21 Ekim 2013 Pazartesi

...

4 saat uyku, 2 paket sigara, 3 fincan kahve... İşte, geçirdiğim günlerin özeti....
Sigara ve kahvenin ağzımda bıraktığı o kekremsi, yorgun tatla güneş doğduktan sonra yatağa giriyorum.
Tüm gece florasan ışığına alışan gözlerim günün ilk ışıklarıyla buluşunca canımı yakıyor...
Böyle 4,3,2 derken günler birbiri ardına devriliyor...
Ve artık başka bir insanın hayatını yaşadığımı fark ediyorum...






12 Mayıs 2013 Pazar

Orospu İstanbul


Geniş kalçalarını yana devirip
Parmağınla gel dediğinde anlamalıydım seni
Şehvetten buruşmuş, kullanılmaktan eskimiş dudaklarına
İnatla sürdüğün boya
Hala çekiciydi oysa...
Bir orospu kadar ateşli ama bir o kadar da çirkinsin İstanbul!
Kocaman ağzını açıp tüm hayallerimizi yedin
Ben kuruşlarımı sayarken, sen kahkahalar attın
İç ettin umutlarımı...
Bu dört mevsim giyindiğin kış güneşi,
Örtündüğün bu yeşil,
Yıllandırdığın bu mermer gizleyemiyor artık çirkinliğini
Geldiğim bir yer vardı cazibene kanmadan önce
Artık beni beklemiyormuş, öğrendim.
Şimdi yapayalnızım koynunda...
Ben erkekliğimi kapıya asıp odaya girdim
Sen kadınlığını soyunup beni hallettin İstanbul!
Ne bir beklentim var senden ne de bir inancım
Ancak benden kalanları saklayacağım!
Elbet biri uyanır,
Elbet bir gün düşer o kirli peçen
Ve o gün karanlığın gün yüzüne çıktığında
Acıdır ki ben artık burada olmayacağım!
Seninle yaşayarak seni terk ediyorum İstanbul!
Rakı kadehlerinin dibinde ararken seni,
Ensemden tutup hayata fırlattın beni
Hayat bomboş!
Maskeli insanların ortak kaderi
Yatıştıramadığı gibi beni,
Kanattı yüreğimi, içimi...
Boşaltıp şişelerden, asfalta akıttı beni!
Son sigaraları sayıyorum İstanbul!
Güneş batarken yedi tepenin ardına
Sanki bir ben varım hırpalanacak ortada.
Yansıtıyor ışıklarını pencereler
Gerilmiyor önlerine perdeler
Ve bir gün daha bitiyor çıplak...
Bir gün daha gidiyor arkandan!
İstanbulca aldatıyorsun herkesi
On kocalı, koca memeli...
Yıpranmış bir izmarit bakıyor ardımdan 
Demiyor ki uzaklaş buradan
Demiyor akarken kelimeler kağıda 
Her kelime unutulur yazdıklarından...
Bir an geliyor, silkiniyorsun
Sıyrılıp örtülerinden
Bir ışık görüyorsun
Sönüyor hemen!
Demiyor sana İstanbul bir hayal!
Ve bir kaç damla yaşı yastık altına saklayıp 
Yas tutuyorsun
Bir dost semada eli havada bekliyor!
Sen belki diyorsun ama o demiyor!
Ufuk çizgisinde yiten bir vapurun silik sireniyle
Bir gün daha bitiyor!
Ve İstanbul, sen ölüyorsun!

M.Ş.

24 Nisan 2013 Çarşamba

Vicdanı Cüzdanında Olan İnsanlar

Siyasi mevzulara elimden geldiğince girmemeye gayret ediyorum. Siyasetten çakmadığımdan değil, bana yalan dolan geldiği için. Ancak birazdan okuyacaklarınız bir siyasi üzerinden şekillenen salt insani bir hadise. İnsanlığın yitişinin öyküsü... Uzun süredir bu konu hakkında bir şeyler karalamak aklımdaydı ancak yeni vakit bulabildim.

Dilek Özçelik... Kanser hastası, üniversite öğrencisi genç bir kız... Çaresizliğin sömürdüğü hayatında inatla yakaladığı bir dala tutunmaya çalışıyor. Ne kendinden ne de yaşamından vazgeçmiş durumda... Belli ki deneyebildiği her yolu deneyip tüm çareleri bitirmeden vazgeçmeyecek. Bu yüzden Dilek, Edirne gezisinde olan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'dan yardım istedi. Tek istediği ilaçlarını temin edebilmekti. Belediye binası çıkışında yakaladığı Bayraktar'a derdini anlatmaya çalışan Dilek, o kalabalığın, kameraların içinde utana sıkıla bakandan yurtdışından gelen ilaçlarının temini için yardım istedi. Bakan önce Dilek'i dinliyormuş gibi görünüyordu. Ancak kısa bir süre sonra dinlemediği ortaya çıktı.

Burada kesiyoruz...

Çünkü bu kısımdan sonra medyaya yansıyan kısmı, kırmızı noktayla veyahut +18 işaretiyle vermek çok daha doğru olacaktır. Zira medyadaki sansür filtresinden sızamayanlar bu yaşananlardan daha ayıplı değil!   Ayağınıza kadar gelmiş kanser hastası gencecik bir kızı o kadar kameranın önünde bu şekilde rencide etmek hangi vicdana sığar? Bayraktar genç kızı biraz dinledikten sonra ¨Al işte bu parayı. Başka ne yapacağım? Onları sen kendin al. Parayı al, cebinden düşürme! ¨diyerek Dilek'in eline bir tomar para tutuşturdu. Kız hayır bile diyemeden hızlı adımlarla yürümeye başlayan bakanı bir güruh da takip ediyordu. 3-5 adım attıktan sonra bir kez daha geriye dönerek yanındakilere ¨Düşürmesin onu! Çok para var orada! ¨dedi ve genç kızı oracıkta bırakıp öğle namazı kılmak için uzaklaştı. Bu yaşanan çirkin olay basının önünde gerçekleşti.  İçinde biraz empati yeteneği taşıyan herkes Dilek'in düştüğü durumu az çok anlayabilir. Kanserden kurtulup hayatına devam etmek için yaşama sımsıkı tutunan Dilek Türkiye'nin gözü önünde dilenci durumuna düşürüldü. İşin acı tarafı ise Bayraktar genç kıza nasıl davrandığını farkında bile değildi, belki de umrunda değildi! Ama Dilek kendine yapılanı hazmedemedi. Bakanın namazdan çıkmasını bekledi. Korumalar önce genç kızı bakana yaklaştırmak istemedi. Ancak bakanın izni üzerine Dilek, yaklaşarak ¨Sadece yanlış anlaşıldım. Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda!¨ deyip, ağlayarak uzaklaştı. Yaşadığı çirkin olay üzerine bir kez bile üslubunu bozmadı. Bu sözler ağzından dökülürken adeta kalbi ağzından çıkıyordu. Hızlı soluk alıp verişi, gözünden akan yaşlar ve boğazına düğümlenen hıçkırıklar Dilek'in söylediklerinin anlaşılmasını mümkün kılmıyordu. Genç kız sözünü bitirdi, Ardından sadakasını iade edip, koşarak uzaklaştı.

Bakan, Dilek'in arkasından ¨Dur kızım beni yanlış anladın!¨ diyordu ama artık ne Dilek'in kırık kalbi yaşananları unuturdu ne de Türkiye yapılan ayıbı...

Bu hadise, yaşadığımız hayatı bir kez daha gözden geçirmeme neden oldu. İnsanlar bu noktaya nasıl geldiler? sorusunu sordum kendime. Ve hükümetten şu açıklamayı bekledim ¨o kız hasta değil, provokatör.¨ aynı Uludere'de ölen 34 vatandaşın insandan önce kaçakçı olduğu gibi...

Aynı durumda siz olsanız? Ya sizin yaşamak için birinden medet umsanız ve Türkiye buna tanıklık etse. Biri elinize dilenci gibi bir tomar para tutuştursa ve dönüp sizin utandığınızın binde biri kadar bile utanmadan çok para var orada sakın o parayı kaybetme diye tembihte bulunsa! Ya siz böyle aşağılansanız milyonlarca kişinin önünde?

Ama görülüyor ki insanlar vicdanlarını cüzdanlarında saklıyorlar. Nasıl bu noktaya geldiler? Nasıl?

Eğer bir gün bu yazı dönüp dolaşıp Dilek'e ulaşırsa lütfen şunu aklından çıkarmasın. Hayat bizi ne noktaya getirirse getirirsin bu dünyada vicdanıyla yaşayan insanlar olacaktır. Ve bu insanlar Dilek'e yapılan ayıbı asla unutmayacaklardır. Konjonktür gereği dile getirilemese de yaşanan bu hadiseyi tarih not olacaktır. Sen içini ferah tut ve müsterih ol! Herkesin günü bir gün muhakkak gelir!






20 Mart 2013 Çarşamba

REZİ-DANS



İstanbul’a yerleşmeden önce Ataşehir’den sık sık geçerdim. Zira otobüsle yaptığım şehirler arası yolculuklarda indiğim terminal buradaydı. O koca binaların arasından geçerken bile ruhum daralırdı. İnsanların rezidanslarda bir hayatı nasıl yaşadıklarını hiç anlayamazdım.

Düne kadar bir kez bile içine girmediğim bu rezidanslara karşı mesafeli duruşum oldukça yerli yerindeymiş, kendi gözlerimle gördüm.

İstanbul’un bir ucunda bulunan yüksek binalar… Uzaktan bakınca üst üste konmuş konserve kutularını andırıyorlar. Ve bu binalarda istiflenmiş sardalyalar gibi insanlar… Bir ilüzyonun içinde var olmaya ve fark edilmeye çalışıyorlar. Tüketim toplumunun içten içe dayattığı ¨burada kaliteli adamlar yaşar¨ önermesi aslında ilüzyonun kendisi! Ve bu insanlar da var olmayan bir gerçekliğin peşinden giderken kendilerini bu hapishanelere kapatıyorlar. İşte Foucault’nun bahsettiği modern hapishane aslında İstanbul’un ve diğer metropollerin içinde…

3-5 yüksek bina bir alanda toplanıyor. Etrafı yüksek güvenlik önlemleri bahanesiyle bir güzel çevriliyor. Zira girmek ayrı dert çıkmak ayrı… Onlarca ayrı kapıdan ve güvenlik görevlisinden geçip farklı kartlar ve anahtarlarla sadece evinize ulaşmanız. 15-20 dakikanızı alıyor. Ve burada yaşayan insanlar ¨sizin güvenliğiniz için¨ yalanına inanıyor. Ve işin garibi her yeri kameralarla dolu bu kompleks alanda kendilerini güvende hissediyorlar.

Evlerdeki eşyalar genel geçer bir zevkle seçilmiş. Sadece özel eşyalarınızı alarak buraya yerleşebileceğiniz iddia ediliyor ancak bu da yalan! Çünkü istedikleri astronomik rakamların karşısında size sunulan devede kulak kalıyor. Ayrıca bu bedel 1 artı 1, bit kadar evler için talep ediliyor.

Hazır para mevzusuna değinmişken bir rezidansta yaşamanın adım başı para sayıldığını da belirtmeden geçemeyeceğim. Zira daha evi tutarken 3 astronomik kira ve bir depozitoyu peşin veriyorsunuz ve üzerine 12 aylık bir kontrat imzalıyorsunuz. Eğer arabanız varsa otopark için ayrı bir ücrete tabisiniz. Otel mantığıyla işletildiği iddia edilen bu sistemde ilginçtir ki Avrupa’nın en büyük spor merkezi olarak lanse edilen kompleks de ayrı bir bedel. Hem de öyle böyle değil havuzu kullanırsan ayrı para, squash yaparsan ayrı… Tüm hizmetler için ayrı ayrı tarifelerle sizi söğüşlemeye devam ediyorlar.

Oda servisi ve kuru temizlemenin rezidans hayatında çok büyük kolaylık sağladığı iddia ediliyor. Ama elbette bunlar da ücretli! Hatta söylendiğine göre toz aldırmak ayrı yatak toplatmak ayrı bir bedel. Astronomik rakamlar bunlarla da sınırlı değil! Zira bir aidat ücreti var ki düşman başına! Yani rezidans hayatında aldığınız nefes haricinde herşey ücretli!

Babil kuleleri gibi gökyüzüne uzanan bu binalarda yaşayan insanlar dış dünyayla tüm bağlarını koparmış durumdalar. Çünkü burada tam bir izolasyon söz konusu! Gözlerini dış dünyadan çevirip lüksün, hırsın ve satın alma dürtüsünün pençesinde kıvranıyorlar! Ve tek ilgilendikleri bedenler. Spor salonunda canla başla çalışan güzel vücutlu onlarca insan acaba bu gece kimi götürebilirim diye birbirlerine bakıyorlar. Teşhir etmekten ve röntgenlemekten zerre imtina etmiyorlar. Bu bedensel iştahın itkisiyle burada yaratılmış ilüzyonun peşinden koşuyorlar.

Rezidansı tanıtan insanların gerçekliği ise biz gezenler için ayrı imtihan. Çünkü burayı ballandıra ballandıra anlatan insanlar muhtemelen bu rezidansta yaşayacak parayı sittin sene kazanamayacaklar. Belki de bu olayın en acı tarafı!

Peki bu insanlar niçin bunu yaşıyorlar? Sebebi açık… Olup bitenin farkında bile değiller!  Bunu bir yaşam tarzı olarak algılıyorlar. İşin çarpıcı tarafı da rezindansta aldıkları her nefeste biraz daha saydamlaşıp, sentetikleşiyorlar. Sadece elleri ile hissediyorlar. Bu insanlar kendilerini kapattıkları bu hapishanelerde güvende olduklarını düşünüyorlar ama toplumdan soyutlanmanın asıl tehlike olduğunu bir türlü fark edemiyorlar.

3 Mart 2013 Pazar

Gülsüm, Gürses'i Yanına Çağırdı

Ümmü Gülsüm 
Onun sesini ilk duyduğum günü daha dün gibi hatırlıyorum. Hemen dönüp babama sordum ¨ Bu kim? ¨ diye... Duyduğum  ses Ümmü Gülsüm'e aitti! Öyle bir sesti ki duyduğum, adeta burnundan girip ruhuna karışıyor sonra da iki el gibi yüreğini sıkıyordu... Bazen de naif dokunuşlarla kanatıyordu kalbini, kağıt kesikleri bırakıyordu.

Ümmü Gülsüm eşsiz bir yorumcuydu. Şarkı içinde yaptığı onlarca emprovize tekrarın her birinde farklı bir şarkı söylüyormuş hissi yaratırdı. Bazen tek bir şarkısı 45 dakikanın üzerine çıkardı. İzleyiciler ise bıkmadan usanmadan, gözlerini bir an bile sahneden ayırmadan onu izlerdi. Arap sazlarıyla Olympia'ya çıkan ilk doğulu müzisyen de Ümmü Gülsüm'dü. Bu yüzden batı medyası onu ¨star of the east¨ olarak lanse etmeye başladı. Her ülkeden binlerce hayranı olan Gülsüm'ün bir diğer adı da Mısır Bülbülü'ydü.

Yaklaşık bir ay önce yani 3 Şubat günü Ümmü Gülsüm'ün 38. ölüm yıldönümüydü. Halk tarafından o kadar çok seviliyordu ki 1975'te öldüğünde cenazesine milyonlarca insan akın etti. Yerel bir caminin imamı olan babasının ona öğrettiklerini ve geldiği yeri hiç unutmadı. Köylü oluşundan hiç gocunmadı. Sesi yaşadıklarının,geçmişinin yansımalarını taşıyordu. Samimi duruşu sayesinde hayranlarının gönlünde taht kurdu. Ölümünden 38 yıl sonra dahi Arap müzik literatürünün en önemli figürü olarak adını altın harflerle kazıdı.

Bunları niçin mi anlatıyorum? Çünkü bugün 3 Mart ve ölüm mevsimi bir yaprak daha kopardı dalımızdan. Müslüm Gürses'i kaybettik. Ümmü Gülsüm'le Müslüm Gürses'in ne alakası var diyebilirsiniz, Aslına bakarsanız çok alakası var! Zira Gürses de aynı Gülsüm gibi halkın ciğerparesiydi.  Ne geldiği yeri unuttu ne de asıl görevini. Aşkla müziğini icra etti. Onlarca insan konserlerinde kendini jiletledi. Bu elbette manyaklıktı ama Gürses'in kitleleri nasıl harekete geçirdiğine dair en belirgin emareydi de aynı zamanda.

Ümmü Gülsüm'ün Cenazesi


Müslüm Gürses çok özel bir yorumcuydu. Ancak bu yazıyı okuyan bir çok insan da benim gibi onu çok geç keşfettiğimizin farkındadır. Zira Gürses yıllar yılı bokladığımız arabesk müzik icracısıydı. Arabesk Müzik ise alt kültüre aitti. Ne zaman 2006 yılında Murathan Mungan'la yaptığı ortak çalışması
yayınlandı, Gürses o zaman kabul gördü, fark edildi ve sevildi. Çünkü yorumculuk böyle bir şeydi. Yabancı müzisyenlerin bestelerini Mungan'ın enfes sözleriyle öyle yürekten yorumladı ki her kesimden insanı mest etti. Ve ardından çıkardığı diğer albümler de bu mantıkla kaydedilmiş albümlerdi. Gürses'in hayran kitlesi daha da büyümüştü. Müslüm Gürses ancak ölümünden bir kaç sene önce herkese ulaşmayı başardı. Bu elbette kraldan çok kralcı toplumun kategorizasyon yarışının bir tezahürüydü. Zira   bir kesim arap motifi taşıyan, alaturka olan herşeyi temelden reddediyordu. Bunu yapan insanları da lümpen olmakla suçluyordu. Ve insanlar bazı değerleri ne kadar reddedersek reddedelim bu toprağın sesinin genetik kodlamımızda halihazırda var olduğunu çok geç keşfettiler. Daha doğru bir tabirle kim ¨itirazım var¨ dinlediğinde içinin cız etmediğini iddia edebilir ki? Belki bu toplumdan çoktan soyutlanmış veya asimile olmuş birileri... Geri kalanı ise kendini belli bir zümreye ait kılmak için şekil, şemal peşinde koşanlar...


Müslüm Gürses

Ümmü Gülsüm ve Müslüm Gürses aynı ruha sahip şahane müzisyenlerdi. Kaderin bir cilvesidir ki ikisi de ölüm mevsiminde bu dünyadan ayrıldılar. Ama delilerce sevilerek göçtüler... Arkalarında onlarca üzgün hayranını bıraktılar ve seslerini bizlerden mahrum ettiler.

Onlar için aklımda ki cennet tasviri sahne ışıkları yerine nurlar içinde karşılıklı şarkı söyleyen iki harikulade ses... İkisinin de bu dünyaya kattıkları ve miras bıraktıkları değer, tartışılmaz. İkisinin de ruhu şad olsun!

1 Mart 2013 Cuma

Mutluluk Keli-me

Sabahları kalkıp işe gidiyorum bir kaç haftadır. Ağzımızın tadı kaçmasın ama keyfim acaip yerinde. Uzun süredir hayalini kurduğum işi yapıyorum. İşimi, istediğim yöntemle, istediğim ortamda yapıyorum. Bu kadar tutkuylu bağlı olduğu bir işi yapmak kaç kişiye nasip olur şu hayatta merak ediyorum. Ancak bana kısmet oldu. Belki istikrar yine yok. Varsın olmasın. Ben köpek gibi çalışıyorum ve çok mutluyum. Ama bir tıkanıklığım var ki o da yazmak... Bir derdin varsa yazmak en kolay şey! Ama mutluyken... Mutluluk hakikaten keli-me!

24 Şubat 2013 Pazar

İnsanları Anlama Kılavuzu

Böyle bir kılavuz yok ne yazık ki! Öyle ki insanlar çeşit çeşit... Şayet böyle bir kılavuz olsaydı sanırım ilk önce gidip ben alırdım. Hayat küçük sürprizlerle dolu, kabul. Ancak bazı sürprizler adına yakışmayacak derecede tatsızlar. Zira her paket açıldığında içinden çıkan seni mutlu edemiyor. Dolayısıyla şaşırıp şaşırıp kalıyorsun. Örnek vermek gerekirse; son bir ayda kendime dair öğrendiğim en önemli şey ilk intibaların yanlış çıkabileceği. Bittabi bunu da şu "küçük" sürprizlerle öğreniyorsun! Hah bir de şey var insanları tahmin ettiğim kadar iyi tanıyamıyormuşum. Hani şu arabesk şarkıda dendiği gibi "canım dediklerim canımı aldı!" aynı o hesap... Dolayısıyla böyle bir kılavuz olsa oldukça işime yarardı.

Peki böyle bir kılavuz yazılsa insanları neye göre kategorize etmeli? Hayasızlıklarına, arsızlıklarına, acımasızlıklarına göre mi? Yoksa merhametine, hoşgörüsüne, iyi niyetine göre mi? Belki de "combo" yapmalı... Ama insanoğlu öyle garip, öyle garip bir canlı ki her biri ayrı bir türe mensup sanki!

İnsanları tanıyamadığım için benim kalbim kırıldı, yalan değil! Üzgünüm de ona keza! Türlü türlü planlar, hamleli hareketler... Herkes kendini satranç tahtasında bir piyon zannediyor. Oyun dışına çıkmak istesen de başkasının oyununa fark etmeden dahil oluyorsun, canın yanıyor. Kendi kendime diyorum bazen bir an önce şah-mat olsa da oyuncu, güderi kesemize geri dönsek. Ahşap bir dolabın baygın naftalin kokan bir rafına kaldırsalar da kimse bize elini sürmese! Bir kılavuzum olsaydı eğer...

21 Şubat 2013 Perşembe

Aynı Vapurun İnsanları


İstanbul garip bir şehir... Kendine odaklanmayı bırakıp işleri akışına bırakınca daha da çok fark ediyorsun garipliğini... Her sabah 08:40 vapuruna biniyorum Kadıköy'den. Her sabah aynı yüzleri görüyorum. 
Sonunda şunu idrak ettim. İnsanları yüzlerinden değil paltolarından hatırlıyorum. Her gün aynı paltoları görüyorum ama aynı yüzleri tanımıyorum. Onlarca yüz, bir ilizyonun peşinden aynı saatte aynı vapurla aynı şehrin farklı bir yakasına geçiyor. Paltolarını eskitmiyorlar ama yüzlerini eskitiyorlar. Ve bir başkası bana bakıyor. Aynı uzun gri paltoyu giyiyorum. Aynı rüzgara değiyor yüzümüz. Ama beni hatırlamıyor. Vapur her sabah aynı saatte aynı yöne hareket ediyor. Aynı denizin üzerinde gidiyor. Ama yüzler... O yüzler, o eskimiş yüzler yarısını paltolara saklayıp soğuktan koruyor. Kimse göz göze gelmiyor, hiç kimse... Gözlerinin feri sönmüş aynı vapurun sabah insanları. Yarı uykulu, ağızları mutsuzluk kokan onlarca insan, aynı süreyi bir vapur güvertesinde geçirip bambaşka hayatlar yaşıyorlar. Ve o 25 dakikalık ortak paydada hiçbir şey paylaşmıyorlar. Birbirimizin hayatlarına her gün 25 dakika konuk olup birbirimiz hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Alelade bir insana her gün 25 dakikanı ayırsan kim bilir neler öğrenirsin. Ama biz inatla her sabah aynı vapurda tanışmamaya yeminli gibi gidip geliyoruz. Aynı vapurun insanlarıyız ama aynı zaman kesitinin insanı değiliz. İstanbul hakikaten garip....

9 Ocak 2013 Çarşamba

Popüler Kültür Okumaları vol.2 "İmkansız Karaoke"


Herşey internette gezindiğim bir gece, youtube sitesinde alt alta sıralanan videoları tıklamamla başladı. Birkaç video sonra öyle bir videoya denk geldim ki gülmekten gözlerimden yaş geldi. Bir adam yarı çıplak bir halde kuaför koltuğuna uzanmış, önlüklü iki kadın da ellerinde ağdayla adamcağızı acımadan yolunmuş tavuğa çeviriyorlar. Adam da bir yandan "Urfalıyım Ezelden" türküsünü söylemek zorunda. Zira program konsepti bu. O gece zor şartlar altında yarışan tüm yarışmacılar, stüdyo konukları tarafından oylamaya tabi tutuluyorlar. En çok oy alan kırmızı arabayı kapıp gidiyor. Buraya kadar pek bir sorun yok. Ancak sorun, programdaki diğer yarışmacılarla başlıyor. Yılanlı su tankına sokulan kadından mı bahsedeyim yoksa kafasına balıkla vurulup tepesinde zorla şişe patlatılanla mı? İki vahşi köpeğin saldırılarına ve vücuduna verilen elektrik şoklarına rağmen şarkı söylemeye devam eden adamlardan bahsetmiyorum bile.



 Şimdi bir kaç adım geriye çekilip büyük resme bakalım. Başlangıç olarak "alan razı, satan razı sana ne oluyor?" diyebilirsiniz. Sonuçta yarışmacılar oraya zorla getirilmediler. Hür iradeleriyle programa katıldılar. Dolayısıyla başlarına gelebilecek her türlü şeyi göze almış olmalılar. Ancak bu işe tepki vermemin temelde sosyolojik birkaç nedeni var.


Şiddet açlığıyla başlayalım... Gladyatör oyunlarından bu yana süre gelen şiddetin seyirlik hale gelmesi en büyük eleştirim. Zira o stüdyoda bulunan izleyiciler, yarışmacılar acı çekerken kahkahalarla kendilerini savurup yere atıyorlar. İki azgın köpek bir adamı yere devirmiş, dişlerini adama geçirmiş haldeyken izleyiciler zevkten dört köşe haldeler. Bu nasıl olabilir? Ben, videoları dehşet dolu gözlerle izlerken birileri bu izledikleri rezaletten haz duyuyor. İnanılır gibi değil. Nurçay Türkoğlu'nun seyirlik ölümlerden, seyirlik cümbüşlerden kast ettiği tam olarak bu. Her türlü şiddetin toplum için bir katharsis aygıtı olarak kullanılması ve toplumun şiddeti kendi çarkları içinde meşru hale getirmesi hatta bundan zevk alması... İşte bu ve buna benzer işler şiddeti olağana indirgiyor. Prime time'da hem de yılbaşı gecesi gibi çoluk çocuğun aynı anda ekran karşısında olduğu bir zaman diliminde bu programı yayınlayan kanal yönetimi beni hayrete düşürdü. Rating nasıl bir açlıktır ki insanların yüreğinde zerre merhamet bırakmadan vicdanlarını silip süpürüyor?


Ya yarışmacılara ne demeli? Ekranda 10-15 dakika görünmek ya da bir araba sahibi olma ihtimali insanı ne kadar baştan çıkarabilir ki? Nasıl bu rezilliğin bir parçası olabilir insan ? Ya da neden ? Kendine eziyet etmeye değer mi?

Şimdi çatlak sesler yükselecektir, eminim. Bu format yabancı menşeili. Orada çok daha sert koşullarda yarışıyorlar. Hatta orjinal adı "killer karaoke" (katil karaoke)! Peşin hükümlü olmamak adına orjinalini de izledim. Bizimkinden çok da farklı değil. Hoş farklı olsa ne olur? Yurt dışında yapılır olması programı daha mı olağan kılıyor? Elbette hayır!

Allahtan sağ duyusu hala hayatta olan bazı televizyon izleyicileri var da program tek bölüm yayınlanarak yayından kalktı. Türk televizyonlarının en çabuk yayından kalkan programlarından biri oldu. Açıkçası birilerinin uyumuyor olması beni ziyadesiyle memnun etti.





3 Ocak 2013 Perşembe

O Hikayedeki Atlas Bendim İşte!

Dünya dört duvar olsa, dördü de üstüme çökerdi. Ağır ağır adımlıyordum kaldırımları. Damla damla yağan yağmur hafiften ıslatmaya başlamıştı yolları. Henüz seçilebiliyordu arabaların koruduğu yolun kuru tarafı. Sonra aniden bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı yağmur. Ben bir yokuşun başındaydım. Sırtımda tonlarca yük vardı sanki. Hangisini bırakıp yola devam edeceğimi bilemedim. Bismillah dedim ve başladım tırmanmaya. Sırtımdaki ağırlıktan omuzlarımın morardığını hissedebiliyordum. Yağmur beni ıslatsa da cam bir fanusun içinde gibiydim. Sağlıklı olduğu iddia edilen %100 organik ürünler gibi çoktan ölmüştüm. Şehrin tozuna, dumanına, stresine değmeyen ürün canlı olur muydu hiç ? Zaten su da artık derimden geçmiyordu. Ayaklarım da üşümüştü! Yolun ortasına çöküp çocuk gibi gözyaşlarımı yağmura bulamak istedim. Yapamadım, utandım. Yolda sümüklü çocuklar gördüm. Terlikli ayaklarıyla evlerine ekmek yetiştirmekti tek dertleri. Ve bu pervasızlıklarına, sorumsuzluklarına hayran kalmamak elde değildi. Telefonda kavga eden o kadın da aklımda hala... "Canın isterse" diyordu. Canın isterse... Canım neler istiyordu aslında... Elimde keskin bir bıçakla etrafımda birikmiş gamı kasveti kağıttan bir duvarı yırtar gibi yırtıp güneşe ermek istiyordum. Tepedeki çimenliğe yalın ayak koşup çimlerin ıslaklığını sırtımda hissetmek istiyordum. Kimseye iyimiş gibi, güçlüymüş gibi, mutluymuş gibi yapmak istemiyordum ve o kadın gibi karşımdakilere canın isterse deyip kestirip atmak istiyordum. Ben yürüdükçe her adımda yüküm arttı. Adımlarım iyice ağırlaşmıştı. Çıldıran yağmura molayı hatırlatmak istercesine bir saçağın altına sığındım. Önümden onlarca irili ufaklı insan geçti. Arabalar küçülmüş gözbebeklerime ateş eder gibi farlarını yakıyordu. Işıklar gözüme değdikçe ense kökümde bir yerin yandığını hissettim gözlerimin ağrısından. Dünya dört duvar olsaydı o gün bir duvarına toslamışımdır. İşte sallantı da o an başladı. Dört yol ağzına çökmüş, küçük tezgahlı çakmakçı amcayı o an fark ettim. O da bir duvarının dibindeydi dünyanın. Algida şemsiyesinden sular süzülüyordu. Çirkin gri beresinin altından bakan gözlerinin etrafı kırış kırıştı. Siyah elleri soğuktan kızarmıştı ama hiç hareket etmiyordu. O yol ağzında öylece duruyordu. Sanki dünyanın başından beri o yol ağzında çakmak satıyordu. Saçağın altından çıkıp yolun ortasında atıverdim kendimi. Bir araba korna çaldı. Umursamadım. Hep kilit olan şehrin trafiği bir kaç dakika da benim için kilitlense ne olurdu sanki? Otobüs durağında kıçı açıkta kalan bir ben vardım. Herkes tıklım tıkış durağın içinde duruyordu. Ben yükümle dışarıda kalmıştım. Ellerim soğuktan buz gibi olmuştu. Ayaklarım ise çoktan uyuşmuştu. Orada gördüm takım elbiseli kel adamı. Belki gençken yakışıklı bir adamdı ama şimdi göbeği çıkmıştı. Sigara içiyordu durağın köşesinde. Soğuğun da etkisiyle ağzından çıkan buhar, sigara dumanıyla karışıyordu. Tüten bir baca gibi olan ağzı sanki bizden farklı sigara içiyormuş gibi düşündürdü beni. Aslında ne saçmaydı. Sigara sigaraydı ve ne kadar az duman çıkarıyorsan o kadar derinlere çekiyorsun demekti dumanı. Ya kravat takılan işlerden birini yapsaydım? Daha mı mutlu olurdum acaba? Çünkü ben kazanıp kazanamayacağımın belli olmadığı 3 kuruş para için diplomalı hamallık yapıyordum. İşin aslı yaratıcılığımı kullanmak için girdiğim bu işte hiç birşey yaratmıyordum. Aksine yaratılana çöküp onu kullanıyordum. İşsiz geçen her gün bu koca şehirde bit gibi küçülüp, kalmıştım. Bozuk para biriktiriyordum. Para harcatacak her eylemden kaçıyordum. Eve girmeyen ben eve kapanıp kalmıştım. Kalabalık dağıldıktan sonra durağın altına geçtim. Otobüse bindim. Otobüsten indim. Yürüdüm. Artık omuzlarımı da hissetmiyordum. Kızarmış ellerimle kavramaya çalıştığım yükün askıları artık ellerimi kesiyordu. Avuçlarım acıdan zonkluyordu. Hava düştü. Kutup yıldızını gördüm önce sonra ay belirginleşti. Nereye gittiğini tam olarak bilmediğim ama işten eve döndüğünü tahmin ettiğim bir güruha kapılmış yürüyordum. Sağımdan solumdan geçiyorlardı. Birkaç tanesi halime acımadan omuz bile attı. İyice yıkılmıştım. Takatim kalmamıştı. Gözlerime birkaç damla yaş oturdu. Çenem titriyordu. Derin bir nefes alarak boş elimin tersiyle sildim gözlerimi ve yürümeye devam ettim. Kendi halinde bir kadın yaklaştı yanıma. "Size yardım edeyim" dedi. O teklif öyle içimi ısıttı ki sanki hayata dair bir umut yeşermişti içimde. Ama teklifi kabul etmedim. Taşıdığım yük değerliydi. Kimseye emanet edemezdim. Ya çalıp kaçsa? O halimle arkasından bile koşamazdım. Uyandım dünyanın gerçeğine ve bir duvara daha tosladım. Sallanıyorduk dünyayla. Sahi ne ara bu kadar güvensiz olmuştuk hayata? Binadan içeri girdiğimde tek duyulan ıslak ayakkabılarımın temiz seramiklerde çıkardığı gıcırtıydı. Ayaklarım oyun hamuru gibi yumuşak ve buruş buruştu. Yükümü atıp öylece bekledim. Ama o gün öyle bir ağırlık çöktü ki içime. ruhumdaki yükü bir kenara devirip atamıyorum. Dünyanın duvarları her yaşadığım gelişmeyle birlikte bir bir üstüme devriliyor... Şimdi anlıyorum kim olduğumu. O hikayedeki Atlas bendim!