygularınız tarafından öyle yüce ve ulaşılmaz kılınmıştır ki, onu elde ettiğiniz gün ayaklarınız yere basmaya başlar! Ona biçtiğiniz o uhrevi kılıf yırtılarak, çıplak teni ışıklardan arınır! Korkmayın ve tedirgin olmayın! Herşey yeni başlıyor çünkü! Ona dokunduğunuz ilk an, onun etten ve kemikten oluştuğunu kabul ettiğiniz ilk an, kokusu ve dokusu derinizin altına işler! Sizin zihninizde pompalayarak büyüttüğünüz melek/şeytan insanlaştıkça, düşünürsünüz bu insansa diğerleri neydi diye? Belki uzaylıdır zaten orası meçhul! Benimle aynı yaradılışa sahip tanrı/tanrıçalar aramızda heyhat! İşte bunu bir kere farkettiyseniz ve o üçüncü tür sizinleyse en çok korktuğunuz şey onun gitmesi olacaktır!
Şimdi bu dediğim aşamaları kendinizde test edip, onayladıysanız, gerçek aşkı tatmış/tadıyor olmanız %85 ihtimal dahilinde:)))) Yok tabi öyle birşey! Aşkın yüzdesi mi olur yahu?

Evet, itiraf ediyorum ben çok fena aşık oldum! Hemde çoğacaip! Ona saplandığım ilk andan beri sürekli yazdım, karaladım, kendi kendimi sorguladım, başkalarına anlattım, bağırdım, kızdım, kimi hak verdi, kimi yalandır aşk dedi... Bilmiyorum!
Ama çözebildğim birşey var! O da şu!

"Aşkın bildiğimiz dillerde bir tanımı mevcut değil!"

Dolayısı ile ne kadar kalem oynatırsam, aşkı nasıl sınıflandırırsam, kademelersem onu tanımlayamam! Çünkü aşk aynı ibadet gibi alabildiğine bireysel bir olgu! Herkesin aşkı kendine en büyük ve herkesin ki kendine ölümsüz! İçimizde bir yerlerde karınca yuvası gibi kaynıyor aşk! İçeri doğru derinleşiyor ve bedenden ruhlara bir kapı aralıyor! Kapının ardını bedenin sahibi görebiliyor! Birde gözü keskin olanlar :)

Yani nasıl anlarsınız aşık olduğunuzu diye sorarsa biri, ona sadece şunu deyin;

"Aşık olunca anlarsın!"

6 Ekim 2010 Çarşamba

Hipnozcu Diyor ki; 2


Şehir şehir gezerdi Hipnozcu! Anlatmıştım ya size... Aşklara iş gibi bakar ama işini aşkla yapardı! O bir kere kafasını takmaya görsündü, avucunun içine alana kadar uğraşır istediğini elde etmeden bırakmazdı! Bu tutku kişiye değil aşka değil işe hiç değildi! Bu tutku sadece başarma tutkusuydu! Şehir şehir, beden beden gezer, her bedende farklı coğrafyalar keşfederdi! Avını bulur, onu proje gibi ele alır, önce uzun uzun gözlemler ardından planı uygulamaya koyardı! Hiç başaramadığı olmamıştı! Yok, yok bir kere olmuştu çok adice hançerlenmiş, pis bir tuzağa düşürülmüştü... O zaman, o toyluk zamanında aldığı yara onun hayata bakışını öyle kökünden sarsmıştı ki insanlara karşı duyduğu bu güvensizlik ve yanından hiç ayırmadığı maskeleri söze göz, kurşuna kalkandı! İşin matematiğini çözmüştü çözmesine ama dediğim gibi bedelini çok ağır ödemişti! Her tecrübe, bir kanamalı yara ve bu yara kabuk tutsa bile içi hala cılktı!

Hipnozcu araç kullanırmıydı orasını kestiremiyorum, zira bizden değildi o! Belki de teleportasyon ile ulaşırdı yeni şehre. Bilmiyorum. Bu şehre geleli yeni olmuştu. Şehir büyük, karmaşık, renkli ve açtı! İnsana, aşka, paraya açtı! Daha ziyade bu şehir bir genelev patroniçesini andırıyordu! Sigara içmekten hırıltılanan göğsünden çıkan sesler, sigara içsede içmesede dumanlı ve boğuktu! Kıçı büyük ve memeleri sarkmıştı ama fena bakardı bu şehir! O gözler değişmemişti yıllardır ve elbette ki tecrübeler, tecrübeler, tecrübeler... Anlatacak çok şeyi vardı, ama gençliğine doyamamıştı. Kızıyordu yıllara onu erken çöktürdüğü için, daha canı yakılacak çok adam vardı en nihayetinde! Hipnozcunun methini duymuştu şehir ama ayakta kalacağına pek ihtimal vermiyordu! Burası onun aklını çeldiği köylere, kasabalara benzemezdi! Şehir elinde ağızlıklı sigarası, kabarık sarı saçları, torbalı ve mor gözaltlarıyla karşılamıştı onu ve ağzında kıvrımlanmış yapmacık bir gülümseme vardı! Hipnozcu,şehri dolaştı şöyle bir. Fena gözükmüyordu! Abartıldığı kadar yoktu sadece fazla kalabalıktı! Hipnozcu avare birkaç gün geçirdi.

"HİÇ"

Hastalıklı bir kelime hiç! Aslında varolan bir şeyi yok sayıyor! Hiç, Hiiiç, HİÇ! Söylendikçe anlamı kayboluyor tüm diğer kelimeler gibi ama hiç ne anlam ifade ediyor ki? Olmayan şey hatta şey bile değil!
-Hiç! dedi kadın.
İşte o zaman hiçlik varlık kazandı. Onun hiçi diğerlerine benzemiyordu çünkü. O hiç diyordu! Hiç demeden önceki boşlukta konuyu açıyor, hiç dedikten sonraki boşlukta konuyu kapıyordu! Onun kelimeleri sessizlikten yapılmıştı! Onu anlamak zordu! Çünkü söylediklerine değil söylemediklerine kulak asmak lazımdı! Öyle fırıl fırıl dönüyordu ki zihni gözlerinden ateş çıkıyordu kadının! Zeka onun seksi kılıyordu çünkü kalbiyle değil, bedeniyle değil zihniyle sevişirdi! Ateşten, yeniden, eskiden, deneyimden çekinmez, ok gibi fırlar saplanırdı içine! Siyah tutamları kıvrılırdı boynuna ve çok güzel bir boynu vardı kadının! Yıllar önce gibiydi sahnede ki hali! O siyah elbiseli kızdan neler gitmiş neler gelmiştide kadın olmuştu? Hipnozcu cevabı çok iyi biliyordu!
- Birşeyi de bilme! Diyordu kadın hep :)
Ama Hipnozcu biliyordu cevabı.
Cevap mı?
işte size cevap; bu hayatta avken avcı olan bir bu kadın vardı!

Kadın mı kaçıyordu içine, hipnozcu mu kadına taşıyordu acaba? Birbirlerini öyle bıçak sırtı dengeliyorlardı ki! Hele birde sustuklarında neler diyorlardı birbirlerine bir duysanız!

Şehir huysuzlanmaya başlamıştı, Hipnozcunun ardı arkası kesilmeyen adımları şehrin sinirlerine dokunuyordu! Hemde hipnozcu yalnız değildi artık! Yanında kadını vardı! İkiside bir acaipti! Ne... Nasıl olur? Bu sefer sarkacı kadın mı tutuyordu elinde? Buna tahammül edilemezdi. Şehir sigarasından derin derin çektiği nefesleri geri vermiyordu bile! İçmiyordu yiyordu o sigarayı artık! Hipnozcudan bir intikam alacaktı, onun ayağını kaydıracaktı bir şekilde ama nasıl? Hipnozcu ve Kadın bekliyordu başlarına gelecekleri ama hiç korkmuyorlardı!

Şehir, Kadın ve Hipnozcu bir üçgenden sarmallar indiren üç açısıydı hikayenin! Şehir ikisini kıskanıyor ve Hipnozcuyu çağırıyordu, Kadın hipnozcuyu istiyor ama şehri merak ediyordu, Hipnozcu hedef koyuyor, gerçekleştiriyor ama Kadınından vazgeçemiyordu! Şehir mi? :))) Şehir s*kinde bile değildi !

19 Eylül 2010 Pazar

Kutup Yıldızına Ağıt


Siyah kadifeden bir perde gerilmişti üstümüze ve elmaslar, irili ufaklı milyonlarca elmas göz kırpmaktaydı uzandıkları yerden bir kadın aşifteliğiyle... Hepsi öyle davetkar, öyle cüretkardılar ki şu koca evrende bir nokta olduğumu bilmesem kendimi bulunmaz hint kumaşı sanırdım. Beni öyle ayrıcalıklı kılıyorlardı ki sanki bir ben kesermişim onları gibi pırıl pırıl göz kamaştırıp, kandırmaya çalışıyorlardı!
Uzakta bir köpek uluyordu herşeyden habersiz! Sabah meltemi başlamıştı esmeye ve gün ezanı bekliyordu uyanmak için! Ölmek için örnekten itinayla dikilmiş bir elbiseydi gece ve onu üzerimize giymemizi bekliyordu! Ölmek... Siz ölmenin ne demek olduğunu bilir misiniz? Ben öğrendim bir ölüye aşık olunca... Kalıpları yıkmanın cazibesini farkettim mezara diri girince. Ruhumla seviştim ilk kez çünkü bedenim ölüp gitmişti... Bir ben vardım birde o! Kim mi o? Kutup yıldızı tabii ki!
Yumuşacık kadifede kıvrılmıştı, tutamları beynime saplanmış, herbir saç teli bir sinirime batıyordu! Kutup yıldızının şavkı omriliğime yansıyordu. Bir kuklanın ipleri gibiydi eklemlerim, kontrolden çıkalı olmuştu bayağı. Kutup yıldızı duruyordu olduğu yerde, hüzünlüydü bu gece!
İnsanların gizli hüzünlerine dikkat edin, özellikle büyük harfli konuşup, sesli gülenlerinkine! Onların içlerinde taşıdıkları hüzün en tarifsiz ve amansız olanı çünkü! Hiç kurtuluşları yok hüzünlerinden ağızlarının kenarından veya gözlerinin ardından fışkırıverir! Kutup yıldızı o gece bir başka güzeldi, sanırım en hüzünlü gecesini yaşıyordu!
- Ne düşünüyorsun? dedim.
- Hiç! dedi.
- Ne istiyorsun? dedim.
- Hiiiç! dedi.
Bakıştık bir süre... O esnada duyduk birbirimizi, çünkü sessizlik bizim dilimizdi. Konuşarak hiç anlaşamasakta, bakışarak anlaşırdık! Öyle baktım ki ona
- Ne var? dedi o adi tebessümüyle ama sıra bendeydi bu sefer! Susarak diyeceklerim vardı!
-Hiç! dedim.
Duymuştu beni!
Kutup yıldızı alev aldı o an! Göklerden sarmal sarmal inen nur öbekleleri, içimizde şimşekler çaktırıyordu! Parmakları öyle yanıyordu ki, iç organlarımı eritti adeta! Yanık kokusu sarmıştı duvarları! İçin için yanmak bu olsa gerekti, buz küreli ölülerde sever miydi? Kutup yıldızı yanıyor, biz donuyorduk kah ölerek, kah sevişerek! Dudaklarımızı kenetli kılan o soğuk, ıslak toprakta uzanmaktan ileri geliyordu! Günün ilk ışıklarıyla mezar taşlarının buğu yaptığını gördüm dün! Ölüm tarihlerinden damlalarla süzülen sular, selvi ağaçlarını besliyordu! En nihayetinde burası bizim mezarımızdı! Fakat geceler biter, gündüzler başlardı.
Kutup yıldızı doğan güne ayak direyemedi sonuç olarak, o öylece yalnız aslıyken orada bizim "TAM" olmamızı hazmedemedi. Işığı hafiflerken içinden sövüyordu varlığımıza ve intikam yeminleri ettiğini duyuyordum!
Gidiyordu kutup yıldızı sonsuzluğuna! Kara perde gece perileri tarafından yavaş yavaş sökülürken ne yarısı yenmiş ak pamuk şeker vardı gökte ne elmaslar. O perilerden biri yanıma ilişmişti. Gün ışığı nelere kadirdi? Kutup yıldızı çoğaltıp kendini peri tozuna bulayıp kraterlerini koynumda almıştı soluğu! Söküldü tutamları bir bir sinirlerimden! Kara prenses öyle melek uyanıyordu ki, sessizliğini duymasam ben bile inanırdım kanatları olduğuna!
Pas tadı vardı ağzımda kekremsi, birde parmak izlerim boynunda! Uyurken yaşıyordu, anlamıştım! Gözlerinden mavi vurunca gözlerime yine yine yeniden öldüğünün farkına varmıştım! Ahh balçıktan kadın! Ellerimi daldırıp ruhuna çıkardıkça elmaslarını gün yüzüne sen bedenini karatlara boğmuştun! Ulaşamazdım sana! Ahh kutup yıldızım sanırım senin kadar yalnızım!

6 Eylül 2010 Pazartesi

Başkalarının Acısına Bakmak


İçimde büyüttüğüm acılarım var. Onları özenle besliyorum. Giderek dallanıp budaklanmalarına izin veriyorum. Kökleri oldukça diplerde olan bu acıların çiçekleri bildiğimiz türden değil pek! Acılarımın çiçekleri dikenli! Budamıyorum bir süredir çünkü dikenleri iç organlarıma, damarlarıma ve göğüs kafesime batıp kanattıkça bu durumdan hastalıklı bir zevk alıyorum. Normal değilsin bence diyebilirsiniz elbette! En nihayetinde acı çekmekten hoşlanan bir avuç kişiyiz şunun şurasında! Bende sorarım o zaman size ne normal? Ne anormal? Kime göre normal? Neye göre? diye... Bunun cevabı yalnız bende soruyu ben sorduğum için! Hayat çok deneyimlenesi bir olgu! Küçük küçük parçaların oluşturduğu kocaman bir bütün. Bu bütünselliğin içinden bir parçayı eksiltemezsiniz, eksiltmemelisiniz! Eğer eksiltirseniz kedinizden çalarsınız. Her parçasıyla bir "tam" ifade eden bu hayatı kafanıza göre kesip biçmeyin bence. Mutlu olmaktan nasıl zevk alıyorsanız, acı çekmektende alın! Hatta başkalarını acı çekerken görürseniz bundan bile zevk alın, onun adına mutlu olun! Zira bu onun hala hayatta olduğuna, nefes aldığına delalettir! Sevdiklerinizin yaşıyor olmasından daha büyük mutluluk var mıdır? Ayrıca kişinin yaşadığı kötü şeylerden ötürü acı çekiyor olması, hiç tepki vermemesinden daha sağlıklı bir eğilimdir. Hayatı nötrizasyona maruz kalmış kişiden götün götün kaçın! O zat potansiyel tehlikedir! Fakat bu yönü acılara bakmanın en temel, en dolaysız ve en birinci tekilli yaklaşımı! Şimdi çerçeveyi bir tık daha genişletiyoruz!

Susan Sontag'ın başlıkla aynı isimli kitabını okuyalı tam bir yıl olmuş. Kitabı ilk elime alıp sayfalarını çevirdiğimde, o küçük ve az sayfalı kitabın bu kadar derin olabileceğini düşünmemiştim açıkçası. Kitapta bahsedilen bize ait olmayan acılara yaklaşımımızdı. Acı teşhirinin tarihi gelişimi ile başlayarak, kitap başkalarının acılarına gerçekten hangi noktadan yaklaştığımızı sorgulamamıza neden olan bir noktada bitiyordu. Sayfalar döndükçe birbirinin ardına giderek kendini sorgulamana neden oluyordu. Çünkü acılar her an, her saniye estetize ediliyor ve metalaştırılıyordu! Kitle iletişim ağı acıları sentetik hale getirirken bir yandan da bizim algılarımızı bozmayı ihmal etmiyordu. Televizyonda izlediğimiz acının malzeme edildiği her haber, içimizde hala canlı kalan duygularımızın baş vermiş sinir uçlarına çivi çakılır gibi çakılıyor, dolayısı ile acılar bazen uyuşturucu bazen provoke edici bir amaçla kullanılıyordu. Bu aşamada acılara karşı normal şartlarda takınacağımız tavır, manüpüle ediliyordu! Birileri bizi içten içten uyutuyor, istediği şekli veriyor ve istediği tepkileri vermemizi bekliyordu! Öylesine zerk edildi ki beynimize bu durum gerçek algımız iyiden iyiye kaydı! Artık başkalarının acıları bizim için karşı tarafı kazanabilmek için açılmış bir sınav görevi görüyor! Üzülmesek bile üzülmüş gibi yapmak veyahut bir an üzülmüş olsakta bu üzgün hali sırf o kendini rahat hissetsin diye sürdürmek sadece üzerimize giydirilen bir tepki! Ve o tepki bize birkaç beden küçük, sığamıyoruz içine!
İşin aslı ben üzülmüyorum acı çeken kişiye! Ben kendim acı çektiğim zaman bile tadını çıkarırken nasıl üzülürüm acı çekene? Samimiyim en azından... İşte bu yüzden onu anlamaya, derinlerine inerek onu çözmeye çalışıyorum! Böyle duygu odaklı bir ruh halini ağır mantık ile çözmeye çalışmak sizin deyiminizle ancak benim gibi anormallere özgü bir durum!
Tüm bu düşüncelerin fışkırmasına sebebiyet veren bir adam var yeni tanıştığım! Müstakbel bir dost hatta! Akıllı ve donanımlı bir adam! Bu adamın yaşadığı bir olay neticesinde hayatının bir anda nasıl tepe taklak geldiğinin en yakın şahitiydim. Bu durum bana yakından gözlem yapabilme şansı verdi! İşte tüm bunları o derin derin acı çekerken farkettim! Adına sevindim! Çünkü göründüğü ve anlattığı kadar mekanik değildi! Bir kalbi vardı taş kesilmemiş ve onunla birilerine aşık bile olabiliyordu! İşte bu! Daha ne olsundu? Kalbi olan bir dosttan daha başka ne istenirdi! Bırakalım doyasıya acı çeksin ve yaşadığını farketsindi! Bu hayatı acısıyla tatlısıyla yaşamadıktan sonra ne anlamı kalırdı? Saatler birbirini kovalar, günler ve aylar biner peşisıra... Arada kayıplar boşluklar...
Özetle dediğim şu; Haydi hep beraber ölümüne acı çekelim! Mutlu değilsek eğer ne şöyleyim ne böyle demektense doya doya acı çekelim! Emin olun yaşadığımızı daha çok farkına varacağız! Başkalarının acısına seyirlik gösteriler gibi yaklaşmaktansa biraz kendiniz olun! Silkinin ve acı çekin... Bol bol ve derinden!

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Ne Geceydi Ama!


Aslında biraz tedirgindim. Bilmediğim yerlere giderken o kadar geriliyorum ki, gitme amacını unutup daha varmadan nasıl döneceğimi planlarken buluyorum kendimi. Yapı meselesi işte garanticiyim! Ramazanda Caz Festivali kapsamında sahne alacak Münip Utandı için yola çıkarken aynı gerginlik üstümdeydi yine! Fakat yeni şeyler denemeye olan merakım tüm bu tedirginliği sindiriyordu!
İşten biraz erken çıkıp, önce Üsküdar'a oradan vapurla Eminönü'ne geçtim. Karnım guruldamaya başlamıştı bile! Eminönü her zaman olduğu gibi keşmekeşti! Üzerine birde iftar telaşı eklenmişti. Güneş batmak üzereydi. Zar zor yer bulduğum köprü altı balık ekmekçilerinin birine yerleştim. Popomu sandalyeye koyduğum o an sanki tüm günden, tüm şehirden hatta dünyadan sıyrılıp başkasının gözü olmuştum! Hemen bir sigara yaktım! İlk nefes biraz daha yükseltti! Ezan'ın okunmasıyla masaya "tak" diye konan dışı hararetten buğulanmış bira bardağında günü geceye bırakmaya teşne son ışıklar oynaştı! Ezan sesiyle bir anda sokaklar ıssızlaştı! Ben bir yandan biramı yudumlarken içimden ya rabbim ne mübarek şey bu demekten kendimi alamıyordum! giderek el ayak çeken insanlar ve kararan sokakları ile Eminönü artık kıçını kaldır, sefa pezevenkliğini bırakta yola düş der gibiydi! Hesabı ödeyip kalktım bende!
Tramvay ile arkadaşımın tavsiyesine uyup Gülhane'de çıktım. Konsere yarım saat vardı! Eee varmıştım sanırım yani Arkeoloji müzesi biraz yukarda olmalıydı! Ama elbet birşeyler yolunda gitmeyecekti ya! Bir yokuş ve iki sokağı 5 kere inip çıkıp, 7-8 kişiye adres sorduktan sonra yurdumdan bir an eksilmeyen turist kafilesi yardımıyla yolumu buldum! Hakikaten İstanbul'da turistler esnaftan daha iyi yol biliyorlardı! Gülhane Parkı'ndan giriş yaptım. Karanlığın iyice sindiği taş yoldan tırmanmaya başladım! Arkeoloji Müzesine vardığımda konserin başlamasına 15 dakika vardı! Biletimi gösterip en acilinden bir sigara daha yakarak soluklandım! Buraya ilk gelişimdi ve ambiyans inanılmaz derecede etkileyiciydi! Müze girişine yerleştirdikleri sazlara arkalarındaki upuzun mermer sütunlar fon oluşturuyordu! Işıklandırma muazzamdı! Yerimi aldım hemen! Sağı solu kesip, konuşulanlara kulak kabartıyordum! Bir süre sonra tüm ışıklar söndü! İşte o an gökyüzünde sadece yıldızlar vardı! Birazdan olacakları anlamıştı sanırım gökyüzü! Öyle bir yel esti ki tüm konukların o an ürperdiğine eminim! Ağaçların uğultusu sarhoş ediyordu herkesi! Sazlar yerlerini aldılar! Sonra takip ışığı yandı! Münip Utandı bembeyaz ceketi ve beyefendi tavrıyla ağır ağır merdivenleri tırmandı! Sahnenin tam ortasına geçerek derin bir saygıyla izleyicileri selamladı! O an sahne ışığının ne olduğunu anladım! Özellikle o geceye kadar Münip Utandı'nın tek bir şarkısını dinlememiştim! Sesini duyar duymaz çakılıp kaldım! Böyle bir tını yoktu! Pamuk helva gibi pudra şekeri gibiydi! ince, temiz ve çapıcıydı! Sazlar diyecek söz yoktu hepsine helal olsundu! Ve bunca yılın yaşanmışlığını taşıyan o mermer bloklar inliyordu Dede Efendi eserleriyle! İyi ki dedim kendi kendime iyi ki gelmişim! 19. yüzyılın müzik dehası Dede'nin şarkılarını böyle bir ortamda böyle şahane bir yorumcunun sesinden dinlemek, buna tanık olmak herkese nasip olmayacak hatta birçok kişinin bilerek ıskaladığı ama çok çok çok hata ettiği bir deneyimdi! Birkaç eser sonra Münip Utandı'ya kızı Merve Utandı vokaliyle eşlik etmeye başlamıştı! Baba kız harikulade bir uyum içerisindeydiler! Bir babanın ve bir kızın daha mutlu bir anı olabilir miydi şu hayatta? İkisininde gözlerinde birbirlerine duydukları sevgi, güven ve gurur alenen görünüyordu!
İki saate yakın süren konser, ikinci bölümünde rast şarkılara verilen ağırlıkla biraz hareketlendi! Konser bittiğinde o tat damaklardan kolay kolay geçmeyecekti! Ben ise o geceyi ömrüm boyunca unutamayacaktım!
İşte İstanbul böyle fethediyordu beni! Nasıl alışıyordum giderek, hergün yeni şeyler tadıp keşfederek! O kadar şikayetime rağmen güzeldi bu şehir hemde çok... Hele aşıksanız!!! Tadına doyulmuyordu :)

17 Ağustos 2010 Salı

Karanlıkta Herşey Eşitlenir


Rastlantı mı kader mi? Çoğu kez kaderdir bendeki cevabı! Kader sırtımızdan yük kaldıran bir dosttur bazen, bazense sırtına yük atıp kaçtığımız bir hamal... Kader bir suç ortağı, bir günah keçisidir! Bu yüzdendir kaderci oluşumuz ve çoğu kez rastlantısal tüm gelişmelere mistik bir anlam yükleme adına kaderciliği seçeriz! Çünkü yaşananlar mantık çerçevesinde açıklanamaz şeylerdir muhakkak ki yukarıdan bir yerlerden bizlerden çok büyük bir güç tarafından tasarlanıp yazılmışlardır! İşte yine kaderin bir cilvesiyle elime bir kitap geçti! Adı "Acemi Bilge". Kitabı o güne kadar sağda solda görmemiş, yazarı Ömer Çam'ı hiç duymamıştım. İş arkadaşım kitabı sıkıcı bulmuştu, belkide tüm kitapları sıkıcı buluyordu bilmiyorum! Okurum diye bana vermişti! Yazar "Ölmeden önce ölün" mantrası ile felsefi bir yaklaşım içinde ele alıyordu hayatı! Bu bile merak uyandırmaya yetmişti! Arka kapağında yer alan ilk cümle ise şuydu "karanlıkta herşey eşitlenir"... Bir yerlerden tanıdık gelmeye başlamıştı okuduklarım. Ömer Çam ile ilgili internet üzerinden yaptığım kısa araştırma sonucu onun kişisel gelişim, nlp, hipnoz vb. bıdı bıdılardan değişik hiçbir yönü olmayan ve sürekli öğüt verip hayatımı şöyle,şöyle veyahut böyle böyle şekillendirmemizi söyleyen o müthiş bilgelerden olduğu hissine kapıldım. Ama önyargıları sevmiyordum. Bu yüzden ilk sayfayı açıp kitaba başladım. Daha en başında oto-hipnoz deneyimi vardı kitabın. O an beynimde şimşekler çaktı! Bu spiritüalist izlenim Ömer Çam ve hayatıma yön veren adam Richard Bach'ın kesiştiği noktadan kaynaklanıyordu. Kitap kocaman puntolarla yazılmıştı, her zamanki gibi öğüt veriyordu elbette. Ama akıyordu kitap aynı Bach'ın eserleri gibi! Ağzım sulanarak kitaba gömüldüm elimde kalem deli gibi sağı solu çiziyor, not alıyor, başa dönüp tekrar okuyordum. Öyle aforizmalar yakaladım ki!... Bazılarını yazacağım hatta!

"Usta olan güç peşinde değildir ve bunun için güçlü olur. Oysa zayıf olan gücün peşinde koşar ve bu yüzden güçlenemez, kaybeder."

"Başarı, bir tek kişi bile olsa, birilerinin sen yaşadığın için daha rahat nefes aldığını öğrenmektir."

"Ne kadar anlatırsan anlat, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır."

"Kişiler tembel değildir. Sadece kendilerine esin kaynağı oluşturacak kadar güçlüamaçları yoktur."

"Kelimeler insanların kullandığı en güçlü haplardır."

"Uğruna ölecek birşeyin yoksa bu senin yaşam mücadelesi için uygun olmadığını gösterir."

"Sadece ölüler soru sormaz! Soruları oluşturan kelimeler tecrübelerimizi dizdiğimiz ipliktir!"

"Karakterin aslında neysen odur. Oysa şöhretin başkaları seni ne sanıyorsa odur."

"Eğer sen yapabileceğin herşeyi yapsaydın, şaşkınlıktan kendi aklını başından alırdın."

"Hayatın başladığı ilk andan itibaren ölmekte olduğunu fark et!"

"Öğrendiğin zaman yaşadığını anlarsın, ancak ölüler öğrenemez"

"Adalet nedir? Ağaca su vermektir. Zulüm nedir? Dikene su vermektir."

"Uyuduğumuz ve öldüğümüz zaman eşit oluruz. Çünkü toprağın altında ne tutku, ne umut ne gurur kalır!"

"Herşey sözle olsaydı eyleme gerek kalmazdı. Ölüler konuşamaz, ölülerle konuşulmaz. Ölüler tarihi yazanlardır. Onu okumak ise yaşayanların işidir."

"Bazen kalp göze görünmeyeni görür. İstemek yetmez, amaca ulaşmak için şiddetle arzu etmeniz gerekir!"

"Delilerin ve ölülerin düşünceleri hiç değişmez!"

"Karnabahar, yüksek lisans yapmış bir lahanadan başka birşey değildir!
"(favorim)

Kitabı bitirdim. Garip bir deneyimdi çünkü güzel tespitler vizyonumu biraz daha genişletmişti. İki yazar arasında var olduğuna inandığım paralellik, ve ikisininde bahsedip durdukları sınırsız evrende tanış olma meselesi iyiden iyiye kafama yatmaya başlamıştı.
Tekrar sordum kendime, kendime döndüğümde! Bu rastlantı mıydı? kader mi? Bu kitap yüzlerce insanın elinden nasıl bana ulaşmıştı! Nasıl bu kadar yerli yerindeydi taşlar? Nasıl cuk oturmuştu böyle? İnanın bilmiyorum. Ama kelimlerin gücüne her geçen gün daha çok inanıyorum işte bunu biliyorum!

8 Ağustos 2010 Pazar

Başka Bedenler Vol. Alpha!


Hayatı yaşarken olayların ateşiyle en çok ıskaladığımız şeyi keşfettim. Eğer bu olayın bir parçasıysak, 1. 2. veya 3. şahıssak bu hikayede, kesinlikle birkaç adım geri çekilip olayı menzil dışından izlemeyi es geçiyoruz. Bu hararet gözümüzü öyle kör ediyor ki yuvarlanıyoruz gelişmelerle giderek büyüyen bir kartopu gibi. Farkettiğimizde ise soğuktan donmuş oluyoruz!
Bu sefer ayıktım erkenden! Kontrol edebileceğim bir nehrin debisini elden bırakmayacaktım. Silkindim önce... Ateşse ateş! Elbet sönerdi birileriyle. Deli miydim ben? Neden paralıyordum kendimi? Oysa daha bir gece önce aşkı tattığım için şükrediyordum... Yok yok aşkı kıçından anlamıyorum, aşkı karıştırmıyorum başka birşeylerle! Ama içimde kocaman atan bir kalp kirle dolmuştu, sızıyordu hata köşesinden... Zihnim desen... oldukça tozluydu! Acıkolik falanda değildim! Biraz idmanlıydım sadece... Ne duryordum öyleyse? O öylece mıhlanmışken olduğu yere, ben niye duruyordum? Yoo, hayır durmayacaktım... Benden izinsiz bedenim, kalbim ve zihnimde egemen olan bir güce teslim olmam! Ayar vermek için değil ama yazmazsam kafayı yerim!
Koparıp ruhumu bedenimden ikisini ayrı yönlere savurmak zamanı şimdi! Aşk beni nasıl öldürmediyse, çiviler çivileri sökebilirdi gayet! Eyvallahsız gidebilirdim, uzaklaşıp başka bedenlerde avunabilirdim... Evet, evet bunu yapabilirdim.
"Usta olan güç peşinde değildir ve bunun için güçlü olur. Oysa zayıf güç peşine koştuğu için zayıftır ve kaybeder!" Ömer Çam ne güzel demişti, ne kadar da doğruydu! Derin nefesler ve telkinlerle tamamlanan oto-hipnoz neticelerini vermişti! Kendimi orada bırakıp, bedenimi işlevselleştireceğim! Almıyordu kafam bir türlü! Madem aşk bu dünyada en hakiki ve değerli şeydi! Niye kıymeti bilinmiyordu? Benim meraklılarım gani ganiyken ve ağzıma düşerlerken peki ben neden duruyordum hala yürüseydim ya...
Yürüyordum... Uzaklaşıyordum... Her gidiş zincirden bir halka daha koparıyordu! Biliyordum!

5 Ağustos 2010 Perşembe

Tutku...


Şarabın buruk tadı damağımda, güzel bir günün sonunda İstanbul ışıklarını izlerken düştü gözlerin... Gece acıkmıştı, anladım! Oynaşıyordu ışıklar denizin üzerinde, gün içinde canımıza okuyan yüksek nem dağılmış ve gece kendini tatlı bir serinliğin kucağına bırakmıştı. Değiştiriyordu gece beni ve kendini! Renkten renge kılıktan kılığa... Alkolün gevşettiği bedenim, serinleyen havayla birlikte farklı bir mayhoşluğun içindeydi! İlk defa seni istediğimi farkettim böylesine derinden. Yavşakça değil sağlam bir tutkuyla! İliklerine hatta hücrelerine kadar tadına bakmak istedim! Dudakların çıkmadı bu gece zihnimden. Vücudunun en ücra yerlerine değmek ve seni yaşamak istedim doyasıya!
"Siz hiç başınızı birinin göğüs kafesinden içeri sokup ruhuna baktınız mı?" Ben bakıyorum! Bakıyorum ve sizin göremediklerinizi görüyorum! Çok yüksek duvarlı, geniş ve karanık hatta zeminsiz bir oda hayal edin isterim! Bu odanında tavanında minicik bir penceresi olsun! İşte gözlerin sihri burada! Çünkü gözler ruhunuzun dünyaya açılan penceresi! Gözlerde ışığı görürseniz( ki ben karanlığı gördüm) işareti almışsınızdır. Beni gözler kesmedi çünkü öyle bir hazine var ki içeride yakından daha yakından bakmalıyım! Bu yüzden daldırdım kafamı ruhuna! Adım adım özüne yaklaşıyorum kadın! Ruhuna sızarsam benim olursun bunu bil! Sana ait olmam ama sen benim olursun!
Karanlığın ışığı durma yıldız gibi kay gecelerime! Bir ateş yak ellerinle, kibrit olsun parmakların! Ruhumu yakan kadın durma sakın! Çağla şelale gibi...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Bende Hüküm Sür


Ne desem artık? Yani öyle anlar vardır ya hayatta! Diyecek o kadar çok şey vardır, o kadar çok şey vardır ki nerden başlasan bilemezsin! Afallarsın! Böyle kelimeler hazımsızlıktan ağzına gelirde dışarı çıkaramazsın! İşte aynı o durumdayım! Bir başlasam bendini aşmış coşkun sular gibi insan, hane tanımadan yıkıp geçeceğim!
Şimdi, bir sınır kapısında bekliyorum seni. Eğer topraklarıma girmeye karar verirsen seni ve silahlarını teslim alıp, saraya götüreceğim... Görüyorum ki sen sınırlarıma yaklaşıp sonra nanik yapıp kaçmakta kararlısın... Ülkene ambargo koymadan çık gel. Bu söylemi pek sevmesemde "vakit daralıyor!" Neden daralıyor biliyor musun? Çünkü biliyorum ben ne yaşadığımı... Artık damarlarımda taşıdığım sen menşeli acılarım var! Çok alıştım onlara. Hatta müptelası oldum! Yani o saplayıp gittiğin hançer var ya! Onu çoktan sökmüş olsamda göğsümden yeri her hareketimde ben burdayım diyor... Yorgunum ama... Çok yorgunum! Ve bitecek elbet birgün pes edeceğim! Omuzlarım çökecek ve yığılacağım! Eğer yığılır kalırsam... İşte o zaman senden nefret ederim işte! Ama aşkla harmanlanmış bir nefret değil! Eni konu bildiğin şiddetli bir nefret!
Öyle güzel inandırmıştım ki kendimi herşeyin bittiğine! Hiç olmamışsın gibi "yolculuklara" devam edecektim! Her döndüğümde başkalaşıp gelecektim! Ama rahat durmadın.... Hoş içten içe biliyordum bir kuş uçuracağını! Fakat böyle pervasız, böyle hiçbirşey olmamışçasına ortaya çıkıp, sarkacı elime tutuşturcağını kestiremezdim! Nasıl oluyorda kaldığımız yerden devam edebiliyoruz? Nasıl sanki o geceler hiç senli-sensiz geçmemiş gibi gülüp eğleniyoruz?
İnan yok bir cevabım! Sadece bir kararım var! Ben sabit kalıyorum! Yığılsamda, yıkılsamda,gelsende gelmesende bu sınırda seni bekliyorum! O tarafa geçmeye niyetim yok! Eğer hazırsan, ben yığılmadan gel ve bende hüküm sür!

16 Temmuz 2010 Cuma

Gelmeye Dair


Yolculukları severim. Molalarda kaşarlı tost ve ekşi ayran iyiydir! Yarı uyuyarak sabaha karşı içtiğin sigara, vapurda gün doğarken yudumladığın çay, tanık olduğun dağlar, taşlar, ağaçlar, aştığın kilometreler, tanıdığın yol çizgileri, tanıyamadığın bulutlar, yerleşim yerlerinden geçerken sağlı sollu yerleşmiş haneler, hanelerin ışıkları... Evet, uykum kaçtığında kendimce bir oyun oynarım. Otobüsten gözüme kestirdiğim sabahın o saatine rağmen hala ışığı yanan hanenin içinde o an neler yaşandığını tahmin ederim. Gözlerimi kapatır, ve eve doğru akarım patikalardan! Şanslıysam bazen camda bir silüet bile görürüm, o zaman çok daha kolaydır hayal etmek! Yollar akarken altımızda ıskaladığımız onlarca hayat... Esasen bunu farketmemi sağladığı için severim yolculukları! Gelmenin heyecanınıda, gitmenin hüznünüde aynı severim! Ne daha az ne daha fazla! Ve haneler, haneler... Kiminin ışığı yanıyor, kimi çoktan uykuda... Otobüsün camından bir saniye bir saniye misafir olabildiğim onlarca hayat! Benim hayatımda otobüs yolculuğu gibi... Allahtan daha sık ihtiyaç molası veriyorum.
Yolculukta sevdiğim bir diğer şeyde hiçbir zaman döndüğünde aynı insan olmayışındır! Bunu oldukça geç farkettim ama... Çünkü fiziksel olarak katettiğin yol senden dışarı doğru yönsel bir hareket izler, ya manevi olarak aldığın yol? Sırt sırta vermiş iki araç aynı anda aynı hızla zıt yönlere doğru yola çıkıyor! Biri ruhundan içeri kayarken, diğeri bedeninden dışarı akıyor... Dolayısı ile yolculuklar kendimizle başbaşa kalabildiğimiz nadide saatlerden oluşuyor! Kilometreler ve yol çizgileri sanki içindeki yolculuğun, gözlerimizden projektörle asfalta yansıması gibi...
Yolculuklar bir gidiş ve bir gelişten oluşuyor! İkisininde çok ayrı tadları var! Bundan aylar önce bıraktığım için üzüldüğüm İzmir beni başka bir çehreyle karşıladı! Asılmıştı suratı ve saçları oldukça yağlıydı! Seni tanımıyorum der gibi bakıyordu! Oysa bende yakından bakmasam onu hayatta tanımazdım! İzmir garipleşmişti! Sanki içine doğru göçmüş ve küçülmüştü! Oysa ne kadar özleyerek gelmiştim onun kucağına! İzmir bu kadar değişmiş olabilir miydi? Elbette olamazdı.
İzmir neden değişsindi ki ? İzmir yolculuğa çıkmıyordu benim gibi... Eğer bir değişiklik aranacaksa o değişiklik bendeydi! Çünkü hayat otobüsünde o şehirden bu şehire yolculuğa sürüklenen bendim! Değişen bendim İzmir değildi!
Üzülerek farkına vardığım bu değişim beni bir ayrımın eşiğine getirip bıraktı! Otobüs yine ıssız bir yerde mola vermişti! Uçurumun kenarında, seçim yapmaya teşne kaşarlanmış bir edayla sigarayı tüttürerek bir uçurumun dibine bir karşı yakaya bakıyordum. Karşı yakada şikayet etmekten bir hal olduğum İstanbul fosforlarıyla bana bakıyordu! Beni çağırıyordu! Bende onu istiyordum!
Buralardan çekip giderken geri döndüğünde aynı kişi olmayacaksın dediklerinde gülüp geçmiştim! İnsan büyüdüğü şehre nasıl böyle yabancılaşabilirdi? İçerlemiştim bu duruma ama kendime itiraf etmem de gerekiyordu! Sigarayı söndürdüğüm gibi otobüse atlayıp geri geldim! İstanbul beni kendine nasıl bağlamışsa tebrik etmek lazımdı!
Bavulumu çekerek sabaha karşı ıslak ve boş sokaklarda sürüklenme sesinin yankılarını dinledim! Kapıyı açıp eve girdiğimde... Tarifsiz bir huzur vardı içimde... Üzerimi değiştirip yatağıma uzandığımda pencereden karşı balkonların kademelenerek aydınlanışını görüp, ardından yükselen martı seslerini ve onu takip ederek giderek artan araba vızırtılarını duyunca "İSTANBUL BİR SABAHA DAHA UYANIYOR" dedim içimden... Nemli ama serin sabah kokusunu çektim içime...gözlerim kapalıydı... Flaşlar çaktı o an beynimde karanlık gelmişti yine... Hemen silip attım zihnimden o elmasları. Artık herşey değişmişti... Ben eski ben değildim... Olmayacaktım... Olmamalıydım!

30 Haziran 2010 Çarşamba

Gerçeğe Aralık Son Perdede Bedenim Nerede? Ruhum Nerede ?


Bir hikaye bitti bugün... Öyle çok yaşanmışlık var ki tüm bunların eşiğinde herşeyi silip atmama vesile tek bir kişi var! Yılların kucağında beraber büyüdüğüm birini yeni bir hayata uğurladım bugün ve ilk defa bu kadar kararlı, kati ve geri dönüşsüzdüm! Mutlu olmayı öylesine çok hakediyor ki ve ben onun böylesine canını yakmışken bile hala "ohh beter ol" demedi! Çünkü ilk defa aşkın kekremsi tadını, ağırlığını, pisliğini ve topyekün acısını birlikte omuzladık o bana doğru ben bir başkasına!
Dokundu ellerime, dudaklarıma... Bende ona dair bir kalıntı aradı... Bedenimde iz sürdü kendine ait birşey var mı diye! Ama yoktu! Silinmişti artık gözlerimden onun gözleri! Ayna diye baktığı artık yanlış gözlerdi! Kendini aradı, uzun uzun aradı ama bulamadı... Çünkü o içimden sökülüp gitmişti bir kere ve yüreğim bir başkasına öylesine bağlanmıştı ki yürürken seni takip eden dolunay gibi peşindeydim onun! Dudaklarıma dokundu, yine ellerime, sonra dudaklarıma... Deli gibi kokumu içine çekti depolar gibi... Veda ediyorduk birbirimize! O numune alıyordu hafızasına benden emanet! Gözyaşları boynumda, gözlerinde can alan bir hüzün! İlk defa manyakça bir aşkın ne demek olduğunu anlıyordum! Ben hayatımda ilk defa anladım onu! Çünkü bende ölür gibi aşıktım bir başkasına... Böyle kanlı saplanmanın nasıl yürek oyduğunu, bir işaret için gecelerce beklemenin, mucizelere dua etmenin ne demek olduğunu iyi biliyordum artık! Umut yoktu bende!

"Çünkü gerçeğe açılan son perde de bedenim onunkine değerken! Ruhum bir başkasının bedeninde avunuyordu!"

Artık içimde eski ben yoktu! Ben bile yokkken sen nasıl olsundu! Dolayısı ile o da yoktu! İçimde sessiz bir göl vardı! Kıyıları buz kesmiş bir göl! Gölün diğer kıyısında da buzlar kraliçesi tahtından gözleriyle ruh krallığımda hüküm sürüyordu! Bedenim birine, ruhum bir başkasına aitti! Bana kalan birşey yoktu!
Ölüyordum aşkımdan ölüyordum! Böylesine bir aşkı sanki Shakespeare'in elinden çıkmışçasına bir aşkı hayal edemezdim! Oysa çektiğim tüm cefaya rağmen öylesine dua etmiştim ki birgün kendimden daha çok seveceğim biri olmasına ve olmuştu artık! Canım yanıyordu yanmasına ama, öyle tatlı bir acıydı ki nefret ederken böyle sevmenin ne demek olduğunu görüyordum! Mantığım beni bırakalı o kadar çok zaman olmuştu ki tek yaşama sebebim oydu ve gözlerini hayal etmeden tek bir anım geçmiyordu! Hele ışıklar çekilip şehir kabuğuna döndüğünde evin her odasından benim ölü sevgilimin hayaleti fırlıyordu. Bazen yatağın köşesine oturup bana bakıyor ve bir şarkı mırıldanıyordu... Yavru aslan sesi çıkarıyordu bazen içi mırıldıyor dışı kükrüyordu! İşte bu tondan bana bir adımı söyleyişi vardı ki eriyordum... Bu ulaşılmazlığın verdiği bir tutku değildi heyhat! Bu düpedüz aşktı! Şükrediyordum tekrar kalbimin yerinde olduğunu hissetmemi sağladığı için!
Aşk detoks etkisi yarattı bende! Hayatımda ki yarım kalan defterleri birer birer kaparken, unuttuğum herşeyi temize çekiyordum! Öyle savunmasızdım ve alternatifsizdim ki görüyordum, o yoksa daha da kimse yoktu! Kimbilir daha ne zamana kadar da olamayacaktı! Bu yüzden ne olur çekip gitmesindi.
Ahh belalı gözlerin sahibi... Duygularını içine kilitlediğin altın varaklı sandığın anahtarları benim cebimde gel ve al onları! Özünü sal dışarı ve seni cennete ulaştırmama izin ver... Mutluluk burnumuzun dibinde, benim sıcak nefesimde senin teninde. Boynundaki tutamlar kadar olayım, siyah, erkek ve tutkulu bir aşkla yüreğine dolanayım!

27 Haziran 2010 Pazar

Bir Öbek Laf ve Bir Adet Cımbız!

Kısa kes!
Uzatmanın kime ne yararı oldu?
Sen kelimeleri çukurca bir kaba doğrayıp,
Duygularını julyen keserken
Kalbin ekşidi sosun kıvamını tutturayım derken
Bilmediğim şeyler anlatsın birileri de dinleyelim
Elimizde cımbız
Arasından ayıklamaya hazırız!
Masken çatlasın!
Birer birer dökülsün kelimeler, sızsın!
Duymak istiyorum zehirli sözlerini!
Acıt canımı!
Yeter ki dişlerin derimdeyken dudaklarında değsin!
Nasıl anlatılır arkadaş sen ne belalı şeysin!
Sahilimde dolaş çıplak ayakla
Kumlarımı taşı sana ve senden uzağa!
Bilmediğin şeyler söyleyeceğim sana!
Ama lütfen emanet kelimlerimi sakla!
Anlayamazsın sen,
Ben seni diğer kıyıdan keserken
Neler geçiyor beynimden?
Ne biter ne başlar!
Kim yolunu bulur, kimin yüreği yavaşlar?
Oyun!
Belki hepsi oyun!
Gerçeğe bu kadar yakın
Başka yalan tanımadım!

23 Haziran 2010 Çarşamba

Hipnozcu Diyor ki;


Hipnozcu kelimelerinin gücünü farkedeli çok olmuştu. Onları birer mantra olarak kullanılır, önerir, birilerinini bulur ve kabul ettirirdi. Hipnozcunun stili buydu! Kimi gözleriyle çarpardı kimi sözleriyle. Hipnozcu yetenekliydi yetenekli olmasına ama yolun çok başındaydı ve öğreneceği çok şey vardı! Aceleci ve bir o kadar da gitmeye programlanmıştı! İşini bitirir bitirmez o şehirden ayrılırdı! Şovları çok ses getirirdi! Girdiği şehirlerde kazındığı dimağlar kadar kalplerde çoktu! Aslında kendide bilirdi, onda birşeyler olduğunu farklı birşeylerin...
O gece çok yağmur yağıyordu... Yazın ortasıydı halbuki! Hipnozcu bunun bir işaret olduğunu bilirdi... Zamansız yağmurları daha çok severdi aslında. Çünkü su temizlerdi. Herşeyi temizler, arındırır ve kullanıma hazır hale getirirdi. Zamansızdı bu yağmur çok zamansız... O gece yolunda gitmeyen birşeyler vardı! Başka türlü gökyüzü neden güneşi boğup ardından ağlasındı neden?
Hipnozcu sarkacını sedef kakmalı kutusundan çıkardı. Onu ışığa tutup, gözlerini kısarak şöyle bir baktı. Ardından sallamaya başladı sarkacını... Bir sağa bir sola, bir sağa bir sola... Hipnozcu sarkacı izliyor, sarkaç sallanmaya devam ediyordu sağa ve sola. Hipnozcu o gece son gösterisine çıkacaktı. Hatta son yarım saatin içerisine girmişti... Ama sarkacından gözlerini alamıyordu... Işığı arkasına alan sarkaç, gölgesini hipnozcunun suratında ateşli bir dilberin elleri gibi gezdiriyordu. Hipnozcu uyuşmaya başlamıştı... Eleri parmak uçlarından başlayarak salınmış, omuzlarına kadar yükselmişti ağırlık... Zihni uyanıklık rüyasının dehlizlerinde kaybolacaktı birazdan... Hipnoz çelik tabanlı ayakkabıların ezdiği papatyalar gibi eziyordu üst bilinci... Hipnoz geliyordu! Sarkaç sallanıyor, hipnoz adım adım yaklaşıyor, hipnozcu kendi ruhunda kayboluyordu... Sağa ve sola... Sağa ve sola...
Hipnozcu aniden çalınan kapıyla irkildi, sarkaç elinden kayıp gitti... Hipnoza ramak kala hipnozcu uyanmayı becerdi!
-Gir! dedi Hipnozcu.
Biraz bekledikten sonra yineledi daha yüksek bir sesle.
-GİİRR!!!
İçeri giren yoktu. Hipnozcu yerden sarkacını alıp kutusuna koydu. Ardından kapıya yöneldi. Kapının altından sarı bir zarf atılmıştı. Zarfı açıp baktı. Mavi mürekkeple saman kağıdına şunlar yazılıydı. "Durmaz daha yağmur... Bir kere çektim seni kendi içine... Sen salmazsan kendini... Kilitli kalırsın özünün dışında!" Gözleri büyüyen hipnozcuya bir anda ter bastı. Kıvrak bir hamleyle hipnozcu kapıyı araladı. Kapının önünde hipnozcunun sarkacı vardı. Gözlerine inanamayarak dönüp masanın üstüne kutusuyla koyduğu sarkacına baktı. Kutunun kapağı açık ve içi boştu! Sarkaç ayaklarının dibinde kıvrımlı uzanmıştı! Yaşadıklarına inanamadı hipnozcu! Kendini masanın yanındaki koltuğa attı! Göğüs kafesi inip inip kalkıyordu. Önce masadaki kapağı açık kutuya, ardından aralık kapıdan parıldayan sarkaca bakıyordu. Gözlerini kapattı ve kafasını geriye attı. Elleriyle başını tutmuştu. Bunun nasıl olabileceğini düşünüyordu... Gömleğinde ter izleri renk attırmıştı... Olan bitene akıl sır erdiremiyordu... Hipnozcu kendi tuzağına düşmüş olabilir miydi? Kendi kendini hipnoz etmiş olabilir miydi ? Ya şu an hala hipnozun etkisindeyse? Bunu nasıl bilebilirdi?
Tüm bu düşünceler beynini kemirirken yerden alınan sarkacının şıkırtısına uyandı... Kapıya baktı! Kapıda siyah kısa elbiseli ve saçları ensesinden toplu bir kız duruyordu! Kızın bacakları oldukça uzun ve düzgündü! Gözleri ise soğuk hatta dondurucuydu. Kız siyah topuklu ayakkabılarının üzerinde oldukça emin duruyordu! Elinde sarkacı sallayarak hipnozcuya doğru ilerledi! Hipnozcu koltuğa mıhlanmıştı sanki! Kız hiç konuşmadan koltuğun arkasına geçti... Hipnozcunun nutku tutulmuştu! Konuşmak şöyle dursun, kafasını çevirip arkasındaki kıza bakamıyordu bile... Kız ellerini hipnozcunun omuzlarına koydu... Hipnozcu kaskatı kesilmişti. Oturduğu yerden kızın düzgün ellerini görebiliyordu sadece. Kız hipnozcunun sağ kulağına eğildi... Nefesi ıslaktı ve oldukça sıcak...
-Gözlerim senin değil hipnozcu! Ben onlarla var oluyorum! Onları sana veremem! Beni hafife alıyorsun! Farkındayım! Ama şunu bil ki bu oyundaki tek hipnozcu sen değilsin!
dedi ve sarkacı arkadan tam hipnozcunun gözlerinin hizzasına doğru uzattı! Hipnozcu beden-beyin sekronunu kaybetmişti, tepkileri silinmişti. Kızın gözlerinin büyüsündeydi! Kız sarkacı sallamaya başladı sağa ve sola, sağa ve sola.... Sıcak nefesi hipnozcunun ensesindeydi şimdi... Fakat kız garip birşey yaptı! Sarkacı bir anda duvara fırlattı! Sarkaç tuz-buz oldu! O ses... Sarkacın kırılma sesi önce odanın duvarlarında ardından hipnozcunun zihninde sanki defalarca kez yankılandı! Kız Hipnozcuyu omuzlarından tutup, dönen koltukta çevirerek gözlerini gözlerine dikti!
- Onları istiyor musun ? Haydi al o zaman! Alsana ne duruyorsun! Sen herşeyi bilen, bildiğini sanan zır cahil dahi! Hadi al gözlerimi!
Hipnozcunun gözbebekleri büyümüştü... Ne diyeceğini bilmiyordu!

...

ŞŞŞŞAAKKKKKK!!!!

...

Hipnozcu parmağını şıklattı! Tüm ışıklar yandı! Salonda şaşkınlıktan alkışlamakta geciken izleyiciler, önce birer birer ardından hepberaber ayakta alkışlamaya başladılar! Sahne tahtaları sarsılıyordu tezahürattan! Islıklar, alkışlar, çığlıklar... Sahnede birbaşına kalmıştı kız! Ne olup bittiğini anlamamıştı bile! Kan-ter içindeydi! Giyinikken bile çıplak bir haldeydi! Sarsılmıştı! Hipnozcu selam veriyordu sahnenin her bir köşesinde. Kıza yaklaştı kulağına eğilip fısıldadı! Sesi keskin ve tereddütsüzdü
-Yağmur dindi. Artık gidebilirsin. Umarım hayatta hep ikinci şanslar elde edebilesin!
Kız şaşkınlıkla sahneden indi. Perdeler kapandı ve şov bitti!
Hipnozcu odasında eşyalarını topluyordu. Gitmesi gerekiyordu! Dediğim gibi çünkü o gitmeye hemde biran önce kaçıp gitmeye programlanmıştı! Pardesüsünü giydi, deri eldivenlerini ve fötr şapkasını taktı! Çantasını eline aldı! Araba dışarıda bekliyordu! Kapıdan çıkmadan sonkez birşey unutup unutmadığına baktı! Kapıyı açtı! Kız kapıda duruyordu! Terden saçları yapışmış makyajı akmıştı!
-Gitme! Dedi.
Hipnozcu eğilip kızın dudaklarına ateşli ama kısa bir öpücük miras bıraktıktan sonra,
-Gidiyorum... Çünkü bu oyundaki tek hipnozcu benim! Dedi.
Kızın avucuna sarkacı tutuşturdu ve arabaya bindi. Araba gazladı! Kız ardından koştu kapıya kadar! Tam binadan dışarı çıkmıştı ki! Yağmur başladı.... Yazın ortasında deli gibi bir yağmur! Bu zamansız yağmurlar birşeyin işaretiydi! Ama neyin ?

"Hipnozcu bitiriyordu şovunu! Parmağını şıklattığı an herşey için çok geç olacaktı... Biliyordu!"

17 Haziran 2010 Perşembe

Ter Damlası Olabilmek...

Böyle alıyordu avcunun içine aşk! Unutmuşum! O kadar zaman sonra kalbimin varlığından şüphelenirken, öyle zonkluyor ki yeri şimdi! İçerden kanırtarak ciğerlerimi kazır gibi... 2o'lik diş ağrısı gibi kimi zaman tatlı tatlı kaşınıyor, kimi zaman ağrıdan kudurtuyor! Gözlerimi kapatınca, zihnim kararıyor! Tam kendisinden kurtuldum derken, karanlıkta yanıyor o gözler alev alev, hayali bile bırakmıyor peşimi! Böyle belalı işte aşk dedikleri!
Nereden çıktın sen? Nasıl olur bu kadar çelişki varken ? İnanır mısın çelişkileri gözüm görmüyor bile! İçimde büyüyen şey ya kaleme vuruyor ya dile! Parmaklarından akan katranı bir benim gözüm görüyor, gözlerinde yanan ateşi bir bana görünüyor, zihninde ki tilkileri ben takip edebiliyorum. Düşmüyor maskesi düşmüyor! Bir melek gibi uyurken bile kanatları cehennem ateşinde yanıyor! Günahların en tatlısı gir kanıma diyesi geliyor insanın! Haydi gel ve gir kanıma!
Sen öyle tekinsiz duruyorken köşende, belki kendinden habersiz kumpaslar kuruyorsun bana ve benim gibilere! Teslimiyetim koşulsuz! Varlığın ve yokluğun aternatifsiz! Ve böylesine ulaşmak imkansızken, seni hayal etmek çaresiz.
Her çeneni hafifçe yukarı kaldırıp, gözlerini gözlerime diktiğinde dönüyor hipnozcu çarkı gözlerinin her ikisinde! Helezonik içine çekerken beni, öneriyor içten içe kendini bırak bana diye! Bıraksam... Bırakamam! Çekemiyorumda gözlerimden gözlerini!
Sadece bir ter damlası olabilmek istiyorum şimdi kulağının arkasından başlayıp ensene oradan beline kadar süzülen bir ter damlası olabilmek... Kusursuz meyvelerin vahşiliği, dişlesem yok olur belki! Yasaklısın sen yasaklı!
Bir sabah uyandığımda herşeyin bitmiş olacağını hayal ediyorum bazen daha çok umut ediyorum hatta... Sonra yatağın diğer tarafında ki boşluk kulağıma fısıldıyor sesini! İliklerine kadar benim olacağın bir sabah gelir belki! İskambil tutuşturur gibi, yırtıp atasın gelir belki maskeni! İçindeki senlerden bir tanesini seçmek yerine, seninle çoğalırım belki! Belki, belki... Bir damla ter olabilmek lazımdı şimdi! Dudağının kenarına gömülü hain çukura dolan bir damla ter! Tek bir damla...

8 Haziran 2010 Salı

Bir Çift Göz İnsana Neler Yapabilir ?


Ben bilirim ihtiraslı gözleri, böyle gözlere kilitlendim defalarca...
Buna ve bunun gibilere... Defalarca kez ateşe düşeceğini bilsende bakarsın! Bir çift yuvarlaktan daha fazlasıdır çünkü... Kara bir delik gibi içine çeker seni! Sen tüm benliğini kendine zincirlesende fayda etmez, çünkü gözleri bir hipnozcunun sarkacı gibi seninkilerle senkronize bir sağa, bir sola kayar! Sigaranın ilk nefesi gibidir ilk kez gözlerine teması! Tarifsizdir! O ilk an sanki onun gözünden senin damarlarına ılık ılık birşey akar! Önce kasların gevşer sonra çehrende ki o sert ifade yumuşar! Çünkü sen o gözlerin ardında ki kiri pası keşfedeli çok zaman olmuştur, ve bu keşfediş seni o gözlerden alıkoyamamaktadır! Bile bile ladeslerini düzinelerken, gözlerin gözleriyle sallanır defalarca! Salıncak gibi bir sağa bir sola! Uyuşursun! Tüm kötülükler görünmez olur tüm kinin silinir! Ellerin zihninde düğümlenirken, onun bedenindeki tüm ayrıntıları mucizeye uyanır gibi icat etmek adına yanıp tutuşursun! Gözlerin gözleriyle devam eder dansetmeye! O sırada dudağının kenarına saklanmış sürtük tebessüme bile aldırış etmeden, derine daha derine bakarsın! Soğuktur çok soğuktur gözler! Sana gelene kadar kimleri daha dondurmuştur bilirsin! Yinede ellerinde köz söndürür gibi gözü kara savrularak düşersin!
Karanlık tarafın tanrıçası o gözlerin sahibi, günahların son kertesi! Belki de yıkılması gereken bir tabu...İzdüşümü zihninin odalarında boy boy asılıyken... Ah o mıknatıs gözler! Hain, pis ve derin! Çalıların ardına saklı, çamura bulanmış bir çift elmas gibi, kime ait olduğu belirsiz seni çağırmakta! Çal beni diyor çal! Efsunlu küreler! Acıyın ve azat edin beni! Her seferinde oyuna gelmek yoruyor! Hayalimde büyüttüğüm hırs küpü çatla ve senden kurtulalım!
Dudaklarımı yakıyor yokluğun! Ağzımdaki kekremsi kan tadı sana olan esaretimin emaneti! İstiyor seni gözlerim, gözlerini çek ki gözlerimden rahatça senden nefret edebileyim.
Sen baştan yanlış yazıldın defterime! Tüm sayfalara bulaşmış selçuki mürekkep lekeleri gibisin! Ama gözlerin yok mu? O gözlerin beni buhara tutulan bir kalıp buz gibi eritiyor işte! Kaçamıyorum onlardan! Gözlerin pranga, gözlerin parmaklık! Beni bana bırak ne olur! Gözlerinide alıp benden çekil yoksa bana yazık olur!

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Şu Sıralar Ölürsem Çok Üzülürüm

Sevgili Web Günlük,
Bir yazımda günlük tadında olsun diyerek oturdum bu sefer şu mel'un aletin başına... Çalışma süremin uzaması dolayısı ile internetten uzak kalmış olmam beni içten içe memnun ettiysede biteviye akıp giden bir hayata sahip olmama neden oldu. Fekat mutsuz muyum ? Aksine gayet memnunum! Kitle iletişim araçlarının, futbolun, magazinin uyuşturucu etkisinden silkinmeye çalışırken, iş hayatı tarafından tuzağa düşürüldüm. En başta ayak dirediysemde bu sebepsiz hırsa en sonunda kendimi sattığım ürünün parasının kimin cebine gittiği umrumda olmaksızın paralanırken buldum. İşin sakat tarafı ise hala bu durumdan rahatsız olmamam. Herşeye rağmen kendi ayaklarının üzerinde durabilmek güzel!
Bugün gözümü açıp saate baktığımda saatim 08:24'ü göstermekteydi. Nereden baksan ayaklanmam için net bir 15 dakika mevcuttu dolayısı ile yatakta gerinebilmek söz konusuydu. Alarmın çalması ile birlikte hazırlanarak evden çıktım. Karşı pastaneden( adres verirke sıkça yaralandığım manolya pastanesi olur kendisi, mimoza değil sırf bu yüzden adını vermek istemediğim pembe saçlı bir arkadaş kaybolmuştu:)yeni keşfim olan dereotlu poğaçaları alarak bakına bakına işin yolunu tuttum. Brifingin ardından departmanlarına ayrılan biz satış elemanları rutin işlerimizi gerçekleştirdik.
Saat 10:00
Saçları yukarıdan toplu, keten elbiseli emekli öğretmen tipli bir kadın bana hızlı adımlarla yaklaştı. Kendisi bir ay kadar önce aldığı mp3 çalardan "buğulu sesler" geldiğini iddia etmekteydi. Gözlerim boyoz gibi olarak kadını anlamaya çalıştıysamda,iletişim kopukluğumuz yaklaşık bir saat kadar aralıklarla kopmaya devam etti. Kadın inatla kızıyla konuşmamı istiyor, ama kızı bir türlü girdiği dershane sınavından çıkmıyordu. Bir gaflet anında kadın cep telefonu numaramı almaya çalıştıysa da kıvrak manevralarımla günün ilk kıl müşterisini savuşturmayı başardım.
Saat 17:30
Tescilli bir manyak mıknatısı olarak ben, ikinci bir vakayla daha burun buruna gelmek üzereydim. Uzaktan emin fakat yavaş adımlarla yaklaşan yazlıkçı tip yaşlı amca uzun süre ses kayıt cihazları ile ilgili bilgi aldıktan sonra sadece teşhirde olan iki çeşit dürbünü incelemek istedi. Kendisi ayağında sandaletleri ve kot şortuyla standart emekli Türkün başarılı bir profilini çizmekteydi. Fakat kırılma noktası adamın dürbünle mağazanın ortasında göbeğini dışarı fırlatmış ve anırarak şunları tekrarlaması oldu" Baak baak taa neredekini burnumun dibine getirdi. Artık hanımla komşuları izleyebileceğiz." Reyonlardan yükselen ufak çaplı kahkahalarla beraber adamın elime dürbünü tutuşturup olay yerinden uzaklaşması bir oldu. Dikizci yazlıkçı amca kendiliğinden pes edip çekilmişti.
Saat 20:06
Uzun süredir(1 gün) konuşmadığım arkadaşım Yağmur insanını aradım . Kendisi son zamanların en bomba haberini verdi bana. İstanbul'a yerleşmeyi planlıyormuş. Bu duruma acaip sevindim. Kendi kendime dedim ki ulan bu da olursadaha hayattan ne isterim ki ne isterim? Keyfim iyiden iyiye cilalandı. Ardından teyzeme geldim.
Saat 23:21
Teyzemde yediğim şahane menüden sonra, son bir aydır izlediğim en iyi Ezel bölümünü izledim. Roka(teyzemin golden hayvanı) 10 günde aldığı 2 kilo ile birlikte bir köpekten ziyade ayıcığa benzemişti. Obezite eğer hayvanlarda görülebiliyorsa Roka ilk vaka olmaya adaydı:) Onun koca göbeğini sevip yerlerde yuvarlandıktan sonra evime geldim.
Sonsöz
Dediğim şudur ki şu sıralar ölürsem çok üzülürüm. Biliyorum, cümle olarak mantıksız ama cidden üzülürüm. Daha yapacak çok şey var ve kader bana ölümü yakın bir tarihe yazmış ve silgisi yanındaysa rica minnet kendisinden tarihi ertelemesini talep ediyorum. Zira keyfim pek yerinde :)

24 Mayıs 2010 Pazartesi

The Hamit


Herşey bundan 3 gün önce başladı... Şans eseri izlediğim Inter maçında oyundan çıkarılan Hamit Altıntop beni derinden sarstı. Öylesine üzüldüm ki günlerdir rüyalarımda ve uyanık olduğum her dakika -Hamiiiğğğttt!! Hamiğğğtt!! diye söyleniyorum. Yazık ettiler Hamit'e! Oysa ki ben henüz ofsaytı faulden ayırt edemezken, Hamit'e bir haksızlık yapıldığını sezmiştim. O kadar adam iki direğin arasından bir topu geçirmek için deli gibi koşuyor, düşüyor, kalkıyorlardı. Hamit çok efor sarfediyordu. Sonradan teknik direktör olduğunu öğrendiğim kendini beğenmiş adam artist tripleriyle kafasını sağa sola attırıyordu. O adam kenef bir adamdı, kafayı Hamitime takmıştı. Beni bu elem ve keder dolu günlere mahkum eden, maçı izlememe vesile olan hain zat (adını açıklamak istemiyorum), koltukta kurulmuş Hamit'in Inter gibi bir takımda oynamasının nasıl bir gurur kaynağı olduğunu anlatıyor, Hamit ile ilgili ayrıntılar veriyordu. Aslında o da kenef bir insandı. Hamitin kıvrak bilekleri ve kramponlarında gözü kalmıştı kanımca. Ağır geçen dakikalar zaten yeteri kadar sıkıcı olan 90 dakikalık periyodu daha da dayanılmaz kılıyordu. Teknik herif manken edasıyla sahanın etrafında poz kesiyordu. Donuk ve tepkisiz bir adamdı o! Çok havalı olması sinirimi bozmaya yetmişti. Yan koltukta ki zat ise futbolcuların ceplerine giren paradan nemalanamayacağına bir türlü ikna olmuyordu. Futbolun en az magazin kadar tehlikeli ve uyuşturucu olduğunu kabul etmiyordu. Onu da artık kendi doğal ortamına bırakarak, yalnızlığın bizi birbirimize mecbur etmesi dolayısıyla çekirdek çitleyerek bende kendi dünyama çekildim. Derken derken sen bu teknik direktör müsveddesi ne yapmasın ? Hamitimi oyundan almasın mı ? Ben ağlaa ağla, savur vur kendini yerden yere ağzım gözüm kan, sümüklerim ak kana karış ağla derken...(yazdığıma yabancılaştım :))))) azıcık güleyim durun çok abarttım:))
Velhasıl kelam, Hamit oyundan alındı. Benim gecem zehir oldu! Acılar içinde kıvranarak geçirdiğim bu üç günün sonunda bebelikten arkadaşım Yağmur İstanbul il sınırları içerisine girdi. Hezarfen edasıyla boğazda süzüldükten sonra kurban olduğum, bana ulaştı. Yorgun tabi garibim. Yolculuk feci geçmiş. Önünde ki kadınla tartıştıktan sonra, sabah sabah servistekilerle de tartışmış. Bir köylü kız edasıyla yol sorduğu şoföre şu şekil çemkirmiş - Ne olur yani yardım etseniz bu benim ilk gelişim İstanbul'a bizim memeleketimizde(İZMİR) böyle şeyler olmaz! Çok ayıp sizin yaptığınız! Standart bir İzmirli olarak İstanbul insanının "göreli" odunluğuna alışık olmayan Yağmur nihayetinde bana ulaştı. Eve geldi sohbet muhabbet hasret giderme faslından sonra, aldığı doğum günü hediyesini bana takdim etti. Paketi en şımarık çocuk halimle yırta parçalaya açtım! İçinden şahane oyuncak bir robot çıkmıştı. Pili yoktu belki ama, Yağmur'un anlattığına göre memişlerinden ışıkları yanıyor, yürüyor ve -Dışınn dışınn yapıyordu. Robotuma geçen gece haksızlığa uğrayan hamitimin adını koydum. Onu özel bir görev için eğitmeye ve o teknik direktörü vurdurmaya niyetliyim. Hamit'in intikamını alacağım! Revenge Of the Hamit!

18 Mayıs 2010 Salı

1 Yıl Ne Değiştirebilir ki ?


En tıkanık dönemimi yaşıyorum. İfade etmek istediklerimi edemiyorum. Tüm ifadeler bana biraz eksik geliyor. Yazdıklarım sanki birbirinin aynı gibi... Birşeyler beni dürtmeli... İtici güç olmadan -ki bu itici güç benim için çatışmadır- yazamıyorum. Defalarca kez oturup oturup kalktım şu bilgisayarın başına iki tuşa basabilmek için... Biri hecelerimi düğümlemiş gibi. Herşeyin yolunda gitmesi yazarı kısırlaştırıyormuş dedikleri gibi. Aslında her geçen gün içimde birşeyler birikiyor. Bilgi beni zenginleştirmiyor. Bilgi uyuşturucu gibi öğrendikçe daha fazlasını daha da fazlasını istiyorum. Bilmediğim herşey için kendimle cebelleşiyorum. Herşeyi biraz biliyorum ama hiçbirşeyi tam olarak bilmiyorum. Geçen hergün karambole gidiyor sanki. Bu düşünceler beni yoğururken yeni yaşım gelmiş çatmış. Koca bir sene geçmiş. Peki neler değişmiş ? Çok şey değişmiş çok...
Dünya bir disko topu, hayat klüptür benim için. "Maxi in da Club"'ın anlamı hiç merak edilmedi. Disko topu mütemadiyen döner, üzerine düşen ışıkları ayrı ayrı yönlere yansıtır. Disko topu döner,aynı hızda döner, klübe birileri gelir, birileri gider... Kimileri hiç dönmez, kimileri daimi müşteri olur. Disko topu durmaz, hiç durmaz sürekli döner... Dudak izli bardaklar masalardan toplanırken, barmen düşürdüğü kızı eve atma çabasındayken, işletmeci kasayı kapatırken, ışıklar sönünce bile döner... Üzerinden ne hayatlar gelir geçer, ne ışıklar ne gölgeler geçer ve o hiç durmadan dönmeye devam eder. Klübün en demirbaşıdır. Masalar yer değiştirir, şişeler kırılır, ampüller patlar, top döner ve hayat devam eder. Blogun ismi buradan geliyor. Benim için sanılanın aksine en büyük değişklik ise yazdıklarımı paylaşmaya başlamak oldu.
Yarın doğum günüm... Bu garip dünyayı solumaya başlamamın 21. yılı! Annemin beni kucağına alıp ilk sütünü vermesinden sonra geçen 21 yıl! Büyüdüm ne yazık ki! Çocuk kalmak için ne kadar uğraştıysamda olmadı! Her geçen yıl biraz daha tadı kaçtı sandım hayatın önce, gidenler gibi gelenlerinde olduğunu gördüm büyüyünce! Yıllardır istediğim disko topuna kavuştum bugün. Benim için ne kadar önemli olduğunu kimse bilmezdi. Bana yeni bir dünya bahşedildi. Nice senelere bize! Bana ve cebine birkaç çakıl taşı bırakabildiğim herkese!

8 Nisan 2010 Perşembe

İstanbul Günlükleri 4: Açık Radyo Ziyareti // Vapurda Şebnem Sönmez Tesadüfü

İstanbul, türlü oyunlarıyla beni şaşırtmaya devam etmekte... Zira her köşe başında aniden karşıma çıkan farklı yüzleri yüreğimi ağzıma getirmekle birlikte burayı tüm karmaşasına rağmen yaşanılabilir kılmakta... Sadece bir buçuk haftada tepe taklak olabilen garip bir mekanizması var bu şehrin... Çamaşır makinasının kazanındaymışsınız hissi veriyor burası! Uzun süre aynı yöne hızla dönerken ani bir kararla aksi yöne aynı hızla dönmeye başlıyorsunuz. Bu dengeyi altüst ediyor kimi zaman fakat monotonlaşmıyor yaşam!
Yine tempolu bir haftanın sonuna yaklaştığım bu perşembe günü "Un Krallığı" hayallerime veda ederek, ismini vermek istemediğim gıda zinciri pastaneyle tüm bağlarımı, bir daha bağlanmamacasına kopardım, hamurişi kariyerime noktayı koydum. Ne yazık ki sosyalist söylemlerimin ardında duramadım! Tek bildiğim ise uzunca bir süre poğaça yiyemeyecek olduğumdur! İsme, vitrine aldanmayın! Neyin, nasıl, hangi şartlarda pişirildiğini bizzat deneyimledim! Aynı haftanın içinde gıda sektörüyle alakasız kurumsal bir şirkette üçüncü mülakatımın sonunda işe kabul edildim. Tüm bu koşuşturma esnasında sinema kuramları dersi çıkışında, radyo atölyesi dersini Açık Radyo'da işleyeceğimiz haberi geldi. Okula yürüme mesafesinde olan binaya vardığımızda Açık Radyo ile ilgili genelgeçer bilgileri edinmiştim. Bilmeyenler için tekrar etmekte fayda var! 1995 yılında kâr amacı gütmmeyen bağımsız bir organizasyon olarak kuruluyor. Kurucu üyelerin eşit miktarda ortaya koyduğu paralar sermaye yapılıyor. İlerleyen yıllarda dinleyici bağışlarıyla yayın hayatına devam eden radyonun hedef kitlesi A plus, A ve B fakat sosyo-ekonomik olarak değil, kültürel olarak! (Benim burada hafiften kayışım duman atmaya başlıyor) Radyonun genel Yayın yönetmeni Jak Kohen anlatmaya devam ediyor "Yaptığımız yayınlar çok çeşitli ve bilgiyi temel alıyor. Bu yüzden bizim yayınlarımız popüler kültüre hitap etmiyor" diyor. Sonra ki açıklamalarında bu tür bir organizasyonun dünyada bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olduğunu öğreniyoruz. Giderek gözlerimin etrafındaki pembe bulutlar dağılıyor. Bir silkeleniyorum " uyuşmuş bunlar" diyorum. Gerçektende uyuşmuşlar!
Sonradan kafama dank ediyor radyodan içeri girdiğimden beri etraftaki uhrevi hava ve bulundukları 30 metrekarelik alana kurtarılmış bölge muamelesi yapmaları, uyuşturmuş onları. Daha sonra öğreniyorum ki Marksist tabirle birçok "paratorbası"nın bu radyo sayesinde ruhlarını arındırdıklarını. Adamlar burayı bir memba gibi kullanıyorlar. Sermayeleri ile satın aldıkları ruhların vicdani ağırlığını hafifletiyorlar. Kirli paralarını bu bağımsız radyoya bağışlayarak akılları sıra içlerini rahat ettiriyorlar. Bunu farkedince aniden bir uyanma yaşıyorum. Bütün giritliler yalancıdır diyen giritli düşünür gibi katman katman hem ortama, hem organizasyona yabancılaşıyorum! Biliyorum ki bir radyonun reklam geliri olmadan başka türlü hayatta kalmasına imkan yok! Ama bu muhalif tavır şimdi koca bir halüsünasyondan ibaret olmuyor mu ? Gerçekten bağımsız olmak böyle bir şey mi? Beynim iyice bulanıyor!
Stüdyoları gezerken bir program kaydına tanık oluyoruz. İçeride biri Türk, diğeri Rus olan bir çift yarı Türkçe yarı Rusça bir program sunuyorlar. Programın Rus Tiyatrosunu incelediğini öğreniyoruz. Mikserin başında oturan çocuklardan biri dönerek Jak Bey'e "Çok güzel bir program oluyor. Çok heyecan verici!" diyor. Başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. O an çocuğun gözlerindeki ışığı görmeniz lazım, tarif edemiyorum. Bu programın gerçekten heyecan verici olduğunu düşünüyor. Popüler kültürün şablon etkisinden götün götün kaçarak uyuşturucuya gafil avlanmak bu olsa gerek! Nasıl bir fildişi kulecilik tanrım bu! Bizler bu adamlarla aynı gezegende değiliz sanki! O 30 metrekarelik alanda herşey güllük gülistanlık ve tek çözülmesi ve aydınlatılması gereken Rus Tiyatrosuymış gibi gözlerinden ışık saçan çocuk benimle aynı topraklar üzerinde yaşamıyor mu? Bu izole alan onlar için gerçeklerden kaçmanın en acısız yolu olmuş! Stüdyolarından zaten konuya hakim kesime bildikleri şeyleri papağan gibi tekrar anlatmayı, aktivist olmaya yeğliyorlar! Genele hitap etmiyorlar aman ne güzel yapıyorlar! En güzeli ve en kolayı!
Programlarda sol siyaset konuşuluyor, dinleyenler zaten aynı görüşte! Kadın haklarından bahsediliyor, dinleyici kitle zaten kadın haklarını savunuyor. Ayrımcılıktan bahsediliyor, hedef kitleniz zaten ayrımcılığın yanlış olduğunu biliyor! Bu durum kendini tekrar eden döngülerden ibaret oluyor! İç içe geçmiş mutlak döngüler! O an Açık Radyo müzik yayınları takip edilesi bir istasyondan daha fazlası olmuyor benim için! O pembe bulutlu hava ve dünyanın en gururlu işini yaptığını sanan insanların garip mutluluğu beni boğuyor! Bir an önce kendimi dışarı atmak istiyorum! İşin hangi tarafına üzüleyim bilemiyorum! Yüksek kültür radyo programlarıyla ruh temizliği yapan kalantor beylere mi? Yoksa uyuşmuş radyo çalışanlarına mı ? Kafamda bunların muhakemesini yaparken arkadaşımla birlikte sallana sallana Taksim'den Beşiktaş'a yürüyoruz. Sonra o Kabataş'a ilerliyor ben yine kendimle başbaşayım. Kadıköy vapuruna biniyorum. Açık kısmına çıkıp köşeye ilişiyorum.

***

Düşünceler, düşünceler... Bilginin mutsuzluk getirdiğini düşünüyorum artık. Eski apolitik, piknikçi günlerimi o kadar çok özlüyorum ki.. Beni hiçbir sorunun, ideolojinin, tutumun rahatsız etmediği o günleri... Derken mucize gibi birşey oluyor! Şebnem Sönmez hop diye yanıma oturuyor! Kocağında dünya güzeli bir oğlan çocuğu, yanında da bir arkadaşı! Kafamı çevirip bakmıyorum rahatsız etmemek için! Ama dalga dalga bir enerji yayılıyor ondan! Sanki ete kemiğe bürünmüş bir melek... Onu tiyatro sahnesinde de izleme şansına erişmiş biri olarak, oyunculuğuna oldum olası hayranımdır. Ama nasıl güzel bir elektriği var inanılmaz!
Derken çocuğu kucağına alıyor, poposunun yarısıyla bankın koluna oturarak çocuğu aşağı sarkıtıyor! Nasıl öpüyor! Nasıl konuşuyor onunla! Kimbilir nasıl seviyor onu? "Eko" diyor çocuğa! Adının Ekrem olduğunu anlıyorum. Vapur iskeleye yaklaşırken martılar iyice vapura yaklaşıyor. Güzel güneş Eko'nun sarı saçlarına vuruyor! Birlikte dalgaları izliyorlar! Martılara simit atmaya karar veriyorlar! Onları çok yakından takip ediyorum. Hiç hareket etmemeye özen gösteriyorum dikkat çekmemek için. Bu esnada bir martı Eko'nun yarım metre yakınından uçuveriyor! Eko titriyor! Nasıl gülüyor kıkır kıkır! Kafasını geriye atıyor Şebnem'in göğsüne doğru ellerini çırparken! Bir gözüm acıyla, diğeri gıptayla bakıyor! Dudağımın kenarında kırık bir tebessümle bakıyorum! O anda gözgöze geliyoruz Şebnem Sönmez'le gülümsüyor bana! Bende ona gülümsüyorum! Aniden yerimden fırlıyarak kalkıyorum. Ahhh Ah! Çocuk olmak lazımdı saf ve alabildiğine masum. Martı kanadıyla gülüşlerde, deniz dalgasıyla öpüşlerde bulabilmek kendini... Belki bir meleğin kucağında! Çocuk olmak vardı Çocuk! İstanbul'un Kucağında!...

1 Nisan 2010 Perşembe

İstanbul Günlükleri 3: Tanrının Eli

O "Büyük konuşma çocuk konuşma! Küçük ağzına yakışmıyor o cümleler! Ne gördün bugüne kadar? Dünyaya dair ne biliyorsun gerçekten! Bu koca şehir dağıtacak senin kafandaki bulutları! Yeter ki kucağıma düş! Düş ki senide, egonuda çarklarımın arasında un ufak edeyim! Düş ki ışıkların ardını gör! Boyadım onları özenle, çamurları görünmeyecek şekilde! Şimdi sen elindeki o tepsiyi kazıyıp, susam ve yağından temizlerken ben dünyayı döndürüyorum. Sen o tepsiyi kazırken hayattan bihaber birileri ölüyor ve birileri doğuyor! Ve sen önündeki çöp kovasıyla haşır neşir olurken bildiğin tek şey var artık! Çalışmak, hızlı çalışmak, çok çalışmak, daha hızlı ve daha hoş çalışmak! Birileri dışarıda seni ruhunla birlikte satın alabilecek parayı kazanıyor ve sen tepsi kazıyorsun çocuk! İşin kötü tarafı ne biliyor musun ? Hala diyemiyorsun benim ruhumu hiçbir "araç" satın alamaz, ruhum amaçtır diye! Diyemiyorsun ruhum engin bir deniz, denizleri kavanoza sığdıramazsın diyemiyorsun! Biliyorsun çünkü... Para birgün senide esir alır! Birgün parayla birilerini satın alacaksın biliyorsun! Sen elinde o pis yağlı tepsiyle cebelleşirken bir yandan düzene lanet ediyorsun bir yandan ona hizmet ediyorsun! Seni sana kırdırıyorlar ve yapabildiğin tek şey çalışmak daha çok ve daha hızlı çalışmak! Daha hızlı kazıyorsun daha hızlı ve daha güçlü!" dedi bana.

Bir yumru oturuyor gırtlağına. Sanki yutkunsan ağlayacakmışsın gibi... Sıkıyorsun dişlerini biraz daha sıksan kırılacaklar... Gözlerin nemleniyor... Sırtın ağrıyor iki büklüm olmaktan! Issız koridorda çöp kutusunun tepesine dikilmiş pis tepsiler kazıyorsun onlarca! Kimse ne yeteneklerinle ne donanımınla ilgileniyor! İlgilendikleri tek şey nasıl tepsi temizlediğin! Bunun haricinde ki herşey kocaman bir yanılsamadan ibaret... Öyle pis bir düzenek ki bu neden yaptığını bilmeden yapıyor, neden hırslandığını bilmeden coşuyorsun! Üç kuruşun derdindesin ve birileri gelip keyiflerince emeğini sömürüyor... Cam kapı aralanıyor dışarının keskin soğuğu koridora doluyor, o soğuk fısıldıyor derinden " yalnızsın çocuk yalnızsın" diye! İşte o an tezgahın öteki tarafında ki anıların yuvaların birbir çıkarak seninle dalga geçercesine kendilerini gösteriyorlar! Tezgahın ardındakilere saydırdığın, giydirdiğin, aşağıladığın, küçük gördüğün her an gözlerinde canlanıyor yeniden! Daha da hızlanıyorsun! Anılarını kazırcasını kazıyorsun tepsileri! Anlıyorsun yavaş yavaş tezgahın ardındakileri, İstanbul'un ötekilerini, Dünya'nın diğer tarafındakileri! Usulca süzülen tek bir damla yaş sol gözünden yuvarlanarak susamlara karışıyor! İşine canını katmak bu oluyor işte! Ağzının kenarıyla hem acıyıp hem gülüyorsun haline!

O " Demiştim sana büyük konuşma diye. Antlaşmalarına sadık kalmasan yüzüne bile bakmam ama senin için daha çok sürprizim var. İleride bunu görmedim demeyeceksin en azından! Sen çocuk sen! Pembe bulutlar dağılıyor görüyorsun. Zihnin aralandı! Işığı görüyorsun artık! Işığı ve onun aydınlattığı tüm pis gerçekleri! Çocuksun... Çocuk...
Pes etme büyüme vaktidir artık! Adımla yolları durmadan! Öğrenip en zorunu, kolayı bulunca yaymadan!" dedi.

Sonra gitti. O an herşeyi bırakıp çekip gidebilirdim. Gocunuyordum çünkü bu işi yapmaktan! Koskoca Şuşut'a temizlik yapmak yakışıyor muydu? On parmağında on marifet, bilgili, kültürlü Koca Şuşut'a nasıl tepsi temizlerdi? Durum giderek acıklı bir hal alıyordu içimdeki ses yüzünden. Sürekli "düştüğün hallere bak!" diyerek beni daha da dibe çekiyordu. Boğazımda ki o pis yumru gıdıklıyordu gözpınarlarımı! Koa adam dokunsalar ağlayacak durumdaydım. O an tepsiyi bıraktım! Önlüğü çıkardım. Kapıya yöneldim tam çıkıp gidecektim ki... Yine yankılandı o ses!

"Adımla yolları durmadan! Öğrenip en zorunu, kolayı bulunca yaymadan!"

Tekrar önlüğümü giydim. Vazgeçmeyecektim! Kaderi şekillendirmek benim işim değildi! Zaman akmalı ve yolunu bulmalıydı! Öyle yaptım! İyi ki de yapmışım! Çünkü "Tanrının Eli"ni omzumda hissettim o akşamüstü! Yeni bir kapı açılmıştı ardında uzun bir koridor, durmadan adımlamalıydım... Adımlayacaktım!

12 Mart 2010 Cuma

Alice Burjuva Oldu!


Aylarca filmin izini sürdüm. "Off daha çok var", "Bir ay kaldı!", " Az kaldı yahu son 15 gün:)" derken bugün itibariyle filmi izleme şerefine nail oldum efenim. İlk 3D deneyimimin bu filme denk gelmesi heyecan katsayımı katladı da katladı. Üç arkadaş biletlerimizi aldık. Salona girdik. Fuaye görevlisi arkadaş derince bir kutunun başında durmuş, bir elinde de dezenfektan ıslak mendille izleyicileri salona almaya başladı. Hepimize 3D gözlüklerimizi ve ıslak mendillerimizi verdi. Yerlerimize yerleştik. Arkadaşlardan birisi gözlük dezenfektesi ile o kadar meşgul oldu ki Ayşe Teyze yanında halt etsin! Gözlükleri inceledikten sonra, takarak birbirimize baktık. Gerçekten biçimsizler ve gerçekten komiğiz. Anı ölümsüzleştirmek adına birkaç kare fotoğraf çekinme ısrarlarım, vurdumduymazlıkla geri çevrildi. Artık dış dünyayla tüm ilişkimi koparıp koltuğa gömülme vaktiydi. Solumda oturan arkadaşın dikkat dağıtma çabalarına ve sürekli anneannem gibi yorum yaparak benimle dialoğa girme denemelerine rağmen kayıpsız olarak filmi bitirebildim.
3D dedikleri benim inatla "tiridi" dediğim olay son teknolojinin alamet-i farikası bir yenilik. Kuşlar sağınızdan solunuzdan uçuyor, çiçek olsun böcek olsun sanki hep burnunuzun dibindeymiş gibi vs... Bu denli giydirmiş olsamda "tiridi" şayet güzel kullanılırsa oldukça başarılı olur kanısındayım. Ama Alice In Wonderland'de olduğu gibi gereksiz yere kullanılırsa sadece baş ağrıtıyor, göz yoruyor!
Film başlıyor. Heyecan dorukta:)10-15 dakika geçtikten sonra hoooop Alice tam 13 yaş büyüyor! Şahane bir hatun oluyor! Kitabı tarıyorum, çizgi filmini tarıyorum zihnimde hayır yahu bu kızın küçük bir kız çocuğu olması lazım! Derken bunun bir Burton yorumu olduğuna kanaat getiriyor ve filmde ki bu ayrıntıyı nasıl atladığıma şaşıyorum. Bu serüven Alice'in 13 yıl sonra tekrar harikalar diyarına dönmesini konu ediniyor. Alice deliğe düşene kadar herşey yolunda gidiyor! Alice'in müstakbel kayınvalidesi ile olan dialoğu dudak uçuklatıyor! Kadın embesil oğlu ile başgöz etmeye çalıştığı Alice'i bir kenara çekiyor! Şişinerek bir öbek laf ediyor. Ardından soruyor;
"Alice, neden korkuyorum biliyor musun?"
Alice cevap veriyor.
"Aristokrasinin çökmesinden mi?"
Alice'in cevabı bomba etkisi yaratıyor. Çünkü gümbür gümbür eleştirmeye geliyorum diyor. İzleyiciye bir ışık yakıyor. Alice embesil çocukla evlenmeyi de kabul etmiyor dolayısı ile... Alice oldukça marjinal bir profil çiziyor filmin ilk çeyreğinde. Sonrası bilinenden çok farklı değil! Alice beyaz tavşanı takip ediyor. Dehlizden içeri yuvarlanıyor." Drink me" içiyor küçülüyor. "Eat me" yiyor büyüyor. Bir şekilde kapıdan içeri giriyor. Macera başlıyor! Alice 13 yıl sonra rahmetli babasının hayrına gelmiyor tabii ki harikalar diyarına! Bir görevi var Alice'in! Canavar'ı öldürmek! Bu canavarda yuvasında falan değil elbette! Harikalar diyarının takviminde "muhteşem gün" diye tabir ettikleri kızıl ve beyaz kraliçenin çarpışması gereken günde ortaya çıkıyor bu canavar! Tek ölüm şekli var o da vorpal kılıcıyla başının uçurulması!
Konuya daha fazla dalmak istemiyorum işin aslı! İzlenince görülecektir zaten!
Ama takıldığım birçok nokta var! Alice kendi kulvarında bir numaradır! Onun hikayesi bir rüyadan ziyade bir trans halinden beslenir. Sırtını öylesine psychedelic etmenlere dayar ki yaratılan bu dünya bizi içine alır. Gerçekliği sorgulamak şöyle dursun, bu paranoyak dünyanın gerçek olmasını ve birgün o dünyanın kapısından küçülerek girebilmeyi dileriz. Harikalar diyarı karakterleri bildiğimiz karakterlere benzemez. Hepsi gel-git akıllıdır. Hiçbiri ne tam iyidir ne tam kötü! Bizde yaratılan bu tekinsiz hissiyatı severiz! Harikalar diyarı o bitmek bilmeyen çay faslıyla gariptir! Bu elverişli malzeme Burton'ın gotik tarzı ile bütünleşince ortaya müthiş bir fantazya çıkması beklenirken ne yazık ki sonuç "yüksek beklentinin hazin sonudur"!
Şunu belirtmek gerekir ki film kesinlikle kötü bir film değil! Ama dediğim gibi beklentilerinizi dizginleyerek gidin derim ben!
Burton hikaye bütünlüğüne o kadar yoğunlaşmış ki karakter derinliklerini sallamış! Öyle ki o asi kız Alice filmin sonunda tüccar olmaya karar veriyor! Babasının hayalini yerine getirecek ya! Gördüğüm en tutarsız finallerden birini izledim. Kötü bir final değildi ama bu deli filmi böyle bitirilmemeliydi! İşin pis tarafı final oldukça ucu acıktı ve bir sonraki filme göz kırpıyor gibiydi! Bunu farkedince soğuk soğuk terlemeye başladık zira harikalar diyarı tecimsel bir organizasyona alet olmamalıydı! Harikalar diyarı bizim gibi deliler ve deli karakterleriyle dokunulmadan anılarımızda taze kalmalıydı!
Kostüm, makyaj ve efektler her Burton filminde olduğu gibi takdire şayandı. Oyunculuklara söyleyecek tek kelimem yok! Harikaydı! Helena Bonham Carter ve Anne Hathaway kardeş-kraliçe rollerinde döktürdüler. Johnny Depp vasattı! Belki de Depp'in çok iyi performanslarını bildiğimizden "Şapkacı" bizi kesmemiş olabilir. Tırtıl Absolum ve Cheshire kedisi en merakla beklediklerimdi! Mavi tırtıl harikaydı! Favorim ise march hare idi! Hele mutfakta kendinden geçmiş bir halde önüne gelenin kafasına elindekileri fırlatması geleceğimin onda olduğunu gösterdi! "Al sana tuzz" " Al sana çorbaaa"....
Film sonlara doğru tüm etkileyiciliğini kaybetti! Yanlış final filmi bitirdi ne yazık ki! Sen tüm kuralları altüst ederek Hamish'i reddet! Korse takma, çorap giyme! Merak et! Sorgula! Huzursuz ol! Farklı ol! (sana diyorum Alice!) Sonra Çin'le ticaret yapmaya kalkış!
Tweedle Dee ve Dum'ın söylenmeye başladığını duyar gibiyim
- Abi Alice burjuva oldu diyolar!

20 Şubat 2010 Cumartesi

9'a Varamayan Bir 8½ Denemesi!


Fellini çekmiş, başyapıt olmuş. Ben çok sevmesemde akademisyenlerin, sinema adamlarının ve izleyicilerin bir bildiği vardır elbette. Federico Fellini'nin 8½ filminin üzerinden geçen yıllar sinema tarihinin en iyi filmlerinin arasına sokmuştu bu filmi ve alakasız bir şekilde Rob Marshall'ın yükselmekte olan kariyer eğrisinin baltalanmasına neden olacaktı aynı film. Rob Marshall Chicago'yu çektiğinde sonra ki filmleri için umutla ellerimizi ovuşturmaya başlamıştık. Kostümü, koreografisi, cast seçimi, soundtracki ve görüntü yönetimi takdire şayandı. Çok özenli bir işti! Ardından Bir Geyşanın Anılarını izledik, oldukça da beğendik. 2009'un sonlarına doğru imdb'de gezinirken şans eseri "NINE" ile ilgili bir habere rastladım. Haberin resminde Penelope Cruz jartiyerli bir poz vermişti. Bu fotoğrafın büyüğünü görmek için habere tıkladım :) Fakat açılan haberde Rob Marshall'ın korkunç kadrosuyla burun buruna geldim. Bir Cruz fotoğrafı bana yılın haberini okutmuştu. Tahmin edersiniz ki Marshall "nine" isimli bir müzikal çekiyordu. Müzikali görünce aklımda hemen Chicago'dan kareler belirdi. Panik içinde haberi okumaya devam ettim. Ve o şok edici kadro sıralandı gözlerimin önünde Daniel Day-Lewis, Judi Dench, Marion Cotillard, Nicole Kidman, Penelope Cruz, Kate Hudson, Fergie ve Sophia Loren yok artık dedim şöyle kocamanından! Olamazdı yahu! Nasıl olurdu böyle bir kadro! Hemen fragmanını buldum! O da harikaydı! O geniş kadro gerçekti ve hala gözlerime inanamıyordum! Ardından merakla filmi beklemeye başladım. Bu merakım dün geceye kadar artarak devam etti!
...Film bitti! Bir kere daha kendi kendime tekrar ettim, "Şu yüksek beklentin seni birgün mahvedecek!" Zihnimde öylesine bir fantazyalar alemi yaratmıştım ki, Film bittikten sonra tek hissedebildiğim yoğun hayal kırıklığıydı! İşin pis tarafı ise kesinlikle filmde elle tutulur kötü bir gerekçe bulamıyordum. Filmi beğenmemiştim ve nedenini bilmiyordum. Ambalaj güzeldi, sesler, ışıklar, danslar kostümler harikaydı! Oyunculukların hepsi vasatın üstündeydi! Peki neydi sorun? Film, araya replikler serpiştirilen 8-10 video-clipten ibaretti. İyi de müzikal filmler zaten böyle olurdu! Replikler şarkılar aracılığıyla aktarılırdı! Neydi sorun yahu?
Sorunu uykuya dalarken Fellini'nin filmini düşünürken buldum. Nine'nın içi boşaltılmıştı! Film öylesine ambalaja abanmıştı ki teknik, içeriği ezip geçmişti! Bir sanatçının tutulmuş yaratıcılığına odaklanamadan birileri şarkı söylemeye başlıyordu! Guido(day-lewis)son filmleri fiyasko olan fakat buna rağmen ülkesini dünyaya tanıttığı için sevilen ünlü bir yönetmendir. Guido bir film çekmek üzeredir fakat çekeceği filmin konusunu kendi dahi bilmemektedir. Guido hayatında ki kadınlarla öylesine meşguldur ki işine odaklanamamaktadır. Çevresi sanatçı faktörünü gözardı etmektedir ve onun üzerinde sosyal bir baskı kurmaktadır.Bu tıkanmışlık hali Guido'yu daha da içinden çıkılmaz bir duruma sokmaktadır.
Fellini, Guido'nun çaresizliğini öyle güzel işlemektedir ki, Guido'yu sade bir körelmiş sanatçı olarak nesnelleştirmeyiz. Guido'nun içine girerek onun gözünden onun bol yanılsamalı dünyasını görürüz. Marshall, Guido'nun sanatçılığını bir yana bırakarak, onu sadece kart bir zampara olarak ele almakta, bu durum da izleyici ile Guido'nun özdeşleşme mekanizmasını sarsmaktadır. Ayrıca Guido'nun kadınları sürekli kendi dertlerini anlatarak bizim konudan giderek uzaklaşmamıza hatta yabancılaşmamıza neden olmaktadır. Bu yüzden film, aradan performans sahneleri cımbızlanarak müzik videosu formatında paketlense izleyici olarak pek birşey kaybetmeyiz.
Bu yüzden filmin genelini ele alamıyorum ama birkaç not var ki onları aktarmadan geçemeyeceğim.
Penelope Cruz en iyi yardımcı kadın oscar adaylığını sonuna kadar haketmiştir. Cruz filmin parlayan yıldızıdır. Kendisinden önce bu role Renee Zelwegger düşünülmüştür. İyi ki de sadece düşünülmüştür. Carla karakteri, ateşli bir esmeri çağrıştırmaktadır çünkü. Cruz, şarkı ve dans performanslarında kendini aşıyor. Hele bir telefon konuşması sahnesi var ki! Anlatamam, izlenmesi şart!
Judi Dench ve Daniel Day-Lewis'in kimyaları birbirini acaip tutuyor. Şahane ikili olmuşlar.
Marion Cotillard sen nasıl ışıklı bir kadınsın! Onlar nasıl gözler öyle! Take it all şarkısıyla en iyi orjinal şarkı adaylığı var oscar'da!Hakkıdır.
Benim için en önemlisi ise Sophia Loren'i tekrar görebilmekti. Belki film içinde toplamda on dakika bile görünmedi. Fakat o göründüğü on dakika verdiği kadın olma dersi için yetti de arttı bile!
Güzel kadrajları, şahane renkleri ve ışıklarıyla Marshall güzel bir çerez film ortaya çıkarıyor. Fellini dehasını ise bir kez daha izleyiciye hatırlatıyor.Umarım ki Rob Marshall yeteneğini sağlam metinlerle birleştirerek güzel filmler meydana getirsin. Sinemanın buna gerçekten çok ihtiyacı var!

16 Şubat 2010 Salı

Gitmeye Dair


Yine bir yolculuk... Bir yolculuktan ziyade bir milat bu. İki şehir arasında mekik dokumalarımında finali... Hiç görmediğim bir dünyaya açılan harikalar diyarının kapısına yürür gibi... Bir şehirden uzaklaşırken diğer şehre yaklaşmak ne kadar da ironik! Ve yıllarını son bir kaç saate ve dört duvarın arasına kilitlemek...! Odaların hafızasını gözardı ederek, sanki senin yaşadığın herşeyden habersizlermiş gibi haksızlık yapmak onlara ne kadar acı! Çünkü onlarca ten değdi onlara ! Odalar unutmuyor, unutmayacak! Benden öncekileri de hatırlıyordu odalar, muhtemelen benden sonrakileri de hatırlayacaklar! Odalar alabildiğine sarı! Sapsarı odalar! Sarı hasedini kendine saklayan bir renktir! Sarı ketumdur! Sarı anlatmaz belki ama unutmaz da! Sarı odaları terkediyorum, boylu boyunca sarıyım! Sapsarıyım bende! Belki de onun en kötü tonuyum! Çünkü bana nerden geldiğini ve nereye gideceğini unutma diyorlar! Unutamıyorum be odalar! Mümkün değil unutamıyorum mesafelerimin amacını! Bundandır sarıya kesişi benzimin!
Zaman daralıyor diyorum hep! Daralıyor tabii ki! Kime göresini sorgulamayın boşuna odalar! Siz isteseniz de bırakıp gidemezsiniz ama ben çocukluğumu bırakıyorum kucağınızda! Benden giderken sizden artıyor! Zormuş... Koli kokusunu unutmam artık! Bulaştı çünkü tüm yaşanmışlıklarıma! Ben giderken toplanmıştı eşyalar üst üste ve odalar salacak gibi değildi onları! Tıpkı şehvetle bağlanmış iki beden gibi kenetli! Hiç ayrılacak gibi durmuyorlardı ben kapıyı çekip çıkarken! Konuşamadım hepinizle teker teker çekip gideken! Korktum diyeceklerinizden belki de!
Ahh canına yandığım odalar! Küçüklü büyüklü odalar! Yalnızlığımın ve kalabalıklığımın eş zamanlı dilsiz şahitleri! Bakmadınız gözümün yaşına! İzmiri bile size bıraktım ben sefasını sürün diye, kadın kokusu kusuyorsunuzdur şimdi beni bir daha görmeyecek olmanın sevinciyle! Haksızda değilsiniz! Biliyorum ki çok şeye tanıksınız! Canım acıyor ama... Çok acıyor hemde... Yüzüm gülse de içime döküyor acısı kelimelerimin nutku tutulurken! Ahh odalar! Hain kara-sarı odalar!
Benim isteğimdi bırakıp gelmek! Kimse sorumlu değildi aslında! Şartlar öyle değişti ki aniden, evi kapatmak zorunda kaldık! Benim ihtiraslarımın kurbanıydı odalar! Çıkmadan önce son bir kare donsun istedim beynimde! Çıkıp baktım balkondan karşı apartmanlara! Işıl ışıl yanıyordu evler, bu evlerin hepsinde başka başka yaşamlar vardı kuşkusuz! Hepsi farklı çizgilerin izinde yürüyordu! Bu çizgiler döne döne birbirinin içinden geçiyor, bazen kesişiyor, bazen sonsuza dek birbirinden uzaklaşıyordu. Bir anda aydınlandım! Farketmiştim henüz hiçbirşeyin bitmediğini belki de yeni başladığını! Tarihin yazılamadığı bir zaman diliminde çizilmişti bu eğriler! Ve akıl almaz bir gücün kudretiydi gelecek! Neyin geleceğide bilinemezdi tıpkı neyin gideceği gibi! Bu yüzden tasalanmak dertlenmek nafileydi! Anladım ki gitmek benim sadece kişiliğimin yapıtaşı değildi! Kaderimin esas katığıydı!
Gitmek! Kaçmak değil sakın kaçmak deme! Bu gitmek çünkü! Posasını çıkardığım bu sokalardan koparak, posamı çıkaracak sokaklara yüksek bir bilinçle gidiyorum ben! Kaçmıyorum! Bitmiş demek ki görevim! Kapanmış defterlerim! Kesilmiş hesaplarım! Gitmem gerekiyor! Ben sabit kalsam da giderim zaten! Ben gidenlerdenim! Ruhum sürterken aşifte gibi bilmediği odalarda bu kez bedenimi de sürüklüyor meraka olan merakımla! Duydunuz işte gidiyorum odalar! Yeni odalara gdiyorum ben!
Yalnız siz değil beni üzen, arkamda bıraktığım sevdiklerim! Beni sevenler umrumda değil de sevdiklerim...! Onları bırakmak fena! Yoksa sizin gibi hain 4 duvarın derdinde değilim!
Zaman geçti yine! Ve ben daha da yaklaştım uzaklaşırken sevdiğimden, ateşli metresime! Pencereden dışarısı karanlık! Ne sarısı kalmış odaların, ne pembesi kalmış yağmurların! Duygusu silinmiş kalbimizden, damlası donmuşken gözyaşımın! Dilimde o şarkı yine “birgün gidersen, aldatırsan diye korkuyor kalbim” ! Elveda sahibim elveda! Mülteciyim artık! Misafir gibi gelir giderim artık sana şehir! Göremem artık sizi odalar! Egomu parlatamazsın deniz! Ve kirli elllerine, dudaklarına dokunmam artık! Ben temize çektim seni! Diri kalçalarına değmeyecek ellerim! Çünkü gittim, gidiyorum ilelebet gideceğim artık! Koli kokusunun hüznü sindi bir kere bu parmaklara... Unutmayın beni odalar! Unutmayın sakın...!