30 Aralık 2011 Cuma

2011'e Bir Selam Çakalım !

Yazımı John Legend - So High eşliğinde yazdım bir yandan tıngırdasın, bir yandan okuyun efenim;


Koca bir seneyi devirdik. Yarın günün ilk ışıklarıyla birlikte çoğumuzu abartılı bir heyecan ve koşuşturmaca saracak. Etraftan edindiğim izlenim bu sene ev toplaşmalarını tercih edilmiş olması. Bence de mantıklı bir seçim İstanbul'da yeni yıla sokakta girmek her anlamda riziko! Bir kısmının umurunda değil tabii ki sene bitmiş, yenisi gelmiş vs.normaldir. İçinizden de geçirmeyin iyi ki bir yeni yıl yazısı tuttu yine yazıyor yine yazıyor diye! Onunla ilgili yazmıyoruz herhalde! Ama istesem yazarım, biliyorsun yazarım ! E şimdi seneyi bir temize çekmek lazım. Şöyle bir bakalım.


*Sosyal Medya: Bu yıl twitter Türkiye'de rüştünü ispatladı desek yeridir. Facebook ile sürekli karşılaştırılan Twitter kabul edin yada etmeyin medyanın en önemli ayaklarından biri haline geldi. Geri bildirimler çok daha hızlı, daha gerçek ve daha acımasız. Gündemi takip etme açısından daha sağlıklı ve daha dürüst. Ayrıca henüz sansür mekanizmasına gelişmedi. Dolayısı ile oto sansür de yok yazarlar açısından. Herkes özgürce fikirlerini dile getirebiliyor. Twitter da gerçekleşen olaylar, yazılı ve görsel basına  da malzeme ediliyor artık. Bu da sosyal medyanın bir güç olarak tanındığına delalettir.Gündem değiştirebilen bir güç hem de... (Panpiş vakasına girmiyorum)



*Arap Baharı / Kaddafi ve Usame Bin Ladin'in Ölümü/ Öğrenci Olayları: Arap yarım adasında meydana gelen protesto ve ayaklanmalar bu yıla damgasını vurdu. Adına da Arap Baharı dendi. Demokrasi arayışı içine giren halkların böyle ateşlenmesi güzel ama bu başkaldırının aniden gerçekleşmesi akıllarda soru işaretleri yarattı. İşin içinde Amerika var diyollar! Ayaklanmaların ardından Libya'nın marjinal liderinin ölümü ve bunu sansürsüz yansıtan dünya basını ister istemez 2011'in kara lekelerinden biri oldu. terör örgütü lideri Usame Bin Ladin öldü Amerika derin bir nefes aldı! Hıh! Ekonomik krizin baş gösterdiği Avrupa'da öğrenci olayları ve protestolar yaşandı. Avrupa birliğinin tehlikeye düştüğü konuşulmaya başlandı. Bu çatırdama dünyada büyük yankı uyandırdı. 2008'de Amerika'nın yaşadığı krizin ardından gerçekleşen bu olaylar dizisi kapitalist politikaların bir nebze olsun sorgulanabilmesini sağladı.






*Şefika Etik'in Katlinin Basına Yansıması: Sırtında bıçakla sedyenin üzerinde bağırsakları dışarı çıkmış bir kadın cesedinin sürmanşetten verebilen bir zihniyetin habercilik yapabildiğine şahit olduğumuz yıldı 2011. Benim için yılın en önemli olayıydı. Şiddeti pornografi haline getiren bu adamlar gazetenin genel yayın yönetmeni olabiliyorlar. Geride kalan çocuklarını önemsemeden kadına şiddeti daha meşru hale getiriyorlar!








*Uludere Olayında Oto-Sansür Skandalı: Şırnak Uludere'de aralarında çocukların da olduğu 35 sivilin bombalanarak katledilmesi haberini canlı yayında vermeye çalışan deneyimli gazeteci Ayşenur Arslan'ın oto sansür ile burun buruna gelmesi... Ne acı... Haber kanalı sandığımız bir kanalın yöneticisi valilik tarafından doğrulanan bir haberi bile vermeye korkuyor ve program sunucusuna engel olmaya çalışıyor. Misyonu halka haber vermek olan medya bireysel kaygılar yüzünden bu misyonunu yerine getiremiyor. Söylenecek pek fazla  şey yok!








*Amy Winehouse öldü / Adele ünlendi: Soul müziğin gelecek vaat eden ismi Amy Winehouse evinde ölü bulundu. Müzik dünyası için büyük bir kayıptı. Benim de çok başarılı bulduğum genç bir sanatçıydı. Denk gelmesi kötü oldu fakat bu yıl benzer bir tarza sahip olan Adele oldukça ünlendi. Yeteneğin sıfır noktası olan ilham mutlak bir enerjiyle kendini ikame ediyor belki de...












*I Phone 4 S ve Steve Jobs: Bunu asla anlayamayacağım. Steve Jobs eceliyle öldü. Allah rahmet eylesin , toprağı bol olsun! Eee ? Türk halkı için ne ifade ediyordu Jobs bilmiyorum. Benim için Apple  Ceo'sundan başka bir şey değildi. Standart bir kanser hastasının ölümüne üzüldüğüm kadar üzüldüm. Kimse ölmesin tamam de tanımam etmem bir rakı sofrasına oturmuşluğum mu var sanki? Allah taksiratını affetsin ama bence bu I Phone 4 S'ten çok ah aldı rahmetli. Ama bizimkileri görseniz şırktılar kendilerini. sayfa sayfa yazdılar, fotoğraflar paylaştılar, acıklı iletiler yazdılar. Sanki amcanın oğluydu Steve Jobs! Helva kavurmadılar bu sefer hayret!









* Acun İmparatorluğu: Evet bir kanal vardı eskiden adı Show TV idi ama şimdi bir adam var ondan fırsat kaldıkça Show TV'nin yayınlarını izleyebiliyoruz. Yaptığı 3 yarışmayla birlikte bir kanalı istila etti. Tekrarı, özel bölümü, unutulmayanları derken yayın akışının yarısını kaplıyor bu Acun Ilıcalı. Kazandıkları helal olsun gözümüz yok (yalan!) ama Allah insana çirkin şansı değil Acun şansı versin demekten alamıyor kendini. Neyse ki yaptığı yarışmalardan birinde jüri üyeliği yapan pek tatlı Hadise halkın sempatisini kazandı. Bir işe yaradı Acun :)





Maxi'den Seçmeler 


Yılın Şarkısı: Nil - Hakkında Herşeyi Duymak İstiyorum
Yılın Klibi: Katy Perry - E.T.
Yılın Müzikal Keşfi: John Legend
Yılın Yerli Albümü: Ajda Pekkan - Farkın Bu
Yılın Yabancı Albümü: Journey - Escape (1981)
Yılın Kitabi: Jose Saramago - Kabil
Yılın Dizisi: Glee ve Game of Thrones
Yılın Filmi: Lars Von Trier - Melancholia




27 Aralık 2011 Salı

Paşa Gönlüm İsterse Noel'i de Kutlarım, Sana Ne ?

Özel günleri sevmem. Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü hatta son dönem uydurulan, asansörde tanışma günü, dünya öpüşme günü ve daha niceleri bana hep tırışkadan gelmiştir. En nihayetinde deliye her gün bayram. İnsan aradıktan sonra kutlayacak bir şey buluyor elbette! Yok yok merak etmeyin "bunlar kapitalist dünyanın tecimsel kaygılarından ötürü şişirilmiş, metalaştırılmış maneviyat.." diye başlamayacağım. Bu teraneleri hepimiz biliyoruz. Ama ben de taştan olmadığımdan benim de önemsediğim birkaç özel gün var. En önemlisine doğru sıralayacak olursak...

3. Kurban ve Şeker Bayramının İlk Günleri: O günler babaannemin açtığı şahane sofraya oturur, kurbancık zavallı kuzusu ve daha nicelerini yeriz. (kişilik bölünmesi) Midemiz bayram eder. Tüm aile bir araya gelir uzun uzun sohbet ederiz. Eve dönünce günü kritik eder, dedikodu yaparız. Sabah namazı dönüşü eve boyoz alır, el öptükten sonra harçlık alırız. (En azından anne-babamızdan)


2. Doğum Günüm: Sevdiğin sevmediğin herkes arar. Sevdiklerin aradığında mutlu olursun. Sevmediklerin aradığında yapmacıklıklarını görür dalga geçersin. Pasta yersin, dilek tutarsın. İlgi odağı sensindir, istediğin kadar kapris yapma hakkına sahip olursun. Herkes sana iyi ki varsın der. Zaten iyi ki var olduğunu bilirsin ama birilerinin tasdiklemesi ego parlatır. En önemlisi de bol bol hediye alırsın.


1. Yılbaşı: Evet, şu kısacık hayatımda en en en önemsediğim gün yılbaşı olmuştur. Bunun belli başlı sebepleri var tabii ki. Mesela kasım bittiği ve aralık ayına girildiği için doğa bir silkelenip kendine gelir. Kış ayında olduğunu fark eder. Sonbaharın o saçma hüznü yok olur. Havalar iyice soğur. Bu yüzden hareket ettiğinde asla terlemezsin. Kalın giyindiğin için kiloların kamufle olur. Yazlıklar tamamen yok olur. Geçen sene giydiğin kazaklar ortaya çıktığında sanki onlar sana yeni alınmışlar gibi çocukça bir hisse kapılırsın. İçin içine sığmaz, bir sürü yeni kıyafetin oldu sanırsın. Sahlep içebilirsin. Boza satılmaya başlanır. Nefesini dışarı verirken ağzından duman çıkar, sigara içme taklidi yapabilirsin. Benim gibi sıcağı hiç sevmeyenlere ilaçtır aralık ayı. Ayrıca belki kar da yağabilir. (İzmir için pek mümkün değildi ne yazık ki)
Fakat tüm bunların haricinde yeni yılın en özel tarafı kendine has bir ruhu olmasıdır. Çünkü koskoca 12 ay devrilmiştir. Tüm bir sene tamamlanmıştır ve geriye sayıp her şeyi sıfırlama vaktidir artık. Sokaklar ışıl ışıl yanar. Herkesi yeni yıl hazırlıkları sarar. Planlar yapılır. Hediyeler alınır. Yılın en huzurlu ayıdır aralık ayı benim için. Aslında olayı bu minvalde ele aldığımızda yeni yıla ve yılbaşı kutlamalarına verilen tepkinin boşuna olduğunu fark ediyoruz. Çünkü yeni yıl ruhu dediğimiz şey Noel'den bağlantısız bir ruh halidir. Yeni yılın gelişini kutlamak Hristiyan özentiliği değildir. Ağaç süslemenin kime ne zararı vardır? Bunun kültür erozyonuna sebep olacağını düşünen zihniyete diyecek laf yoktur. Çünkü onların beyinleri çoktan erozyona uğramıştır. Ayrıca keşke bütün yozlaşmalar bu şekilde olsa. İyi niyetlerle donanıp, güzel planlar yaparak, sevdiklerimizle birlikte felekten bir gece çalıp birbirimize hediye almanın ne sakıncası olabilir ki?
Her yeniliği bölücü algılayan bir zihniyete, damarlarına kodlanmış konservatizm taşıyan bir halka böyle bir özel günü anlatamazsın. Yıllardır da anlatamadık zaten. Ama ben inandıklarımdan vazgeçmeyeceğim. Yine yeniden, her yıl olduğu gibi yepyeni bir senenin gelmesini, tüm sıkıntıları geçen sene de bıraktığımızı umut ederek yeni yılı karşılayacağım. Öyle bir coşkuyla selamlayacağım ki 2012'yi en kötü yılımız böyle olsun diyeceğim her yıl olduğu gibi.


Not:


* "Ey Müslüman Kardeşim, soruyorum sana, bir Peygamberin doğum gece içki,kumar,dans,zina gibi şeylerle kutlamak Allah’ın (c.c.) indirdiği hangi dine ve kitaba uygundur? Ey Müslüman Kardeşim, dinimizde noel ve yılbaşı kutlamalarının hiçbir yeri yoktur. Hatta bir insan bugünü kutlama niyetiyle birine ufak bir hediye verse alsa dinden çıkar. O halde dini emirlerimizde ve milli örf ve geleneklerimizde hiçbir yeri olmayan noel ve yılbaşını Müslüm anım diyenler, niçin ve nasıl kutlayabilirler? " 
Dinden çıkıyormuşuz gençler, şişşt dikkat! Tey allahım! Bu yüzden çıkacaksam çıkayım zaten de bunun kararını kim neye göre veriyor? Nedir kıstas anlayamadım !

** Bu yıl şampanya da patlatıyorum, hindi de dolduruyorum (tarifini bulduk, uzman tv sağolsun) Var mı diyeceğin?


***
En sevdiğim Yeni Yıl filmi "The Holiday"
En sevdiğim Yeni Yıl şarkısı " All I want for Christmas is you"
En sevdiğim Yeni Yıl kitabı "Sevgi Öyküleri - Leo Buscaglia"


Mutlu Yeni YILLAR !!! 

18 Aralık 2011 Pazar

Heidi: Özgürlük İçimizde!


Fotoğrafı görür görmez hayallerimde defalarca kez canlandırdığım evin gerçeğiyle burun buruna geldim. Şimdi bile ne zaman bunalsam, sıkılsam ve gözlerimi kapatıp düşlesem en sık kurduğum hikayelerden biridir Heidi'nin evi. Kısa siyah saçlı, al yanaklı bu kızın maceraları -bazılarına garip geleceğini bile bile yazıyorum- özgürlük ve kendini gerçekleştirmeyi birebir karşılar. Çünkü Heidi benim için derin bir kabulleniş değil tam aksine bir baş kaldırıdır. Heidi idealizmdir. Heidi cesarettir. Heidi olabilmek özgürlüklerin en büyüğüdür. Anne babanızı yitirmiş küçük bir çocukken hayatta tek güvendiğiniz kişi olan teyzeniz sizi sürükleyerek Alp Dağlarının eteklerinde küçük bir kulübeye, huysuz ihtiyar dedenizin yanına bırakıyor. Ve ardına bakmadan uzaklaşıyor. O dakikadan sonra alenen belli ki kimsesizsiniz. Herkesin içinin burulduğu şeylere pek üzülemem ama bu ruh haliyle her çizgi filmi izlediğimde veya her kitabı okuduğumda özdeşleşirim. İçimi derin bir keder alır, ruhum sıkılır. O yalnızlığı hiç yaşamasam da en büyük korkumdur yalnız kalmak. Ve Heidi'nin kimsesizliğini öyle yüreğimde hissederim ki, fikir ürünü olan bu 5 yaşındaki kızın çaresizliği beni bildiğim tüm değerlere isyan ettirir. Ama küçük kızın hikayesi bu yıkımla başlar. Heidi başka bir kızdır. Özünde öyle fırıldak bir enerji, öyle kök salmış bir yaşama gayesi vardır ki, o üzüldüğümüz kıza özenmeye başlarız. Heidi çatı katındaki saman yatağına uzanıp, küçük penceresinden görünen yıldızları izlerken, inek sağıp, tereyağı yapmaya çalışırken, Peter ile birlikte dağların en dik yamaçlarına tırmanıp kuzuları otlatırken Heidi sadece kendisidir. Heidi var olan bu düzene adapte olmamıştır, düzen onunla birlikte evrilmiştir. Asosyal Peter bir arkadaş kazanmış ve iletişim kurmayı öğrenmiştir. Huysuz ihtiyar Alm-ohi, pamuk dedeye dönüşmüştür ve Heidi'yi öyle çok sevmiştir ki birbirlerinin tüm yalnızlıklarına ilaç olmaya başlamışlardır. Heidi sayesinde Alm-ohi yıllardır inmediği kasabaya inerek kasabalılarla konuşmaya başlar. Heidi için yıllardır olmadığı kadar özenli davranmaktadır. Küçük bir çocuğun sorumluluğu onu daha insani hale getirerek kalbindeki tüm buzları eritmiştir. Heidi her gün seve seve ekmek peynirini Peter ile paylaşır. Heidi öyle inatçıdır ki küçük keçisi büyümediği için kesilmesin diye ona bir mevsim boyunca en taze bitkileri bulmak için yüksek kayalıklarda hayatı pahasına ot toplar. Peter'in kör büyük annesini sık sık ziyaret eder. Küçük Heidi zamanla kasabanın sevgilisi olur. Ondaki içtenlik ve kendi olma hali Dedesi ve dış dünya arasındaki tüm olumsuz zincirleri kırmıştır. Heidi etrafında dönen yaşamı yansıttığı yaşam enerjisi ile kendi çarkında döndürmektedir.
Ta ki teyzesi geri dönene kadar. Teyzesi Heidi'yi Frankfurt'a, yürüme engelli bir kıza arkadaşlık etmesi için götürmek istemektedir. Heidi'nin zorla geldiği fakat geçen zamanda ve yaşadıklarında evi bildiği bu küçük kulübeden zorla, sürüklene sürüklene ve ağlayarak koparılır. Küçük bir kız böyle bir zulme nasıl maruz bırakılır? Heidi için en büyük sınav Frankfurt'ta gerçekleşir. Evinden koparılan küçük kız yeni arkadaşı Clara'yı sevmiştir fakat mürebbiye Bayan Rottenmeier Heide'ye hayatı dar etmektedir. Heidi'yi görgüsüzlükle suçlayan Bayan Rottenmeier'a karşı asla teslim olmamakta doğru bildiğini okumaya devam etmektedir. Bir mürebbiye otoritesini kendi istedikleri için reddetmektedir. Heidi Alpleri ne kadar özlediğini bir tek Clara'ya anlatabilmektedir. Heidi buradaki ev halkının sevgisini kazansa da her geçen gün daha da içine kapanmakta, neşesini kaybetmektedir. Evin yüksek pencerelerinden gökyüzüne bakarak, kendi çatı katındaki küçük penceresini hayal etmektedir. Özellikle Heidi'nin önünde saatlerini geçirdiği bir tablo vardır ki küçük kızın reel olanla olmayan arasındaki farkı kaybettiği noktadır; o da dağın eteklerinde durup ufka bakan yaşlı bir adamın silüetidir. Heidi dedesini çok özlemiştir. Bu derin özlem ve yol açtığı sanrılar onda uyur-gezerliğe sebep olur. Heidi'nin giderek daha kötü olduğunu fark eden ev halkı kızın bu haline daha fazla dayanamayarak onu Alp'lere yani evine gönderir. Dedesine, Peter'e, küçük çatı katına, saman yatağına, keçi sütüne kavuşan Heidi çok mutludur. Kendi gibi olduğu, var olan düzene uyumlanmadığı ve onun yerine direndiği için mükafatını almıştır ve özünü yitirmeden geri gelmiştir. Heidi özgürlüğüne böyle kavuşmuştur.
Bir çoğumuzun bakıp geçtiği, çocukluğumuzda terk edip, kilitlediğimiz bir hikayenin baş kahramanıdır Heidi. Kimsenin özündeki cesareti fark edemediği var olabilmenin tek yolunun kendin olabilmekten geçtiğini anlatan önemli bir karakterdir. Bu küçük bedenli kızın kocaman yüreği onun önünde yanan bir deniz feneridir. Alplerin eteğindeki o küçük kulübe bazıları için otantik bir tatil ifade etse de benim için özgürlüğün temsilidir!



5 Aralık 2011 Pazartesi

Ölümcül 4 Ses

Kendimi bildim bileli şarkı söylerim. Fena da söylemem ha, dinleyenler beğenir. Buna mukabil iyi de bir kulağım var, iyi ve araştırmacı bir müzik dinleyicisiyim aynı zamanda. Yeni ne çıkmış, kim aranje etmiş, bunun söz yazarı kim ? Şurada ki gitar solo bir yerden sample mı? vb. detay soruları sıkça sorar, doğrusunu öğrenirim. Ama konu vokallere gelince bu aşamada hassasiyetim artıyor elbette. Ve edindiğim deneyimler sonucu ve kişisel beğenilerimin de ışığında Türkiye'de tahammülü mümkünsüz dört ölümcül erkek vokali belirledim. Sondan başlayarak afişe ediyorum efenim. 

4. Halil Sezai Paracıkoğlu: 

Bu adam şarkı söyleyince, kendi kendime kulaklarımı tıkayıp " nanana SENİ DUYMUYORUM Kİ! LALALAL NANANA!"  yapasım geliyor. Genç kızlar ölüp bittiler bu adam için nedir bu adamı bu kadar özel yapan anlayan varsa beri gelsin. Şarkıların bir çoğunu dinledim. Benim lisede kendi kendime bestelediklerimden bir farkı yok. Hatta onlar daha iyi! Hele bir de ilk hecelerde nefesi böle hafif içine çekip boğazını temizlermiş gibi çıkardığı ses yok mu kafasını patlatasım geliyor. Ama diğer üçüne göre daha dinlenilebilir olduğu için kendisine daha fazla giydirmeyeceğim.

3. Mustafa Ceceli:


Listemizin üçüncü sırasında kıtipiyoz Ceceli yer almakta. Kendisinin sürekli ağlar gibi şarkı söylemesi benim tahammül sınırlarımı öyle zorluyor ki "uydurma lan, bu şarkıyı da mı bu kadar yüreğinde hissediyorsun. Bırak allasen" diyesim geliyor. Ceceli'nin en tahammül edemediğim şarkısı ise "Ne olur dön geri, sevindirme elleri," şeklinde nakaratı olan şarkısı işte o nakarat söylenmeye başladığında kanım çekiliyor, gözlerim kararıyor. Ceceli'nin teknik açıdan ziyade samimiyet ile ilgili problemleri var. Bir insanın Orhan Gencebay veya Kayahan olması lazım ki böyle gönül insanı olsun ama bu adam sadece ağlak ve o şarkı söylediğinde içim kıyılıyor! Ayrıca lütfen Sezen Aksu şarkılarına ilişmesin onları Göksel'e bıraksın!

2. Cem Adrian


Bu adamı sevmiyor değilim çünkü bildiğin nefret ediyorum. O kedi miyavlaması gibi söylediği şarkılar, medyada ses genişliği hakkında çıkan saçma sapan spekülasyonlar ve bunları çıkıp yalanlamaması, bunlardan faydalanması, reklam yapması Adrian'ı daha da antipatik hale getiriyor. Ulan çıkıp de ki "arkadaş bir adamın 545665 oktav sesi olmaz, bunun uluslararası ölçütleri vardır. Şu şu aralıklar şarkı söylemek için yeterliyken, aralık şu şekilde genişlerse bu ses aralığının normal insanlara göre geniş olduğunu gösterir. Aslında benim sesim götüm gibi fakat o kadar çok kafa sesi kullanıyorum ki hepiniz bi bok bilmediğinizden kerizleniyorsunuz de." bunu de lütfen! Çünkü her yazdığın şarkıya yağmur, kar ve çocuk kelimelerini yerleştirip, yerlerini periyodik aralıklarla değiştiriyorsun ve biz seni yeni albüm yaptın zannediyoruz. Ayten Alpman söylemek senin neyine acaba sen daha kendi şarkılarını bile doğru düzgün söyleyemiyorsun. Melis Sökmen gibi harikalar seninle sahneye çıkmaya tenezzül ediyorlar, ben ne kadar şaşırsam da sen şaşırma! Titre ve kendine gel gözünü seveyim! Bence çalışmalara "daha dün annemizin" isimli şukela eserle başlarsan zamanla şarkı söyleyebileceğini düşünüyorum. Bir 10 yıl sonra falan... 




(Bu arada 4. sıradaki arkadaşla aynı sahneye çıktığınızı ve kayıtlarınızın olduğunu duydum. Bir yerde denk geleceğim diye ödüm patlıyor.)

1. Ferhat Göçer


Evet, geldik listemizin 1. sırasına :) Mahşerin dört atlısının en kana susamış olanına. Çünkü bu adam şarkı söylemiyor. Toplum üzerine deney yapıyor. Sesini bir silah gibi kullanıyor, her medyada çekinmeden sağa sola savurduğu birbirinden berbat şarkılarıyla halk sağlığını tehdit ediyor. İşin aslı listenin 1. sırasında bir şarkıcı olsun çok isterdim ama ne yazık ki Göçer bir şarkıcı değil, bir müezzin. Özellikle tizlere çıktığında bakalım elini ne zaman kulağına koyup ezan okumaya başlayacak diye merakla kavruluyorum. Öyle fena öyle fena bir sesi var ki o şarkı söylerken yer yarılsa da içine girsem keşke diye yalvarıyorum. Sanki kusuyor gibi şarkı söylüyor ve yanağındaki kraterlerden birinden hava kaçırdığına eminim. "Yastayım" gibi şahane bir şarkıyı bile öldürmeyi başarmış, Türk müziğine müdahil olmuş vuvuzeladan sonra en sinir bozucu sese sahip erkek vokal odur.

Müezzin ıkınırken!

Not: Sinan Akçıl ve Soner Sarıkabadayı bu listede yoklar.  Çünkü hiçbir kayıtlarında duyabileceğim frekansta bir ses çıkarmamışlar. Ama sivrisineklerin beğeni ile dinlediğine eminim.