30 Kasım 2011 Çarşamba

Kanımın Sigara ile İmtihanı

Yıllarca sigaraya direndim. Direnmek az gelir nefret ettim sigaradan. Annem de babam da sigara içerler. Çocuk aklımla gider paketlerini kapıp çöpe atardım. Dünyanın lafını söylerdim. Surat asardım.

-Öpmeyin beni leş gibi kokuyorsunuz. 
-Sana sigara almaya bakkala falan gitmem anne !
-Şu kül tablasını kaldırsana ortadan yiaa!
-Nasıl içiyorsunuz şunu anlamıyorum. Çok mu lezzetli sanki ?
-Ne oluyor şimdi bunu içine çekince?
-Salonda içme, mutfakta iç!
-Beni de zehirliyorsunuz!


Ve daha niceleri... Bir gün annem öyle bir kızdı ki

-Hele büyüyünce elinde sigara göreyim. Bak sana yemin ediyorum o sigarayı burnuna sokacağım! dedi. Haklıydı kadıncağız onu da çileden çıkarmıştım.

Lise hayatım boyunca ağzıma sigara sürmedim. Değil içmek, fikri bile beni hasta ederdi. O zaman artık nasıl bir algı varsa bende, sigara büyük adamların işiydi ve pisti. Onu içmek için çok büyük dertlerin olması gerekirdi.
Üniversiteye geçtiğimde sınıfın %90'ı sigara içiyordu. Her mola verildiğinde hep bir ağızdan tüttürüyolardı. Hiç unutmam soğuk bir kış sabahıydı. İlk dersten çıktıktan sonra etrafı doğrama kaplı ve sigara içilebilen mola yerine indik. Tuğçe diye bir arkadaşım var o zamanlar. Paketini çıkarıp bir sigara yaktı. (Malboro Light) Dumanı içine çektikten sonra, dışarı verirken alt çenesini öne doğru itiyor ve dumanı yavaş yavaş salıyordu. Böylece duman çok daha yoğun ve ağır ağır yükseliyordu. Kızın böyle sigara içmesi beni çok etkilemişti. Kışa kadar geçen süreçte sigaraya olan ön yargım ve daha niceleri yalnız yaşayabilmenin getirdiği ben oldum hissiyatıyla iyice kırılmaya başlamıştı. En sonunda dayanamayarak bir sigara istedim. Tadının kötü olacağından öyle emindim ki. Saçmalama ya deli misin ? Ne güzel içmiyorsun işte ne gerek var dedi! Israr ettim en sonunda dayanamayarak bir tane uzattı ve sigaramı yaktı. 

O ilk an İnanılmazdı !

Sigaradan bir duman çektim. Muazzamdı. O an anladım ki aşık olmuştum. O nasıl okkalı, dolu dolu bir tattı. O kadar çok beğenmiştim ki kendime bile itiraf edemedim. Fakat aklımdan ilk geçen şey annem ağzıma s*ç*c*k oldu! Çünkü sigaradan ilk nefesi çektiğim an, bir daha yollarımızın ayrılmayacağını anladım.
Bundan sonrası standart süreç olarak işledi. Önce inkar, ardından otlakçılık, sonra paket taşıma, ciğerine çekme denemeleri, ciğerine çekmeyi başarma, sigara değiştirme, daha sık hastalanmaya başlama, bir kaç bırakma teşebbüsü, sonra kabulleniş, günde 1 paket, sonra 1 buçuk, yemekten sonra bir tane, kahveden sonra bir tane, orgazm mı oldun yak bir tane, otobüs gelmedi kaç dakikadır anasını satayım yak hadi bir tane daha derken, derken kerli ferli sigara kullanıcısı haline geldim. 
Ta ki dört gün önceye kadar! Sigara artık tat vermemeye başlamıştı. Yani içtiğimi tadını sevdiğim için değil, sadece alışkanlık olduğu için içiyordum. O bayılarak içtiğim dal dal sigaralar artık 2. nefeste midemi bulandırır olmuştu. Hatta öyle bir noktaya geldim ki biri karşımda sigara içerken bile midem bulanıyordu. Ve garip bir öğürme isteği geliyordu. O gece birkaç bardak su içip yattım. Ve sabah kalktığımda ağzıma sigara koymayacaktım. Yıllar sonra o sabah ilk defa paket almadım. Şu an sigarayı bırakalı 4 yada 5 gün oldu. Özellikle gün saymıyorum ki takıntı haline gelmesin diye. Yalnız bu gece yemekten sonra canım bir tane yakmak istedi. Ama bu aşamaya geldikten sora geri dönmeyeceğim. Herhangi bir şeye bağımlı olma durumu beni sinir hastası ediyor. Bu yüzden sigaradan kurtulacağım. Bu aşkı söndürmeye karar verdim!

17 Kasım 2011 Perşembe

"Melankoli" Bir Burçtur



Bir film izledim. Bir Trier filmi. Ama şimdikiler içinde izlediklerimin en iyisiydi. Hatta o kadar iyiydi ki sinemaya olan aşkım yeniden depreşti. Fark ettim ki hala özgün, güzel işler çıkabiliyor. Bir gezegen düşünün, dünyaya çarpmak üzere yaklaşan. İsmi Melancholia... Bildiğiniz melankoli yani... Hüznü ve yalnızlığı tercih edinmiş insanların ruh halidir melankoli... Sebepsiz bir keder, sürekli bir üzüntü ve isteksizlik halidir. İsmi böyle olan bir gezegen güneş sistemindeki tüm gezegenlerle adeta dans ederek dünyaya yaklaşıyor. Etraflarında dolanıyor, çarpacak gibi yapıp son anda yörünge değiştiriyor. Filmde bir de kadın var, melankolik bir kadın... Kız kardeşi, annesi, babası, patronu hatta evlenmek üzere olduğu nişanlısı dahi bu genç kadının depresif halinden şikayetçi. Justine garip bir kadın. Gelecekle ilgili konuşmuyor, plan yapmıyor. Geleceği planlayan herkesten uzaklaşıyor. Düğün gecesi evlendiği adamla yatmıyor mesela, onun yerine bahçenin ortasında yeni yetme bir delikanlıyı alıyor altına. Herkes içip dans ederken salonda, o üst katta gelinliğini çıkarıp küvete uzanıyor, yada küçük yeğeninin yanına kıvrılıp uyumayı tercih ediyor. Yaşadığı hayatı inatla kuralsızlaştırıyor, sanki sonun yaklaştığını biliyor. Gecenin sonunda adam Justine'i terk ediyor, evlendikleri gece... Justine için depresyon dönemi tekrar başlıyor. Anlıyoruz ki bu durum kronik ve genç kadın hayatını sürekli diplerde, zaman zaman yükselip sonra tekrar en derinlere çökerek yaşamış. Ve Melancholia'nın Dünya ile randevusu giderek yaklaşıyor. Justine'in durumu öyle ağırlaşıyor ki yürüyemiyor, yıkanamıyor, yemek bile yiyemiyor.


Major depresyon tanısı konmuş biriyle yıllardır yaşadığım için benzer belirtileri hemen tanıdım. Kız kardeşi Claire, Justine'i yanına alıyor. Oğlu ve eşi ile birlikte yaşamaya başlıyorlar. Ve zaman ilerliyor. Claire'in eşi gök bilimci. Ve tüm film boyunca Melancholia'nın dünyaya çarpmayacağını iddia ediyor. Fakat Justine'in Melancholia ile garip bir ilişkisi olduğu fark ediliyor.


Justine sanki Melancholia'nın yer yüzündeki bir parçasıymış gibi davranıyor ve ona kavuşmak için gün sayıyor. Dünya üzerindeki hayat tamamıyla yok olurken, Justine tekrar doğarcasına, içindeki o ışıkla Melancholia'yı aydınlatıyor. Gezegen yaklaştıkça Justine giderek normale dönüyor.


İşte o an fark ediliyor filmin önermesi. Belki de ruhsal hastalık olarak nitelediğimiz çoğu rahatsızlık gezegenlerin etkisi diyor film. Şizofreninin, manik-depresyonun veya melankolinin sebebi tamamen gezegenler  olabilir diyor. Ne kadar dahiyane! Melankolinin, terazi burcu olmaktan pek bir farkı olmuyor bu durumda. 12'lik burç çemberine bir yenisi hatta yenileri ekleniyor bu önermeye göre. Böyle bir yaratıcılık ancak Trier gibi bir adamda peyda olabilir. Filmin sonunda Melancholia gezegenimizi yutuyor. Belki de bir damla kan görmediğimiz tek kıyamet filmini izlemiş oluyoruz.


Film bittikten sonra insanda garip bir uyanış, enteresan bir farkındalık durumu yaşanıyor. Yani bugüne kadar anormal saydığımız birçok şeyi normalleştiriyor. Dünyanın sonu, zihnimizin en derininde var olan sonsuzluk ihtiyacı ve yaşama dürtüsünü yakıp geçiyor, işin aslı bir süre pesimizmin kıyılarına çekiyor seni. Anlamlı olarak addettiğin çeşit çeşit olgular, yargılar kökünden sarsılıyor. Yapacak hiçbir şeyin yok artık! dünya birazdan yok olacak ve seninle birlikte yok olacak. Nefes alacak sayılı dakikan var? Siz olsanız ne yapardınız?

16 Kasım 2011 Çarşamba

Kasım, sana hakkımı helal etmiyorum!

En kısa cümlelerimi kurmaya geldim bu gece. Bilmiyorum, neden kasım bırakmıyor yakalarımızı. Direnmiştim oysa şu yağan çirkin yağmura, manasız soğuğa. Ama içimde bir yerlerden hatta tam ensesinden yakalayıverdi umutsuzluklarımı. Ne kadar mutsuzuz oysa dirensek de yaşamak için. Ama kasım bırakmıyor peşimizi işte. Sigara içiyorum sürekli. Alışkanlık olduğu için de değil üstelik bayıla bayıla içiyorum. Bir plak koyuyorum bazen pikaba... Cızırtısında 1-2 saniye buluyorum kaybettiğim o anları. Ya da birkaç satır okuduğumda bir şiirden sanki dönüyormuş gibi içimdeki umudun efendisi. Öyle nafile ki ! Ah kasım bize yaşattığın tüm bu bedbahtlığın ceremesini çekeceğini bilsem gam yemeyeceğim. Düşmüyorsun peşimizden bir türlü... Az da değil çok çok içiyorum sigarayı. Dumanı ağzımdan verip geri çekiyorum ciğerlerime burnumdan. İşe yaramıyor ama... Sadece dumanlar yükseliyor tavana, sevimsiz bir aydınlatmanın ışığını hüzmelere bölmeni seyrediyorum boş boş! Bal yiyorum mesela ağzım tatlansın diye. Ama geçerken boğazımdan görmüyorum açan ilkbahar çiçeklerini. Sırf canım sıkılıyor diye bol bol yiyorum kasım. Hatta sırf o doyma hazzı uzun sürsün diye iyice acıkıp yiyorum. Bu aralar köşedeki çiğ köftecinin şekerparelerine dadandım. Ne kadar garip değil mi? Acı satan adamdan tatlı alıyorum. Ama sigarayı aldığım bakkalı bir türlü değiştiremedim. Sanki esnafı yakından tanırsam evimdeymiş gibi hissediyorum. Oysa hangimiz evimizdeyiz ki? Benim bir evim var mı onu bile bilmiyorum mesela... Şimdi şu içinde oturduğum dört duvar beni tanımıyor bence. Ayrıca çok sigara içtiğim içinde hep perdelerim sararıyor. Nevresim takımlarını da değiştirmiyorum. Daha az banyo yapıyorum. Biraz kayboldum sanırım. Şu aralar hep kendimi uyuşturmak için pop şarkılar dinliyorum. Bazen sabaha karşı gün doğuyor diye birkaç dakika mutlu oluyorum. Ama İstanbul'da güneş hep bulutlara doğuyor kasım. cidden bizimle alıp veremediğin nedir merak ediyorum! Gerçekten... Yani durup durup ayın ortasında asfaltlara kadar döktüğün kuru yapraklar neyin nesi? Gözümüze sokmak içinse hiç zahmet etme. Arabalar caddelerden el ayak çektiğinde estirdiğin o buz gibi rüzgar hışırdatıyor yaprakları. Şehir ölüyken bile senden kurtulamıyoruz anlayacağın. Aslında umudum vardı bu kasımda! Beni kasıyorsun ama... Bazen yazdıklarımı silip silip yeniden yazıyorum. Çünkü birilerinin benim mutsuzluğumla mutlu olacağını bilmek beni sinir ediyor. Tüm bunlara rağmen bir kadın tanıyorum, o bana iyi geliyor. Mesela beni ailesi yaptı. Çok hoşuma gidiyor. Bana yemek yapıyor, sigaramı yakıyor, çay demliyor. Beni dinliyor, bana anlatıyor. En güzeli de beni anlıyor. Mesela etrafta benim aralarını bozmamı bekleyen o kadar çift var. Ayırasım bile gelmiyor. O kadar tarumarım yani sen düşün! Bir an önce pılını pırtını toplayıp takvimlerden çekilsen ne güzel olacak. Belki o zaman sigarayı bile bırakırım. Sana yaklaşan her günden nefret ettim. Kasımda aşk başka falan değildir. Kasımda aşk, aşık olmak için seçilen en zavallı aydır. O kadar zavallıdır ki gerçek bir aşk acısını bile haketmez! Kasımı sevmiyorum! Doğru duydun, hiç gözlerini belertme boşuna...

3 Kasım 2011 Perşembe

Kasım Başlarken




Ne ay ama değil mi? Herkesin ağzında bir kasım... "En sevmediğiniz ay nedir?" diye bir anket yapılsa eminim ki kasım çıkardı. Çünkü kasım eni konu sevimsiz bir ay. Bir kere hava herkesi sersem ediyor. Giyiyorsun kabanı sıcak geliyor, tişörtle çıksan üşüyorsun. Hiç beklemediğin bir anda deli gibi yağmur yağmaya başlıyor vs... Zaten koşullara ayak uydurmakta zorlanan insanoğlu bu mevsim dönüşünde içsel bir çöküntüye de uğruyor. Yaz bitiyor, havalar soğuyor, günler kısalıyor. Güneşi daha az görünce insan öncelikle daha pesimist oluyor ve bu durum enerjiyi iyice dibe çekiyor. Bu ayda ne hikmetse sevgilisi olanların ya ayrılacağı tutuyor ya da ilişkilerine ara veriyorlar (o ne demek? demeyin ben de anlamıyorum ara vermek ne demek?). Halihazırda ilişkisi olmayanlar için ise melankoli kaynağı kasım ayı! Herkes bir ağlak! İçi sıkılıyor insanın! Sonuçta öyle ya da böyle bir yazı cıvıldayarak geçirmişsin arkadaş! Biraz da irdele bakalım yaşadığın hayatı! Yok, olmaz! İlla ki b*ku çıkacak, bir depresyonun eşiğine gelip gelip geri dönmeler yaşanacak! Sosyal mecralarda o "status" ler bir bir değişecek en duygusalından! Ama bu kasım benim için başka! Bu sefer yenilmeyeceğim! Daha ayın başında, başıma neler geleceğinin farkındayım. Bu toplu çöküşe ayak uydurmayacağım, direneceğim! Aslında suçu ne kadar kasım ayının kendisine atsak da, benim bu konuda birkaç tezim var! Bir tanesi şu; Kasım aralıktan önceki aydır. Aralık birçoğumuz için yeni yıla bağlandığından dolayı bir hazırlık, bir yenilenme ayı sayılabilir. Aralık ayını bir yükseliş ayı sayarsak ve her yükselişin bir çöküşü varsa şayet "kasım aralığın çöküşüdür!" diyebiliriz. Bir diğeri; Sonbahar aynı ilkbahar gibi bir geçiş mevsimidir. İlkbaharda havalar ısınır, bitki örtüsü yeşillenir, insan gereksiz bir neş'e ile dolar! Sonbahar gelince yazı götürür, yazlıklar birer birer boşalır, oteller ucuzlar, dondurmacılar boşalır, gözlük fiyatları düşer yani yaza dair birçok şey uçup gider. Sıcaktan uyuşmuş zihinler soğuğu yedikçe dünyanın hiç de yazın olduğu gibi pembe olmadığının farkına varır. Ve koskoca yaz bitmiştir. Sanki yaz her sene tekrar etmiyormuşçasına başlanır sonbahar suçlanmaya bu hayat sürekli tekerrür ediyor, vay efendim hayatımız çok monoton, hep aynı şey okula-işe git, eve gel! Ya ne olacaktı kardeşim? Yok, yok bu sene kasım kasıntısına uğramayacağım çok iddialıyım! Ama tüm bunların haricinde en büyük problemimiz, birbirimiziz! O kadar çok şikayet edip, söyleniyoruz ki en sonunda birbirimizden etkileniyoruz. Kasım en nihayetinde o 12 aylık döngüden sadece bir tanesi! Ve bu yıl inanın kasım şikayetlerinden içim çıktı. Artık kasım ayına hakkını teslim etmek istiyorum. Geçen kasım kendisine giydiren bir yazı yazdığım için de özür diliyorum. Evet, yine hayatım şahane değil belki ama suç kasımda değil kasılanda! Bu yüzden bu kasım kasılmıyorum! Şarkımı bile seçtim. Journey - Don't Stop Believing...:) Glee söylüyor...