20 Şubat 2010 Cumartesi

9'a Varamayan Bir 8½ Denemesi!


Fellini çekmiş, başyapıt olmuş. Ben çok sevmesemde akademisyenlerin, sinema adamlarının ve izleyicilerin bir bildiği vardır elbette. Federico Fellini'nin 8½ filminin üzerinden geçen yıllar sinema tarihinin en iyi filmlerinin arasına sokmuştu bu filmi ve alakasız bir şekilde Rob Marshall'ın yükselmekte olan kariyer eğrisinin baltalanmasına neden olacaktı aynı film. Rob Marshall Chicago'yu çektiğinde sonra ki filmleri için umutla ellerimizi ovuşturmaya başlamıştık. Kostümü, koreografisi, cast seçimi, soundtracki ve görüntü yönetimi takdire şayandı. Çok özenli bir işti! Ardından Bir Geyşanın Anılarını izledik, oldukça da beğendik. 2009'un sonlarına doğru imdb'de gezinirken şans eseri "NINE" ile ilgili bir habere rastladım. Haberin resminde Penelope Cruz jartiyerli bir poz vermişti. Bu fotoğrafın büyüğünü görmek için habere tıkladım :) Fakat açılan haberde Rob Marshall'ın korkunç kadrosuyla burun buruna geldim. Bir Cruz fotoğrafı bana yılın haberini okutmuştu. Tahmin edersiniz ki Marshall "nine" isimli bir müzikal çekiyordu. Müzikali görünce aklımda hemen Chicago'dan kareler belirdi. Panik içinde haberi okumaya devam ettim. Ve o şok edici kadro sıralandı gözlerimin önünde Daniel Day-Lewis, Judi Dench, Marion Cotillard, Nicole Kidman, Penelope Cruz, Kate Hudson, Fergie ve Sophia Loren yok artık dedim şöyle kocamanından! Olamazdı yahu! Nasıl olurdu böyle bir kadro! Hemen fragmanını buldum! O da harikaydı! O geniş kadro gerçekti ve hala gözlerime inanamıyordum! Ardından merakla filmi beklemeye başladım. Bu merakım dün geceye kadar artarak devam etti!
...Film bitti! Bir kere daha kendi kendime tekrar ettim, "Şu yüksek beklentin seni birgün mahvedecek!" Zihnimde öylesine bir fantazyalar alemi yaratmıştım ki, Film bittikten sonra tek hissedebildiğim yoğun hayal kırıklığıydı! İşin pis tarafı ise kesinlikle filmde elle tutulur kötü bir gerekçe bulamıyordum. Filmi beğenmemiştim ve nedenini bilmiyordum. Ambalaj güzeldi, sesler, ışıklar, danslar kostümler harikaydı! Oyunculukların hepsi vasatın üstündeydi! Peki neydi sorun? Film, araya replikler serpiştirilen 8-10 video-clipten ibaretti. İyi de müzikal filmler zaten böyle olurdu! Replikler şarkılar aracılığıyla aktarılırdı! Neydi sorun yahu?
Sorunu uykuya dalarken Fellini'nin filmini düşünürken buldum. Nine'nın içi boşaltılmıştı! Film öylesine ambalaja abanmıştı ki teknik, içeriği ezip geçmişti! Bir sanatçının tutulmuş yaratıcılığına odaklanamadan birileri şarkı söylemeye başlıyordu! Guido(day-lewis)son filmleri fiyasko olan fakat buna rağmen ülkesini dünyaya tanıttığı için sevilen ünlü bir yönetmendir. Guido bir film çekmek üzeredir fakat çekeceği filmin konusunu kendi dahi bilmemektedir. Guido hayatında ki kadınlarla öylesine meşguldur ki işine odaklanamamaktadır. Çevresi sanatçı faktörünü gözardı etmektedir ve onun üzerinde sosyal bir baskı kurmaktadır.Bu tıkanmışlık hali Guido'yu daha da içinden çıkılmaz bir duruma sokmaktadır.
Fellini, Guido'nun çaresizliğini öyle güzel işlemektedir ki, Guido'yu sade bir körelmiş sanatçı olarak nesnelleştirmeyiz. Guido'nun içine girerek onun gözünden onun bol yanılsamalı dünyasını görürüz. Marshall, Guido'nun sanatçılığını bir yana bırakarak, onu sadece kart bir zampara olarak ele almakta, bu durum da izleyici ile Guido'nun özdeşleşme mekanizmasını sarsmaktadır. Ayrıca Guido'nun kadınları sürekli kendi dertlerini anlatarak bizim konudan giderek uzaklaşmamıza hatta yabancılaşmamıza neden olmaktadır. Bu yüzden film, aradan performans sahneleri cımbızlanarak müzik videosu formatında paketlense izleyici olarak pek birşey kaybetmeyiz.
Bu yüzden filmin genelini ele alamıyorum ama birkaç not var ki onları aktarmadan geçemeyeceğim.
Penelope Cruz en iyi yardımcı kadın oscar adaylığını sonuna kadar haketmiştir. Cruz filmin parlayan yıldızıdır. Kendisinden önce bu role Renee Zelwegger düşünülmüştür. İyi ki de sadece düşünülmüştür. Carla karakteri, ateşli bir esmeri çağrıştırmaktadır çünkü. Cruz, şarkı ve dans performanslarında kendini aşıyor. Hele bir telefon konuşması sahnesi var ki! Anlatamam, izlenmesi şart!
Judi Dench ve Daniel Day-Lewis'in kimyaları birbirini acaip tutuyor. Şahane ikili olmuşlar.
Marion Cotillard sen nasıl ışıklı bir kadınsın! Onlar nasıl gözler öyle! Take it all şarkısıyla en iyi orjinal şarkı adaylığı var oscar'da!Hakkıdır.
Benim için en önemlisi ise Sophia Loren'i tekrar görebilmekti. Belki film içinde toplamda on dakika bile görünmedi. Fakat o göründüğü on dakika verdiği kadın olma dersi için yetti de arttı bile!
Güzel kadrajları, şahane renkleri ve ışıklarıyla Marshall güzel bir çerez film ortaya çıkarıyor. Fellini dehasını ise bir kez daha izleyiciye hatırlatıyor.Umarım ki Rob Marshall yeteneğini sağlam metinlerle birleştirerek güzel filmler meydana getirsin. Sinemanın buna gerçekten çok ihtiyacı var!

16 Şubat 2010 Salı

Gitmeye Dair


Yine bir yolculuk... Bir yolculuktan ziyade bir milat bu. İki şehir arasında mekik dokumalarımında finali... Hiç görmediğim bir dünyaya açılan harikalar diyarının kapısına yürür gibi... Bir şehirden uzaklaşırken diğer şehre yaklaşmak ne kadar da ironik! Ve yıllarını son bir kaç saate ve dört duvarın arasına kilitlemek...! Odaların hafızasını gözardı ederek, sanki senin yaşadığın herşeyden habersizlermiş gibi haksızlık yapmak onlara ne kadar acı! Çünkü onlarca ten değdi onlara ! Odalar unutmuyor, unutmayacak! Benden öncekileri de hatırlıyordu odalar, muhtemelen benden sonrakileri de hatırlayacaklar! Odalar alabildiğine sarı! Sapsarı odalar! Sarı hasedini kendine saklayan bir renktir! Sarı ketumdur! Sarı anlatmaz belki ama unutmaz da! Sarı odaları terkediyorum, boylu boyunca sarıyım! Sapsarıyım bende! Belki de onun en kötü tonuyum! Çünkü bana nerden geldiğini ve nereye gideceğini unutma diyorlar! Unutamıyorum be odalar! Mümkün değil unutamıyorum mesafelerimin amacını! Bundandır sarıya kesişi benzimin!
Zaman daralıyor diyorum hep! Daralıyor tabii ki! Kime göresini sorgulamayın boşuna odalar! Siz isteseniz de bırakıp gidemezsiniz ama ben çocukluğumu bırakıyorum kucağınızda! Benden giderken sizden artıyor! Zormuş... Koli kokusunu unutmam artık! Bulaştı çünkü tüm yaşanmışlıklarıma! Ben giderken toplanmıştı eşyalar üst üste ve odalar salacak gibi değildi onları! Tıpkı şehvetle bağlanmış iki beden gibi kenetli! Hiç ayrılacak gibi durmuyorlardı ben kapıyı çekip çıkarken! Konuşamadım hepinizle teker teker çekip gideken! Korktum diyeceklerinizden belki de!
Ahh canına yandığım odalar! Küçüklü büyüklü odalar! Yalnızlığımın ve kalabalıklığımın eş zamanlı dilsiz şahitleri! Bakmadınız gözümün yaşına! İzmiri bile size bıraktım ben sefasını sürün diye, kadın kokusu kusuyorsunuzdur şimdi beni bir daha görmeyecek olmanın sevinciyle! Haksızda değilsiniz! Biliyorum ki çok şeye tanıksınız! Canım acıyor ama... Çok acıyor hemde... Yüzüm gülse de içime döküyor acısı kelimelerimin nutku tutulurken! Ahh odalar! Hain kara-sarı odalar!
Benim isteğimdi bırakıp gelmek! Kimse sorumlu değildi aslında! Şartlar öyle değişti ki aniden, evi kapatmak zorunda kaldık! Benim ihtiraslarımın kurbanıydı odalar! Çıkmadan önce son bir kare donsun istedim beynimde! Çıkıp baktım balkondan karşı apartmanlara! Işıl ışıl yanıyordu evler, bu evlerin hepsinde başka başka yaşamlar vardı kuşkusuz! Hepsi farklı çizgilerin izinde yürüyordu! Bu çizgiler döne döne birbirinin içinden geçiyor, bazen kesişiyor, bazen sonsuza dek birbirinden uzaklaşıyordu. Bir anda aydınlandım! Farketmiştim henüz hiçbirşeyin bitmediğini belki de yeni başladığını! Tarihin yazılamadığı bir zaman diliminde çizilmişti bu eğriler! Ve akıl almaz bir gücün kudretiydi gelecek! Neyin geleceğide bilinemezdi tıpkı neyin gideceği gibi! Bu yüzden tasalanmak dertlenmek nafileydi! Anladım ki gitmek benim sadece kişiliğimin yapıtaşı değildi! Kaderimin esas katığıydı!
Gitmek! Kaçmak değil sakın kaçmak deme! Bu gitmek çünkü! Posasını çıkardığım bu sokalardan koparak, posamı çıkaracak sokaklara yüksek bir bilinçle gidiyorum ben! Kaçmıyorum! Bitmiş demek ki görevim! Kapanmış defterlerim! Kesilmiş hesaplarım! Gitmem gerekiyor! Ben sabit kalsam da giderim zaten! Ben gidenlerdenim! Ruhum sürterken aşifte gibi bilmediği odalarda bu kez bedenimi de sürüklüyor meraka olan merakımla! Duydunuz işte gidiyorum odalar! Yeni odalara gdiyorum ben!
Yalnız siz değil beni üzen, arkamda bıraktığım sevdiklerim! Beni sevenler umrumda değil de sevdiklerim...! Onları bırakmak fena! Yoksa sizin gibi hain 4 duvarın derdinde değilim!
Zaman geçti yine! Ve ben daha da yaklaştım uzaklaşırken sevdiğimden, ateşli metresime! Pencereden dışarısı karanlık! Ne sarısı kalmış odaların, ne pembesi kalmış yağmurların! Duygusu silinmiş kalbimizden, damlası donmuşken gözyaşımın! Dilimde o şarkı yine “birgün gidersen, aldatırsan diye korkuyor kalbim” ! Elveda sahibim elveda! Mülteciyim artık! Misafir gibi gelir giderim artık sana şehir! Göremem artık sizi odalar! Egomu parlatamazsın deniz! Ve kirli elllerine, dudaklarına dokunmam artık! Ben temize çektim seni! Diri kalçalarına değmeyecek ellerim! Çünkü gittim, gidiyorum ilelebet gideceğim artık! Koli kokusunun hüznü sindi bir kere bu parmaklara... Unutmayın beni odalar! Unutmayın sakın...!

9 Şubat 2010 Salı

Dedelerin Mis Gibi Rutubet Kokan Elleri Vardır


"Hayatımızın defterine mesut günleri noktalarken,
Böyle günleri de kaydedeceğimi hiç düşünmemiştim
Heyhat! Hep mi bu erkekler birbirine benzer acaba neden ?
Beni canı gibi seven adam alevler içinde kıvranırken
Seyirci kalması ne tuhaf
Hiç kıymetinde olan insanlara
Karısını(sevgisini) değişmesi
Allahım sıhhatimi, servetimi aldın!
Bunların üstüne verdiğin varlığıda
Teselliyi alacaksan ...
"

Ve düşüyor bir kitap yere, kapanıyor bir pencere... Dedemin şiir defteri elimden kayıyor. Yere düştüğünde çıkardığı o ses, göle düşen bir damla su gibi halka halka odada yankılanıyor. Bu küf ve naftalin kokulu eski defter üzerinde gezinen o büyük ellerden yıllar sonra daha genç ve daha büyük ellere değiyor. Bu şiir, defterin son sayfasında yer alıyor, devamı sonsuz sarı sayfalarla dolu tıpkı hayatlarımız gibi... Bu şiiri o koca adamın ağırlaşmadan önce yazmaya başladığını ve tamamlayamadığını tahmin ediyorum. Şiiri bitmezken, hayatı bitiveriyor... Bu küçük defter boyutunun aksine içinde kocaman bir kalbe can veriyor. Onun parmak izlerini taşıyor. O inci gibi yazı, küçücük ve karakterli harfleri onun bilinmeyen bu yeteneğini bu sarı sayfalarda sembolize ediyor. Karısına duyduğu büyük aşkı her sayfada yazıyor, bu dünyadan göçerken bile hala geride bıraktığı karısını düşünüyor.
Oturduğum sandalyeye mıhlanıyorum. Yaşanmamış bir hayat beliriyor hayal perdemde. Hiç tanıyamadığım dedemin bana bırakabildiği tek ve en güzel şey bu küçük defter çünkü. Zihnim tozlu bir kitabı karıştırır gibi sayfaları çeviyor, beni de beynimi de toza buluyor. Bilmediğim bir hayatın, benden önce ölen bir adamın içinde ki beni buluyorum. Onun satırlarında onu görüyorum, ellerini tutuyorum, dedikleri gibi bana benziyor! Nerdesin dede? Nerdesin ? Nasıl gidersin bu kadar erken, beni okumamış beni dinlememişken nasıl gidersin ? Bana kelimelerin efendisi olmayı öğretmeden nasıl göçersin ? Aklım almıyor!
Eminim sen olsan herşey çok daha farklı olurdu! Sen benim için bir silüetten ibaretken, bu defterle ete kemiğe büründün! Tanımadığım bir adamı sevmem gerektiği için değil, eğer hayatta olsaydın zaten sevecek olduğum için sevdim! Ahh dede, karın yaş alıyor her geçen gün! Ben büyürken, o yaşlanıyor! Seni özlüyor, hep özlüyor! Her adın geçtiğinde kuruyan gözpınarlarından yaşlar süzülüyor o kırışık yanaklarından gerdanına! Yüz çizgilerinde yaşıyorsun anneannemin! Yaşadığınız aşkı, bitmez tükenmez bir iştahla defalarca dinliyorum hiç sıkılmadan! Annem hala sesinin olduğu kasetleri saklıyor evde teyp olmamasına rağmen. Çok zaman geçti dede çok! Plaklarını saklıyorum ama aklın kalmasın sakın! Geçmişi iki nota arasına kilitleyen o cızırtılı plaklar, anı çözüyor! Ne dinlemişsen onu dinlemek, ne okuduysan onu okumak istiyorum! Senin gibi maharetli parmaklara sahip olmak, senin gibi İzmir'e nam salan bir aşçı olmak istiyorum! Çok şey değil istediğim, sadece bir sabah çıkıp gelmeni... Elinde taze ekmekle... O olmasa da olur sadece sen gelsen... Bizimle çay içsen bir sabah dede... Bir kerecik görsem seni! Çok mu şey istiyorum? Tanıyamadığım seni çok özlüyorum! Anlatmanı bana oraları... Girit dolaylarını... Bilmediğim coğrafyaları döksen önüme atlas gibi! Kazısan zihnime nasıl biri olduğunu kimsenin kazıyamadığı gibi...
Zaman daralıyor! Seni nasıl andığımı görüyorsun! Seni anlayabildiğimi biliyorsun! Bir akşam bir de ben varım şimdi ama sen yoksun! Şükür ki dizlerin var dede! Seni unutmayacağım. Ruhun şâd olsun!

"Akşamın siyah rengi inince ufuklara
Gönlümde ki acıyı daha derin duyarım
Bir melâl perde perde yayılır boşluklara
Damla damla dökülür, kalbime gözyaşlarım

Sessizliğin koynunda uyuyor şimdi heryer
Penceremin önünde uyumayan ben varım
Dağ gibi emellerim yıkıldı birer birer
Hayâl olan günlerin hasretiyle yanarım
"

K.M. DEMİRTAŞ