9 Ocak 2013 Çarşamba

Popüler Kültür Okumaları vol.2 "İmkansız Karaoke"


Herşey internette gezindiğim bir gece, youtube sitesinde alt alta sıralanan videoları tıklamamla başladı. Birkaç video sonra öyle bir videoya denk geldim ki gülmekten gözlerimden yaş geldi. Bir adam yarı çıplak bir halde kuaför koltuğuna uzanmış, önlüklü iki kadın da ellerinde ağdayla adamcağızı acımadan yolunmuş tavuğa çeviriyorlar. Adam da bir yandan "Urfalıyım Ezelden" türküsünü söylemek zorunda. Zira program konsepti bu. O gece zor şartlar altında yarışan tüm yarışmacılar, stüdyo konukları tarafından oylamaya tabi tutuluyorlar. En çok oy alan kırmızı arabayı kapıp gidiyor. Buraya kadar pek bir sorun yok. Ancak sorun, programdaki diğer yarışmacılarla başlıyor. Yılanlı su tankına sokulan kadından mı bahsedeyim yoksa kafasına balıkla vurulup tepesinde zorla şişe patlatılanla mı? İki vahşi köpeğin saldırılarına ve vücuduna verilen elektrik şoklarına rağmen şarkı söylemeye devam eden adamlardan bahsetmiyorum bile.



 Şimdi bir kaç adım geriye çekilip büyük resme bakalım. Başlangıç olarak "alan razı, satan razı sana ne oluyor?" diyebilirsiniz. Sonuçta yarışmacılar oraya zorla getirilmediler. Hür iradeleriyle programa katıldılar. Dolayısıyla başlarına gelebilecek her türlü şeyi göze almış olmalılar. Ancak bu işe tepki vermemin temelde sosyolojik birkaç nedeni var.


Şiddet açlığıyla başlayalım... Gladyatör oyunlarından bu yana süre gelen şiddetin seyirlik hale gelmesi en büyük eleştirim. Zira o stüdyoda bulunan izleyiciler, yarışmacılar acı çekerken kahkahalarla kendilerini savurup yere atıyorlar. İki azgın köpek bir adamı yere devirmiş, dişlerini adama geçirmiş haldeyken izleyiciler zevkten dört köşe haldeler. Bu nasıl olabilir? Ben, videoları dehşet dolu gözlerle izlerken birileri bu izledikleri rezaletten haz duyuyor. İnanılır gibi değil. Nurçay Türkoğlu'nun seyirlik ölümlerden, seyirlik cümbüşlerden kast ettiği tam olarak bu. Her türlü şiddetin toplum için bir katharsis aygıtı olarak kullanılması ve toplumun şiddeti kendi çarkları içinde meşru hale getirmesi hatta bundan zevk alması... İşte bu ve buna benzer işler şiddeti olağana indirgiyor. Prime time'da hem de yılbaşı gecesi gibi çoluk çocuğun aynı anda ekran karşısında olduğu bir zaman diliminde bu programı yayınlayan kanal yönetimi beni hayrete düşürdü. Rating nasıl bir açlıktır ki insanların yüreğinde zerre merhamet bırakmadan vicdanlarını silip süpürüyor?


Ya yarışmacılara ne demeli? Ekranda 10-15 dakika görünmek ya da bir araba sahibi olma ihtimali insanı ne kadar baştan çıkarabilir ki? Nasıl bu rezilliğin bir parçası olabilir insan ? Ya da neden ? Kendine eziyet etmeye değer mi?

Şimdi çatlak sesler yükselecektir, eminim. Bu format yabancı menşeili. Orada çok daha sert koşullarda yarışıyorlar. Hatta orjinal adı "killer karaoke" (katil karaoke)! Peşin hükümlü olmamak adına orjinalini de izledim. Bizimkinden çok da farklı değil. Hoş farklı olsa ne olur? Yurt dışında yapılır olması programı daha mı olağan kılıyor? Elbette hayır!

Allahtan sağ duyusu hala hayatta olan bazı televizyon izleyicileri var da program tek bölüm yayınlanarak yayından kalktı. Türk televizyonlarının en çabuk yayından kalkan programlarından biri oldu. Açıkçası birilerinin uyumuyor olması beni ziyadesiyle memnun etti.





3 Ocak 2013 Perşembe

O Hikayedeki Atlas Bendim İşte!

Dünya dört duvar olsa, dördü de üstüme çökerdi. Ağır ağır adımlıyordum kaldırımları. Damla damla yağan yağmur hafiften ıslatmaya başlamıştı yolları. Henüz seçilebiliyordu arabaların koruduğu yolun kuru tarafı. Sonra aniden bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı yağmur. Ben bir yokuşun başındaydım. Sırtımda tonlarca yük vardı sanki. Hangisini bırakıp yola devam edeceğimi bilemedim. Bismillah dedim ve başladım tırmanmaya. Sırtımdaki ağırlıktan omuzlarımın morardığını hissedebiliyordum. Yağmur beni ıslatsa da cam bir fanusun içinde gibiydim. Sağlıklı olduğu iddia edilen %100 organik ürünler gibi çoktan ölmüştüm. Şehrin tozuna, dumanına, stresine değmeyen ürün canlı olur muydu hiç ? Zaten su da artık derimden geçmiyordu. Ayaklarım da üşümüştü! Yolun ortasına çöküp çocuk gibi gözyaşlarımı yağmura bulamak istedim. Yapamadım, utandım. Yolda sümüklü çocuklar gördüm. Terlikli ayaklarıyla evlerine ekmek yetiştirmekti tek dertleri. Ve bu pervasızlıklarına, sorumsuzluklarına hayran kalmamak elde değildi. Telefonda kavga eden o kadın da aklımda hala... "Canın isterse" diyordu. Canın isterse... Canım neler istiyordu aslında... Elimde keskin bir bıçakla etrafımda birikmiş gamı kasveti kağıttan bir duvarı yırtar gibi yırtıp güneşe ermek istiyordum. Tepedeki çimenliğe yalın ayak koşup çimlerin ıslaklığını sırtımda hissetmek istiyordum. Kimseye iyimiş gibi, güçlüymüş gibi, mutluymuş gibi yapmak istemiyordum ve o kadın gibi karşımdakilere canın isterse deyip kestirip atmak istiyordum. Ben yürüdükçe her adımda yüküm arttı. Adımlarım iyice ağırlaşmıştı. Çıldıran yağmura molayı hatırlatmak istercesine bir saçağın altına sığındım. Önümden onlarca irili ufaklı insan geçti. Arabalar küçülmüş gözbebeklerime ateş eder gibi farlarını yakıyordu. Işıklar gözüme değdikçe ense kökümde bir yerin yandığını hissettim gözlerimin ağrısından. Dünya dört duvar olsaydı o gün bir duvarına toslamışımdır. İşte sallantı da o an başladı. Dört yol ağzına çökmüş, küçük tezgahlı çakmakçı amcayı o an fark ettim. O da bir duvarının dibindeydi dünyanın. Algida şemsiyesinden sular süzülüyordu. Çirkin gri beresinin altından bakan gözlerinin etrafı kırış kırıştı. Siyah elleri soğuktan kızarmıştı ama hiç hareket etmiyordu. O yol ağzında öylece duruyordu. Sanki dünyanın başından beri o yol ağzında çakmak satıyordu. Saçağın altından çıkıp yolun ortasında atıverdim kendimi. Bir araba korna çaldı. Umursamadım. Hep kilit olan şehrin trafiği bir kaç dakika da benim için kilitlense ne olurdu sanki? Otobüs durağında kıçı açıkta kalan bir ben vardım. Herkes tıklım tıkış durağın içinde duruyordu. Ben yükümle dışarıda kalmıştım. Ellerim soğuktan buz gibi olmuştu. Ayaklarım ise çoktan uyuşmuştu. Orada gördüm takım elbiseli kel adamı. Belki gençken yakışıklı bir adamdı ama şimdi göbeği çıkmıştı. Sigara içiyordu durağın köşesinde. Soğuğun da etkisiyle ağzından çıkan buhar, sigara dumanıyla karışıyordu. Tüten bir baca gibi olan ağzı sanki bizden farklı sigara içiyormuş gibi düşündürdü beni. Aslında ne saçmaydı. Sigara sigaraydı ve ne kadar az duman çıkarıyorsan o kadar derinlere çekiyorsun demekti dumanı. Ya kravat takılan işlerden birini yapsaydım? Daha mı mutlu olurdum acaba? Çünkü ben kazanıp kazanamayacağımın belli olmadığı 3 kuruş para için diplomalı hamallık yapıyordum. İşin aslı yaratıcılığımı kullanmak için girdiğim bu işte hiç birşey yaratmıyordum. Aksine yaratılana çöküp onu kullanıyordum. İşsiz geçen her gün bu koca şehirde bit gibi küçülüp, kalmıştım. Bozuk para biriktiriyordum. Para harcatacak her eylemden kaçıyordum. Eve girmeyen ben eve kapanıp kalmıştım. Kalabalık dağıldıktan sonra durağın altına geçtim. Otobüse bindim. Otobüsten indim. Yürüdüm. Artık omuzlarımı da hissetmiyordum. Kızarmış ellerimle kavramaya çalıştığım yükün askıları artık ellerimi kesiyordu. Avuçlarım acıdan zonkluyordu. Hava düştü. Kutup yıldızını gördüm önce sonra ay belirginleşti. Nereye gittiğini tam olarak bilmediğim ama işten eve döndüğünü tahmin ettiğim bir güruha kapılmış yürüyordum. Sağımdan solumdan geçiyorlardı. Birkaç tanesi halime acımadan omuz bile attı. İyice yıkılmıştım. Takatim kalmamıştı. Gözlerime birkaç damla yaş oturdu. Çenem titriyordu. Derin bir nefes alarak boş elimin tersiyle sildim gözlerimi ve yürümeye devam ettim. Kendi halinde bir kadın yaklaştı yanıma. "Size yardım edeyim" dedi. O teklif öyle içimi ısıttı ki sanki hayata dair bir umut yeşermişti içimde. Ama teklifi kabul etmedim. Taşıdığım yük değerliydi. Kimseye emanet edemezdim. Ya çalıp kaçsa? O halimle arkasından bile koşamazdım. Uyandım dünyanın gerçeğine ve bir duvara daha tosladım. Sallanıyorduk dünyayla. Sahi ne ara bu kadar güvensiz olmuştuk hayata? Binadan içeri girdiğimde tek duyulan ıslak ayakkabılarımın temiz seramiklerde çıkardığı gıcırtıydı. Ayaklarım oyun hamuru gibi yumuşak ve buruş buruştu. Yükümü atıp öylece bekledim. Ama o gün öyle bir ağırlık çöktü ki içime. ruhumdaki yükü bir kenara devirip atamıyorum. Dünyanın duvarları her yaşadığım gelişmeyle birlikte bir bir üstüme devriliyor... Şimdi anlıyorum kim olduğumu. O hikayedeki Atlas bendim!