15 Temmuz 2017 Cumartesi

Popüler Kültür Okumaları Vol.3; Lima-Hara Aşkı Üzerinden Medya-Kitle-Kapitalist İdeoloji ilişkisi



“Medya, halkı tatmin etmekten çok kuşatır, bağlar. Bir yapımcının memnun etmesi gereken ilk izleyiciler, filmin mali destekleyicileri, yani sponsor şirketler, stüdyo ve TV kanalı patronlarıdır. Çünkü film ve televizyon dizilerinin çoğu halka gösterilmeden önce tamamlanır. İzleyici tepkisini yansıtacak biçimde değiştirilmeleri artık mümkün değildir... Bize, ne istiyorsak onu verdiklerini iddia edenler, bizim, onlar ne veriyorsa istememizi sağlamak için de her şeyi yaparlar.”[1]

ABD’li siyaset bilimci Michael Parenti, henüz televizyonun altın çağının başladığı 1990’lı yıllarda ‘ama halk bunu istiyor’ önermesinin nasıl bir sis bulutuna sarılı olduğunu bu sözlerle açıklamıştır.

Medya kuruluşları, toplum tabanından tepki aldıkları en radikal, en dik söyleme sahip, kendileri için bazen oldukça az önem arz eden, bazen en kısa bazen de çok uzun ‘medya partikülleri’ için yaygın olarak bu önermeyi kullanır.

“Halk bunu istiyor!”

Peki, gerçekten halk bunu mu istemektedir?

ABD’li bir diğer iletişim kuramcısı Noam Chomsky yıllarca bunun tam aksini iddia etmiştir.

Chomsky’e göre medya-iktidar ilişkisi ve bu ilişkiyi ana ekseninde kucaklayan kapitalist ideoloji halkın aslında tam olarak ne istediğini çok da önemsememektedir. [2]

İktidar ağına sarılmış olan medya halkı yoğun bir enformasyon (bilgi) bombardımanına tutmakta, onların kafasını bu bilgi kirliliği ile yorup onları paralize ederken, seyirlik eğlencelerle uyuşturarak doğru-yanlış ayrımını yapmaktan geri tutmaktadır.

Döngünün bir sonraki aşamasını yazar Adlous Huxley ‘Cesur Yeni Dünya’ romanında kurduğu distopik evrende açıklar.

Huxley, uyuşukluğu uzun bir süre devam eden ve simülasyon, geçici hazlarla kısa süreli ama yoğun tatminler yaşayan halkın bir süre sonra ‘gerçeği aramaktan, gerçeği istemekten’ vazgeçeceğini öne sürer.[3]    

Yani Huxley, kitlelerin medyanın yarattığı simülasyon evreninin halk tarafından gerçekten daha gerçek – Fransız filozof Jean Baudrillard buna hiper-gerçeklik diyor-  algılandığını söylemektedir.

Ancak döngüyü, medya-iktidar ve tüketim toplumu üçgenine yeniden indirgeyecek olursak tüm bu kuramsal bilginin veriliş amacına da otomatik olarak dönmüş olacağız.

“Halk gerçekten ne istiyor?”

Son dönemde başta Türkiye medyası olmak üzere yabancı basının da yoğun ilgisini çeken yazar Metin Hara ve Brezilyalı süper model Adriana Lima’nın magazin diliyle ‘gündeme bomba gibi düşen ilişkisini’ örneklem olarak alalım.

Elbette bu örneklemin seçilme amacı “bu ilişkinin sadece gündeme bomba gibi düşmesi” değildir.

Öncelikle bu magazinsel görünen gelişmeyi incelemeye değer kılan ilişkinin ilk göze çarpan özelliği olan ikili arasındaki sosyo-ekonomik farktır.

Bu ilişki, yazınsal tarihin ana temalarından biri olan zengin-fakir mitinin yeniden üretimi olarak görebiliriz. Bunu aynı zamanda güzel-çirkin mitinin yeniden üretime sokulması olarak da görebiliriz.

Masallardan başlayarak edebiyata oradan tiyatro ve sinemaya - örneğin Yeşilçam - uzanan klasik anlatının temelinde yatar bu mit ve şunu içerir;

“İki cihan bir araya gelse de aralarındaki farklar (sınıfsal, ekonomik, estetik) dolayısıyla bir araya gelemeyecek olan iki aşık bir araya gelirler. Çünkü aşk her şeyin üstünde durmaktadır, çünkü mucizeler her köşe başında bizi beklemektedir. Sabredin ve bekleyin!”

Yukarıdaki satırlara uzaktan baktığımızda bize olumlu bir tasavvur sunsa da aslında satır araları çoğu zaman olduğu gibi gerçek mesajı saklar.

Evet, iki cihanın iki farklı insanı bir araya gelmiştir. Ama nasıl?

Gerçek olmayan mucizeler sayesinde... Peri anneler, yedi cüceler, prensler ve camdan ayakkabılar...

Yakın tarihin peri masallarında da durum farksızdır. İki aşığın bir araya gelmesi yine mucizevi ve beklenmedik gelişmeler sayesinde olur.

Dolayısıyla hikayelerin son kod kırıcıları – yani halk, kitle – mucizelere olan tutkusu nedeniyle bu ilişkileri hemen bağrına basar. Gerçek hayattaki bu peri masallarının gerçekliğini sorgulama ihtiyacı hissetmeden kabul eder.

Evet, kitle bu masalları kendininmiş gibi kabullenmeye hazırdır. Peki medya bu hikayenin neresindedir?

1982 doğumlu yazar, kişisel-gelişim uzmanı Metin Hara kariyerinin henüz başında birçoklarına göre gelecek vaat eden, bir kısmın ise hiç haberdar olmadığı, popüler kültür ikonu olma yolunda emin adımlarla ilerleyen bir simadır.

“Aşkın İstilası” adıyla yayınladığı üçlemenin ilk halkası “Yol” binlerce satarak kısa sürede ‘Best-Seller’ listesinde üst sıralara tırmanmıştır. Lima ile olan ilişkisi geleneksel ve sosyal medya üzerinden dolaşıma girmeden bir kaç ay önce de yazarın “Yol” kitabı İngilizce olarak yayınlanmıştır. Estetik açıdan değerlendirecek olursak Hara, genel-geçer estetik algısında ‘vasat’ bir noktada konumlanmaktadır.

36 yaşındaki dünyaca ünlü Brezilyalı top model Adriana Lima ise Victoria’s Secret isimli iç çamaşır markasının baş mankenlerinden biridir. Melek olarak anılan bu modeller dünya genelinde, medyanın da büyük katkısıyla zaman içerisinde birer ‘arzu nesnesi’ne dönüşmüşlerdir.

Dolayısıyla, dünya üzerindeki heteroseksüel eğilimlere sahip bir çok erkeğin ve homoseksüel eğilime sahip kadınların beğendiği ve / veya arzuladığı bir semboldür Lima.

Bu şartları baz aldığımızda medya, Lima-Hara ilişkisini güzel-çirkin miti üzerinden değerlendirerek yeniden üretime sokmuştur.

Ve beklenen olmuş, halk da medyanın zokasını yutarak bu ilişkiyi konuşmaya başlamıştır.

Bir kesim kitle Hara’nın Lima ile birlikte olabilecek kadar yakışıklı olduğunu söylemektedir. Bir başka kesim ise ‘dünya güzeli’ Lima’nın Hara’da ne bulduğunu ve ona neden aşık olduğunu anlamamaktadır. Bu kesim aynı zamanda Hara’nın Lima’nın onunla birlikte olabilecek kadar zengin olmadığına da kanaat getirmiştir.

Zira bu – yargılayıcı, indirgemeci ve insanları kategorilere ayırarak, istifleme konusunda her türlü hakkı kendinde bulan – kitle aynı sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel pozisyonlara sahip olmayan iki kişinin aralarında para ve / veya güzellik bağlantısı olmadan bir aşk yaşayabilme olasılığına hiç ihtimal vermemektedir.

Medya ise bu ilişkiyi yine aynı bağlamda sunarak, ilişkiyi konuşup konuşturarak standart iki insan arasında olabilecek bir ilişkiye haber niteliği kazandırmaya devam etmektedir.

Gerekçe ise hep bildiğimiz gerekçedir; Çünkü halk bunu istemektedir.

Tüm bu süreçte titizlikle irdelenmesi gereken üç sacayağı vardır. Kitle, medya ve Hara-Lima...

Hara-Lima ilişkisi ve bu ilişkinin haber olarak servis edilmesi en çok kimin işine yaramıştır?

İlk olarak medya...

Medya ezber bozmamış, her ’sürpriz’ ilişkiye uyguladığı formülü bu ilişkiye de uygulamıştır. Önce havaalanında çekilen gizli kamera görüntüleri ‘sürpriz aşkın ilk kanıtı’ olarak servis edilmiştir.

Haberin servisi, kitle arasında büyük heyecan yaratmış, Lima’yı tanıyıp Hara’yı tanımayanlar Google’a çılgınca ‘Metin Hara kimdir?’ sorusunu sormuştur.

İkilinin fotoğrafları ve özgeçmişleri uzun foto-galerilerle dolaşıma sokularak halkın bilgilenmesi sağlanmıştır. Bu ‘kamu yararına’ yapılan katkının ardından taraflara söz hakkı doğmuş ve ilk açıklama daha az ünlü olan Hara’dan gelmiştir. Hara’nın bu ilişkiyi doğrulaması kendinde her türlü yargılama hakkını gören kitleyi adeta galeyana getirmiştir.

Medyanın bir sonraki adımı ise ikili arasındaki ilişkinin geçmişteki izlerini sürmek için yine bu ikilinin sosyal medya paylaşımlarını taramak olmuştur. İkili arasında ilişki başlamadan yaklaşık üç ay önce ilk temasın tamamen ‘profesyonel’ gerekçelerle gerçekleştirildiği saptanmıştır.

İkilinin yeni fotoğrafları –özellikle öpüşürken- tekrar tekrar dolaşıma sokularak adeta bu iki insan öpüşüyor öyleyse kesin aşıklar dercesine paylaşılmıştır.

Hatta bu magazin hadisesinin etinden sütünden yararlanmak isteyen medya, işi bir nokta daha ileriye taşıyarak ikilinin eski aşklarına mikrofon uzatıp, fikir alma noktasına getirmiştir.

Ertesi gün doğduğunda ülke gündemin en önemli maddelerinden biri Lima-Hara aşkıdır. Zira bir önceki gün ana akım medyanın önemli kalemşorları köşe yazılarının bir kısmını bazılarıysa tamamını bu aşka ayırmıştır.

Diğer taraftan tatile çıkan ikilinin ‘romantik’ fotoğrafları üç saat arayla sosyal medya üzerinden dolaşıma sokularak olay ısıtılmaya devam edilmektedir.

Medyanın magazinini yapan internet siteleri kimsenin birbirine yakıştıramadığı –üzerine vazife olmamakla birlikte – bu çiftin arasındakinin reklam aşkı olduğunu dillendirmeye başlamıştır bile...

Hara’nın kitabının İngilizce edisyonun reklamı için ünlü modelin şöhretinden para karşılığı yararlanıldığı hatta Hara’nın Lima’nın yakın bir arkadaşının sahibi olduğu özel bir TV kanalında yeni sezon için bir program hazırlığında olduğu iddia edilmiştir.

Pop-Art akımının en bilinen siması Andy Warhol’un izinden giderek kendi ünlülerini yaratma konusunda bir hayli başarılı olan bu medya patronu iddialara göre programdan önce Hara’yı daha şöhretli kılarak yüklü rating’leri hedeflemektedir.

İddialar doğruysa bu, sacayağının kapitalist ideoloji –medya ilişkisi ayağını açıklamak için önemli bir veridir. Zira bu bağlamda, medyanın Hara’yı parlatırken harcadığı emek medyaya finansal açıdan geri dönecektir. Öte yandan medyanın Hara-Lima ilişkisini haberleştirmesi, kapitalin medya içeriğine olan etkisine dair de oldukça önemli bir göstergedir.

Elbette Hara da bu süreçte açıklama yapmaktan geri durmamaktadır. Top model Lima’yı Türk gelini yapma konusunda kararlı adımlar atan Hara Lima’yı ‘yengeniz olur’ noktasına kadar getirmiştir.

Buradaki ‘yenge’ tanımına dikkat çekmek isterim. Zira Türk halkı yabancı gelinleri sever. ‘Yenge’ kelimesi Lima’nın artık ‘bizim kızımız’ olduğuna dair kamuoyu oluşturmak, onu Türkleştirmek adına kullanılan önemli bir terimdir.

Türkiye medyasının özellikle Türkiye’ye transfer edilen futbolcuların eşleri ile ilgili kullandığı bu terimi  kendi dilinde Lima için de benimsediğini görüyoruz.

Bu noktada ‘yenge’nin alelade seçilmiş bir tanımlama kelimesi olduğunu düşünmek en hafif tabiriyle biraz ‘saflık’ olacaktır. 

Hara ise medya sitelerinin ‘PR aşkı’ iddialarını şiddetle yalanlarken, aralarındaki aşkın gerçek olduğunu söylemektedir.

Sürecin sonuna yaklaşırken gelişmelerin kırılma noktası henüz çiçeği burnunda aşık Hara’nın ülkenin ünlü röportörlerinden birine, ‘romantik’ tatilini bölerek verdiği röportaj olmuştur.  

Henüz iki gün önce kitlenin büyük bir kısmının adını bile duymadığı Hara verdiği bu röportajla ülke gündemine bomba gibi düşer çünkü Hara iddialıdır. Zira, kişisel gelişimci Hara ‘dünyanın yeni Paulo Coelho’su’  olma konusunda kararlıdır. [4]

Bu röportaj Hara’nın kendini nasıl tanımladığına dair oldukça önemli bir göstergedir. Zira medyanın sağladığı bu görünürlük, dün Hara’nın adını bile duymamış olan milyonlarca kişinin karşısına geçip ‘ben dünyanın yeni Paulo Coelho’su olacağım’ deme cesaretini altın tepside sunmuştur.

Tüm bu ilişki silsilesi medyaya bol tık, rating ve tiraj olarak geri dönmüştür, dönmektedir. Her ne kadar raf ömrü dolunca piyasadan toplanacak olsa da medya bu ilişkinin kaymağını yemeye devam etmektedir. Yani bu ilişkinin en önemli kazananlarından biri medya olmuştur.

Medya aynı zamanda bu ilişkiyle yeni bir popüler kültür ikonu kazanmış, halka pazarlayabileceği yeni sedatif bir malzeme bulmuştur.

Peki Lima-Hara ikilisi?

Bu hikayenin en büyük kazananı onlar, özellikle Hara’dır. Hara bu ilişki ve medyanın bu ilişkiye yaklaşımı sayesinde Türkiye ve dünyada ancak milyon dolarlarla elde edebileceği bir görünürlüğü, kitle tarafından kıskançlıkla örülü bir saygınlığa daha sade bir tabirle büyük bir üne kavuşmuştur.

Peki halk?

Hikayenin kaybedeni gibi görünse de halkın rutininde değişen bir şey olmamıştır. Halihazırda uyuşturulmuş olduğu için, daha önce onlarca benzer hikayeye tanıklık etmiş olmasına rağmen, ilk kez görmüş gibi şiddetli bir iştahla hikayeyi kucaklayan kitle için değişen tek şey isimler ve simalardır.

Peki, o zaman kilit soruya geçiyorum.

Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce, yazarken ve şu an, yani bitirirken aklımda tek bir soru vardı.

“Bu yazıyı –içeriği ne olursa olsun – dolaşıma sokmak bu hikayeyi aslında yeniden üretmek anlamına gelmeyecek miydi?

Şüphesiz aynen bu anlama gelecekti. Bu yazıya konu edindiğim kişiler üzerine ne yazarsam yazayım bu, onların görünürlüğünü biraz daha artırmaya yarayacaktı. Ne yazık ki, okuyanların büyük bir çoğunluğu arzuladığımın aksine yazıyı sonlandırmadan sıkılıp sayfayı kapatacak, bir diğer kısmı ise ‘güzel yazı’ deyip geçecekti.

En çok korktuğum kesim ise yazıda adı geçen isimleri bilmeyen kesimdi. İsimleri Google’da ‘kimdir?’ diye aratarak döngünün ilk halkasına geri dönüp, çarka ivme kazandıracaklardı.

Ama yine de inandım. Belki biri ya da birileri yazının sonuna kadar sabredip küçük de olsa bir farkındalık yaşar ve hayata bakışında ufak da olsa bir eksen kayması yaşanırdı.

İşte popüler kültür ürünlerini çoğu kez bu kadar kıymetli kılan da budur. Zira insanın yaşadığı toplumu anlamasının en önemli yollarından biri de o toplumun tükettiği kültür ürünlerini ve bu tüketimin nedenlerini anlayabilmektir.

Yazımı bir klişeye dikkat çekerek bitiriyorum. Eğer kültür ürünlerinin analizi toplumu anlamak için bu kadar önemli olmasaydı, kitle kültürünün ‘parlayan yıldızları’ Recep İvedik ve Kurtlar Vadisi gibi izlekler sayısız akademik çalışmaya konu olmazdı.

Ezcümle; Bilinçli bir kültür tüketicisi olma konusunda bir kişiye dahi ulaşsa bu yazı, benim için misyonunu tamamlamıştır. Teşekkürler...  


-->



[1] Michael PARENTI, Kirli Gerçekler, İmge Kitabevi, Ankara, 1997, s: 135
[2] Noam CHOMSKY, Medya Denetimi, Tüm Zamanlar Yay., Istanbul, 1991
[3] Adlous HUXLEY, Cesur Yeni Dünya, İthaki Yay., İstanbul, 2003

15 Eylül 2015 Salı

Taşırmadan boyayınız!



Ey ahali! Kaçın!

Bir dönem her sokak arasında, kocaman objektifleriyle sümüklü çocuk peşinde koşan, mantar gibi türeyen kursları 'büyük sanatçı', 'fark edilmemiş cevher' edasıyla dolduran, her hafta sonu kendini dağa bayıra vurup, Canon mu? Nikon mu? tartışmalarıyla beynimizi üten güruh yıllar sonra geri döndü. Ve bu kez çok daha tehlikeliler! Ellerinde keçeli kalemleriyle hepimizi boyayacaklar! Hem de taşırmadan!

***

Sanırım her şey 2000'lerin ortasında başlamıştı. Teknolojik ivmeye bağlı olarak aniden ucuzlayıp, yaygınlaşan dijital fotoğrafçılık, oldukça geniş bir kitleyi bir anda esir aldı. Her köşe başında açılan fotoğrafçılık kursları, her hafta sonu düzenlenen foto-safariler, kendinden bir 'Ara Güler' yaratmak isteyen beyaz yakalıların bir anda gözdesi oluverdi.

Durumu biraz daha iyi olanlar kredi kartından 2 cırt cırt 6 taksitle makinelerine kavuşurlarken, geri kalan 'tutkulu fotoğraf sanatçısı adayları' Hayyam Pasajı ve Hamza Rüstem'in yolunu tutarak veyahut internet üzerinden sıkı pazarlıklarla birer dijital fotoğraf makinesi sahibi oluverdiler. Zaten işin satın alma kısmı tamamlanınca, hayallerinin %50 'process'i tamamlanmış oldu.

E makinalar alındı, kılıflarına konuldu konulmasına da bu son teknolojinin alamet-i farikası nasıl kullanılacaktı. Piyasa elbette bu ihtiyacı da hiç vakit kaybetmeden karşıladı.

Her yer bir anda fotoğrafçılık kurslarıyla doldu taştı. Ekseriyet orta yaş, uzun beyaz saçlı (tercihen yağlı ve az), at kuyruklu kart zamparaların hocalık yapmaya ve kendilerini pazarlamaya başladığı, geçkince ablaların da kursiyer olarak boy gösterdiği 'sanat ocakları' mantar gibi türedi. Uzun gece toplantıları, bitmeyen fotoğraf sohbetleri, şarap gecelerini hafta sonu kendini dağa bayıra vurmalı foto-safariler izledi. Herkes en az bir tane sümüklü çocuk çekerek yeteneğini kanıtladı.

Fotoğrafçılık aşkı her birinin içinde çığ gibi büyüyordu. Zira bu sayede standart beyaz yaka statüleri aniden level atlamıştı. Artık onlar da sanatla uğraşıyorlardı. Hem toplum tarafından takdirle karşılanıyor, hem de kendi aralarında caka satarak ego tatmini sağlıyorlardı. Bu kursların bir artısı da katılımcıların kendilerine yeni bir sosyal katman sağlaması oldu. Belki Pulitzer alamayacaklardı ama seks hayatları biraz şenlenmişti.

İnsanoğlu bu ya, yetmedi! Adı üstünde dijital fotoğrafçılık! Eserler dijital ortama da taşınmalı, her kare üzerinde uzun uzun tartışılmalıydı. Tartıştılar da! Her bir karenin altına onlarca yorum bırakarak uzun uzun, fotoğrafın enstantane, diyafram ayarını, leke dağılımını, fotoğraf makinesi markası ve modelinin fotoğraf üzerindeki etkisini aylarca tartıştılar. Her biri bir diğerine 'ben bu işi senden daha iyi biliyorum'u kanıtlayıncaya kadar tartışmaya devam ettiler.

Artık CV'lerin ilgi alanları kısmının ilk sırasında fotoğrafçılık vardı. Olmuştu işte! Artık her biri fotoğraf sanatçısıydı. Ancak o kadar çoğalmışlardı ki! Fotoğrafçı olmak zamanla hiç bir şey ifade etmemeye başladı. Önce kurslar teker teker kapandı, kursiyerler TV dizilerine geri döndü. Amatör fotoğraf sergilerinin sayıları azalırken, fotoğrafçılık forumları da miadını doldurarak birer birer yayın hayatına son vermeye başladı.

Çılgın kalabalık sakinleşmeye başlamıştı. Bu işe tutkuyla başlayıp, devam eden bir avuç insan kaldı geriye. Onlar da 'ticari zekalarını' kullanıp, piyasadaki bir başka kara delik olan 'Düğün & Doğum' fotoğrafçılığına yama malzemesi haline geldi.

Kalabalık dağıldıktan sonra yıllarca kendilerinden ses alamadık. Türdeşlerinden ayrılmak, yükselmek, parlamak için bir şey yapmalıydılar. Yaratıcı drama için fazla yetenek gerekirdi, sinema için de hem yetenek hem bilgi hem vizyon hem de çok para lazımdı. Müzik desen? Çok çaba sarf etmek gerekirdi. Sonuçta çalışan insanın o kadar vakti olmuyordu ki! Edebiyat? O da olmazdı zira çoğu kitapları kalınlığına göre seçiyor, iki kelimeyi bir araya getirip mail bile atamıyorlardı. Zaten attıkları mail için bir çevirmenle anlaşmak gerekebilirdi. Takdir edersiniz ki günlük hayatlarında Türkçe'den çok İngilizce'yi tercih ediyorlardı. Neden mi? Şapşallar sizi, elbette statü turnusolü yaratmak için! Eee resim? Hımm aslında resim olabilirdi. Resim ortamı über entellektüeldi. Hem hava olsun diye son zamanlarda bir kaç modern sanat müzesinde check in yapmışlıkları da vardı. enstelasyonların, soyut eserlerin önünde anlamasalar da uzun uzun beklemişlerdi. Hoş, ayıplanmamak için 'beğenmedim' , 'anlamadım' demeyi kendilerine yedirememişlerdi ama olsundu. Sonuçta çok da sanat dünyasına yabancı değillerdi.

***

İmaj, ortam tamamdı da! Bu resim nasıl yapılırdı. Tuval vardı, boyalar vardı da bunun bir tekniği yok muydu? Çöpten adam çizerken dahi zorlanan bir güruh koca bir tuvali nasıl boyayacaktı?

***

Düşündüler, düşündüler... A-ha evreka! Piyasa buna da bir çözüm buldu! Sıkı durun açıklıyorum!

'Büyükler için boyama kitabı'

Önce ilk kitap çıktı, ardından onlarcası takip etti. Ucuzu, pahalısı, konseptlisi derken gazete promosyonu bile oldu. İşte çılgın kalabalık sanatçı olduğunu kanıtlamak için yeni bir yol bulmuştu sonunda! Yıllar sonra keçeli kalemleriyle geri dönmüşlerdi! Her biri birer tane boyama kitabı edindi. Özene bezene masanın başına oturup sınırları siyah çizgilerle belirli beyaz boşlukları rengarenk boyamaya başladılar! Ne kadar zekice değil mi? Sonra hashtagler açıldı, Instagram hesaplarından eserler birer birer görücüye çıktı. Yorum ve beğenme gani gani... Oooooo ortam coştu ya! Hem bu boyama kitapları insanı rehabilite ediyor-muş! Mıncık mıncık, bit kadar boşlukları boyamak insanı nasıl da rahatlatır bilmez miyim? Eee çok gerildin bir yürüyüş yapalım, yok ben boyayacağım! E aç bir şarkı neşemizi bulalım, yok olmaz daha resmim bitmedi! Eee sinemaya gidelim kafan dağılır, Olmaz daha boyuyorum!

***

Boyayın! Boyayın tüketim toplumunun zekadan yoksun neferleri! Gavur ne diyor? 'Fame Motive' Yani? 'Şöhret Güdüsü'. Hayatınız boyunca hep fark yaratmak istediniz. Para için değil sadece. Hatta şöhret için bile değil! Sadece toplum tarafından daha fazla takdir edilmek için... Değer mi bu boşuna uğraşa? Değer mi bu en değerli şeyi, geri alınamaz ve ileri sarılamaz tek şeyi, hatta kainattaki en sınırlı kaynak olan zamanı böyle boşuna harcamaya? Değmez! Bu çukurdan hiçbirimiz kurtulamayacağız. Çünkü dünya böyle dönüyor ne yazık ki! Yırtmak, sıyrılmak için başka bir şeye ihtiyaç var boyama kitaplarının, kuru boyaların dışında bir şeye. Mesela katıksız bir yeteneğe, tutkuya, aşka... Hesapsız kitapsız bir arzuya mesela... Zincirlerden kurtulup, kimseyi umursamadan yaratmaya ihtiyaç var! Ve en önemlisi şansa!

***

Şimdi ben söyledim diye toplamayın rica ederim kitabınızı, boyanızı! Siz boyayın! Boşu boşuna boyayın siyah çizgilerin belirlediği boşlukları! Ama sakın siyah çizgileri çizmeyi denemeyin. Olmayacak zira! Uyuşarak boyamaya devam edin! Amman taşırmadan!










14 Eylül 2015 Pazartesi

Demirden



Ben korktum bu dünyadan

Demir dişlerinden, değirmen gözlerinden, pervane yüreğinden...

İçim tükendi...

Ölmüşüm, söylemediler.

Bir kadın vardı incecikten,

Yarı boyunda bir bavulla sokak arasında

Çaresizce sürükledi umudunu

Gördüğümü fark etmeden

İçi ölmüş onun da

Yaşamın dişlerinde bir kalıntı

Kürdan artık tek umudu...

***

Kılıçlar kınında kaldı

O gözlere savaş açan yok şimdi

Don Kişot'un umutsuz cesareti

Bir kitap ayracı gibi

***

Uçalım dediler, uçtuk

Bilinmiyordu sonumuz

Yüreğe makaslı bir sızı

Pervaneler jilet gibi

Kanadı her yanımız

Yaralı tüm beklentilerimiz

Şimdi geriye ne kaldı?

İçim bir dünya bir korku gibi...

M.Ş.



10 Ağustos 2015 Pazartesi

Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun

Önce dizlerimin ıslandığını fark ettim. Kalbimden damlamış olacak diye çok üstünde durmadım. Muhtemelen mürekkebe bulanmış anıların kağıt kesiği kanatmıştı kalbimi... Olabilirdi... 
Ne fırtınaymış be sevgili... Ne yazmışız, ne çizmişiz. Birbirimizin olmak için ne didinmişiz. Ne iyi etmişiz. Ne diyor Müslüm Baba? 'sevgisiziliğine bir kalp verdim'... 

İçinde kocaman bir karanlık vardı senin. Bir bilinmezler ormanı. Yada benim için çok yabancıydı. O yüzden karanlık geldi. Belki de aydınlığından kör olmuştum, bilmiyorum. Ama içindeki o koca boşluğa ben bir kalp verdim. Sende kalsın diye. Ama sen o kalpten iki tane yarattın. İkimizinki de sende atmaya başladı. 

Tohumun toprağa düştüğü ilk an gibi... Hammaddesi 'bilinmeyen' olan bir aşk yarattık. Hani şu şarkılardaki gibi öylesine 'yüce'... Bana mı öyle geliyor yoksa bizimki bir başka mı ? Yani öyle bir varsın ki, sanki ben yokum gibi... Aldığım nefeste ciğerlerime dolan hayat, karda ölmeye yüz tutmuş bedenimdeki son sıcaklık, paraşütü açılmayan pilotun 'bi' umut' demesi gibi...

Rakıyı çok sevdim. Sen çok sevmedin ama hep eşlik ettin. Ben 'ölüyorum kederimden' diye mırıldandığımda, sen benim acıya olan tutkumu hiç anlamadın, sessizce benim 'dertleri kendime zevk edinmemi' izledin. Çünkü 'sen acı gibiydin'. Ben de acıyı çok severdim. Dudağının kenarında bir tebessümle baktın bana. Gülümsemedin. Zaten çok gülmezsin. Öyle soğuk soğuk bakar, tepki vermezsin. Ama ben bu tepkisizliği sevdim işte. Çünkü ben bu dünyaya 'tepki' olarak gelmiştim. 'kaç kadeh kırıldı şu sarhoş gönlümde' bunu da bilirdin, bilmen sana gizli bir haz verirdi. Bunu da ben bilirdim. 

Ciğerlerim patlar gibi olur her 'kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime' dediğimde... Çünkü camlar titrediğinde sesimden, aslında tek düşündüğüm sen olurdun. Kendim için söylemediğim tek şarkı buydu. Çünkü her dizesinde seni hayal ederdim. Şikayet etmeyen, içi yaralı ama dimdik kadını...

Sense hiç bıkmadan 'ah bu şarkıların gözü kör olsun' derdin. Şarkılara mı bana vurulduğundan bilmem... 

Kadehleri parlattık 'uzun ince bir yolda'... Daha da parlatacağız. Ben rakıyı çok sevdim. Çünkü seni içerdim. Farkında mısın bilmem ne çok benziyorsunuz. İkiniz de bembeyaz ve kapkaranlık... Çok kaçırınca ikiniz de adama feleğini şaşırtıyorsunuz...

Ah be sevgili... Ne hançer sapladık böğrümüze... Anıra anıra kaç kere ağladık saatlerce. Benden sadece yaş akardı. Ama seninkiler lâvdı. Süzülünce yanaklarından, benim yine dizlerim ıslanırdı. Çünkü bu da benden akan kandı...

Sonra bir kapı koydular önümüze... 'Buradan geçmelisiniz' dediler. Tereyağından kıl çeker gibi geçtik kapıdan... Gün döndü, ay döndü, yıl döndü... Ama zaman hiç akmadı sanki... Yüreğim hala sende, senin içinde... 

Ne bahşettin bana tanrım? Oradaysan ve beni duyuyorsan sana binlerce teşekkür... Ateşe uçan bir pervane gibi sana yürüdüm. Ama sen meğer heryerdeymişsin, gördüm. Sende onu, onda seni... İlahi aşk dedikleri belki de buydu. Ben nail oldum. Darısı olamayanların başına...

İki kalpli küçük bedenli kadın... Saçların, parmakların hala kor... Ve ben yanık izlerini takip ederek seni buluyorum hala...

Sana 'yaşamın gizini vermek' isterdim. Tüm kainatı ayaklarına sermek. Ama yapamadım. Tek bildiğim yol yazmaktı, ben de yazdım.

'Ömrümünüz son deminde', 'O ağacın altında' öpüşürken ölmek istiyorum şimdi. 'Bu yıl yine ada sensiz' dememek için ellerimi sakın bırakma. 

Aşkım, ömrüm, ruhum...

Varlığım, yokluğum...

Dünüm ve yarınım...

Bu berbat dünyadaki tek amacım...

Ellerimi bir ömür bırakma...

Sevgili.

M.Ş.















31 Mayıs 2015 Pazar

Bir Şiir Netekim


Gözünün önünde kar eriyor...
Su oluyor, nehir oluyor
Akıp gidiyor, önce benim ormanımdan sonra seninkinden geçiyor.
Ağaç değil mi hepsi?
Bir, iki, üç...
Bir orman olmuş!
Senin-benim var mı?
Orman bizim
Ağaç netekim!
*
Kaç can bitiyor, kaçı yitiyor?
Bir anne yüreği kağıt kesiği gibi acıyor
İyileşmiyor, kanıyor
Unutulmuyor netekim!
*
Bir kuytuda öpüşüyoruz.
Üzerimizden metal köpekler geçiyor.
Her yer toz duman!
Gözümüz yaşarıyor
Aşktan değil
Özgürlükten netekim!
*
Masaldı, rüyaydı,ütopyaydı
Sonra her yeri kesif sidik kokusu sarıyor
Bir çadırın dibinde
Ayaklarımız basıyor yere
Yerçekimi netekim!
*
Bağırıyorlar biteviye
Kulaklarımızda teneke gürültü
Tabanlarımız naftalin kokuyor
Bir görünüp, bir kayboluyor
Bakıyoruz uzağa
Sanki en derinde
Fısıldıyor içimize
Dalında solmuş gonca çiçek
Çürüyor elden ele
Hayat netekim!
*
Radyoda bir kadın
Özenle dokunmuş içini söküyor
Bir ilmek, bir tane daha derken
Göğsü yarılıyor, martılar uçuyor
*
Her yer martı, her yer simit
Çay demine doyuyor
Vapur düdüğü susuyor
Dalgalar kıyıları döverken
Gece olmuş netekim!
*
Şimdi karanlık her yer
Ama yükselecek bir devasa fener doğudan
Önce benim sonra senin balkonunu aydınlatacak
Üç, iki değil bir
Ama o da bizim!
Senin benim değil hepimizin!
Bir güneş, bir dünya, bir can netekim!

M.Ş.

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Sezen'in Keşfedemediği Çocuklar



Öyle kocaman bir boşluk...

Bir tarafımız "kalk gidelim" derken, bir tarafımız "bok yeme, otur" diyor.

Bir yandan müthiş şeyler yapabilecek potansiyele sahip olduğumuzu düşünüyoruz, bir yandan da ne istediğimizi, başarmak istediğimiz şeyin ne olduğunu bile tam olarak bilmiyoruz.

Sokaklara atıyoruz kendimizi...

Yiyoruz, içiyoruz... Bazen sarhoş oluyoruz. O zaman sanki dünya daha yaşanılabilir geliyor. Ama sabah odaya çökmüş anason, saça sinen sigara kokusuyla uyanıyoruz.

Yine yastığımızda, ağzımızdan akan salyanın ıslaklığı...

Gözlerimiz şiş, saçımız başımız dağılmış.

Kuşların giydirdiği sabahlıklar, atımızı hazırlayacak bir yaverimiz yok.

Ama çok laf var.... O kadar çok var ki...

Laflar daha karga bokunu yemeden telefonumuza düşen mailler, watsapp mesajarı, uygulama bildirimleriyle başlıyor.

Daha kahvaltı yapmadan trafiği düşünüp, acaba dün gece dünya nasıl ayvayı yedi diye haberleri tarayarak güne başlıyoruz.

İçimizde hep bir sıkıntı...

Ve satın alıyoruz.

Satın alabilmenin anlık hazzını yaşıyoruz uyuşturucu amaçlı ama bu da yetmiyor.

Her sabaha aynı uyanıp, "Hayatım hep böyle mi geçecek?" diye kendimize soruyoruz.

Sahi hayatımız hep böyle mi geçecek?

Birileri sürekli "şükret, senden daha kötü olanları düşün" diyor.

Şükretmek ne gerçekliği değiştiriyor ne de mutlu ediyor oysa.

İşimizden, kazandığımızdan, hayatımızdan memnun değiliz.

Eskiden "Başka bir hayat mümkün" derken, şimdi "Başka bir hayat mümkün mü?" diye soruyoruz.

Bir an "Çekip gideceğim bu ülkeden, kimsenin beni tanımadığı sokaklarda kaybolcağım" diye karar veriyoruz içimizden. Sonra hain bir ses kulağımıza fısıldıyor "Paran bitince ne yapacaksın? Burayı özlemeyecek misin? Bir macera için riske atmaya değer mi? Ya beklediğin gibi çıkmazsa? Ya pişman olursan?"

Sonra sorumluluklar bir bir önüne düşüyor... Kira, faturalar, kredi kartları, evlilik...

Daha sonra "keşkeler" başlıyor.

İş dönüp dolaşıp para kazanma zorunluluğuna geliyor.

Kişisel gelişim kitaplarındaki aptal mottoları anımsıyoruz.

"HAYATINDAN MEMNUN DEĞİLSEN, DEĞİŞTİR"

Yazarken, okurken, söylerken kolay...

Peki ya yaşarken?

Bu tatminsizlik ve memnuniyetsizlik döngüsü içinde zayıf da olsa bir umut ışığımız var garip bir şekilde...

Ben 20 yaşıma kadar hep çok zengin, çok saygıdeğer, çok başarılı olacağıma inandım mesela...

Ama inanarak olmadı...

Çünkü bu dünya çalışıp para kazanmaya, prestij kazanmaya, başarı kazanmaya uygun değil!

Şimdi aranızdan birileri çıkıp, süper başarı hikayelerinden dem vuracaktır.

Müthiş biyografilerden örnekler...

Mesela; "Bir gün öyle bir şey oldu ki hayatı değişti"

Hah! İşte gelmek istediğim nokta da bu!

Ne oldu?

Ben hemen söyleyeyim.

Şans yüzlerine güldü.

Yani dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın, sadece - belki de % 0,0000000000001'ne denk gelen o şans....

O zayıf umut ışığı bu kadar düşük yüzdeli bir "kader cilvesinden" besleniyor.

***

Doksanlar müthiş yıllardı.

Özellikle 80 kuşağını ucundan yakalayıp, doksanları doyasıya yaşayan biz çocuklar için...

Parlak, ışıl ışıl, renkli, görkemli....

Zenginliğin, şöhretin, saygınlığın dibine kadar yaşandığı ve burnumuza burnumuza sokulduğu yıllar...

Günler geçmiyordu ki Sezen birinin elinden tutup meşhur etmesin...

Sezen mütemadiyen birini keşfediyor ve bir anda hayatı değişiyordu.

Bunun tanıklığıyla büyüyüp, serpildik.

Bununla yoğrulduk.

Bu umutla yetişkin olduk.

Sezen bir nesle nasıl kötülük yaptığını hiç bilemedi.

Belki de umrunda olmadı.

Ama biz hep bir gün Sezen'in bizim de elimizden tutacağını ümit ettik.

Hep Sezen'i bekledik.

Hep Sezen'i istedik.

Hala Sezen'i bekliyoruz.

Sezen ve Sezen gibileri...

Ailede bir Sezen, okul hayatında bir Sezen, iş hayatında bir başka Sezen daha...

Ama artık uyanma vakti...

Sezen'ler emekli oldu...

Sezen'ler Bodrum'da çiçek suluyor.

O meşhur Sezen'ler şu an orta boy bir çınar ağacının altında, bir yandan ağrıyan dizlerini sıvazlayıp bir yandan demli çay yudumluyor.

Peki biz?

Biz salak gibi hala bir Sezen'in aniden peyda olup, bizdeki ışığı, potansiyeli keşfedip bizi çekip çıkarmasını bekliyoruz.

Bir nesli yıktın Sezen!

Bir nesli yıktın Dünya!

Dünya değişti, takvim yaprakları koptu sonra saatli maarif takvimleri duvarlardan kalktı.

Kandillerde pastane promosyonu oldu takvimler!

Biz büyüdük.

Çok çirkinmiş dünya, gördük!

Kanımız çekildi!

Birileri aldı yürüdü, kimileri yerinde saydı!

Biz?

Biz Sezen'in keşfedemediği çocuklar olarak kaldık!



27 Şubat 2015 Cuma

Kayıp Şarkılar Vol.3 : Develerle Yaşayan Kız


Önce bir ses yankılandı en nağmelisinden "Deveğlerleğğ yağaşıyoğruğum"


Evet bingo! Doğru tahmin ettiniz bu bir "Gaye Su Akyol" yazısı olacak. Ancak aynı zamanda da bir günah çıkarma, güzide ülkemizdeki linç merakını hafiften irdeleme, bok attıkça ayrıksılaşmaya çalışmak hatta ayrıksılaşmaya dair (ne yazık ki), cesareti takdir etmekten yoksun bizlere bir gönderme niteliği taşıyacak bu yazı.

Yıllar önce alternatif arayışlar içinde olduğum bir dönemde, İzmir'den bir arkadaşım "Jehan Barbur diye bir kadın var tam senlik, bir dinlesene demişti." Jehan'ın sesini duyar duymaz vurulduğumu hatırlıyorum. Daha sonra şarkılarının derinliğine indikçe onda güzel sesten daha fazlası olduğu hemen fark edildi. Jehan'ın albümleri birbirini kovaladı. Her albümü bir öncekini aşamadı belki ama hep bir standartı tutturdu. Bir kitleye sahip oldu, hala da severek dinliyoruz. 

Medya sektörüyle harmanlanmaya başladıkça Jehan'a dair ilginç bir anekdot da öğrendim. Jehan bir zamanlar, o zamanlar çalıştığım bir yapım şirketinin yürütücü yapımcısının eski asistanıymış. Jehan'ın aklında şarkıcı olmak falan yok tabii o zamanlar... Bir gün içki masasında Jehan "La vie en rose" söylemeye başlıyor. Tabii kimse o küçücük kadından böyle muazzam bir sesin çıkmasına inanamıyor. Ve yürütücü yapımcımız diyor ki "Jehan bu sektörü bırak, sen şarkıcı olmalısın". Jehan Barbur'un da müzik kariyeri böylece başlıyor. Bu elbette benim kulağıma çalınan. Doğruluğu nedir bilemiyorum.

Her neyse... 

Yasemin Mori'yi de tanımam aynı döneme denk geldi. O da özgün bir sound peşindeydi. Fena şarkıları da yoktu. Jehan kadar içime işlemese de onu da yaratıcı buldum.

Bir kaç sene önce de hayatımıza Ceyl'an Ertem girdi. Müzisyen bir arkadaşım bu kadını ilk dinlettiğinde yakınımdaki en yakın boşluğa kusmak istedim. Sesinde yaptığı o garip oynamalar, gereksiz çıkışlar, sahnedeki overacted halleri... Ertem'in abartılı yorumu bana fazla geldi. Tam bir şarkısnı dahi dinleyemiyorum, kulaklarımı tırmalıyor. Herkes bir yandan da Ertem'in "Sezen Aksu Tribute'ünden bahsediyordu. Onu da dinledik. Tanrım, o şarkılar adeta can çekişiyordu. Bu vokal tarzını sevmem mümkün değildi. Hala da sevmiyorum. Aynı şeyi keçi sesi çıkararak şarkı söyleyen Mabel Matiz için de hissediyorum. Ancak tüm bu fikirler, hisler tamamen öznel. Yani sanatın olması gerektiği gibi... Ceyl'an Ertem'e tahammül edemiyor olmam, onu özgün bulmadığım anlamına gelmiyor. Ertem sadece bana hitap etmiyor. Ama alabildiğine özel bir ses, özel bir yetenek. Bu su götürmez bir gerçek! 
İşte geldik zurnanın zırt dediği noktaya!

Elbette sahne sırası Gaye Su Akyol'da!

Gaye Su Akyol'u da sağdan soldan duymuş, hakkında bir kaç küçük yazı okumuştum. Kadıköy'deki mekanlarda da bir kaç şarkısına dinlemiş ama kulak kabartmamıştım. İş yoğunluğumdan dolayı derinlemesine inceleme şansım olmamıştı bu kadını.

Bundan bir kaç ay önce bir akşam kuzenim aradı. "Şirince'den bir kasa meyve şarabı geldi. Haydi atla gel. Hem de iki lafın belini kırarız" dedi. Atladım gittim. Bir yandan şarapları tadıyoruz, bir yandan da alttan bir şeyler tıngırdıyor. Şarkıda ki ses "Abbas yolcudur anam, endamı bize sökmüyör" diye bir şeyler mırıldanıyor. Hemen beynimde şimşekler çaktı. Kuzenime döndüm "Bu kim ya?" dedim. 

İşte Gaye Su Akyol'la tanışmamız böyle oldu. Tüm gece albümünü defalarca kez döndürdük. Sonra ben de albümü yanımda taşımaya başladım. Sürekli kulağımda Gaye'nin şarkıları dönüyor, duyduklarımın gerçek olduğuna bir türlü inanamıyordum. Bu süreç bir üç hafta kadar sürdü. Ben vapurda, otobüste, dolmuşta, yürürken mütemadiyen aynı albümü dinleyip durdum.

*************************

Develerle Yaşıyorum'a dair Stage Animal'dan bir kaç yorum

Develerle Yaşıyorum 10 şarkıdan oluşan bir albüm. Şarkıların biri radio edit. Parçaların alt yapısında yoğun olarak alacağınız psychedelic, space rock tatları var. Ancak şarkılar katmanlı bir yapıya sahip. Derin bir denize dalmak gibi.. Şöyle ki hangi kafayla dinlerseniz, o tadı alıyorsunuz. Şarkılar kulağınızda alelade tınlıyorsa Gaye'nin bol musiki ve arabesk soslu yorumu ilk fark ettiğiniz şey oluyor. Biraz daha dikkatli dinlerseniz ritimlerin psychedelic tadını fark ediyorsunuz. Biraz daha derine inerseniz de ilginç sözler sizi her seferinde şaşırtıyor. Bunun bir ilk albüm oluğunu unutmamak gerek elbette. Ben 9'da 8 okeyi basıyorum albüme. O "Pink Floyd'un dediği gibi" şarkısı olmamış ne yazık ki!

*************************** 

Sonra yine dayanamadım tabi. Açtım interneti. "Millet ne demiş arkadaş bu kadın için?" diye başladım okumaya. Ekşi Sözlük'te Gaye için sayfalarca entry girilmiş. Yolum da uzundu hepsini okudum. Ekşi Sözlük'ün kendi içinde garip bir yapısı var. Bok atmak olsun diye, bok atan onlarca insan var bu platformda. İçi dolu yorumlar da yapılmıştı elbette. Seveni de vardı, sevmeyeni de... Ekşi size net bir fikir sunmasa da genel bir skala çıkrıyor önünüze. Ancak esas beni şaşırtan insanların en çok prim vermesi gereken şey olan cesareti hiç takdir etmemesiydi. 

Gaye Su Akyol bir müzisyen. Şüphesiz özgün bir kadın. Bugüne kadar Türkçe sözlü müzikte hiç dinlemediğimiz hayli cesur bir işle ortaya çıkmış. Buna benzer bir örnek daha yok bu coğrafyada. Neden bu linç deliliği? Beğen ya da beğenme. Ben de Ceyl'an Ertem'i hiç sevmiyorum ama bu onu cesaretinden dolayı takdir etmediğim anlamına gelmiyor. Gaye'yi öznel sebepler haricinde boklayanların verdikleri örnekler mesnetsiz. Dünya müziğinden onlarca örnek veriyorlar, bu tarzın kopya olduğunu göstermek için. Biraz müzikten anlayan herkes dünyadan bu sounda çokça örnek verebilir zaten. Ama hangi soundun üzerinde böyle alaturka bir vokal var? Hadi diyelim ki var, buna da örnek bulundu, hangisinin sözleri Türkçe? Bu aymazlığın bir gün sonu gelecek mi merak ediyorum. Bu coğrafya üzerinde yaşayan insanlar olarak yıllardır aynı dili konuşuyoruz. Sokakta kulağımıza yıllardır arabesk çalınıyor. Bu kültürü ister kabul edin ister etmeyin damarlarımızda dolaşıyor. Tabiri caizse kan çekiyor! Buna rağmen bu kökten reddedişe kafam basmıyor. "Herkes musiki sevmeli, gizlice evinizde arabesk dinleyip dışarıda çaktırmıyorsunuz" demiyorum. Sadece o çok açık olduğunu iddia ettiğiniz "enternasyonel" vizyonunuzu biraz daha genişletmenizi rica ediyorum. Bu çok zor değil emin olun!

Velhasıl kelam belki bu linç kültüründen hepimiz bir gün kurtulacağız. Belki cesareti takdir etmeyi öğreneceğiz. Ama bu sırada kimbilir kaç kırılgan genç yetenek sosyal medya canavarlarına kurban gidecek? Kaçı küsüp "ben bu işi yapamıyorum" diyecek. Tek dileğim bu yeteneklerin yaptıkları müzik kadar, cesur olmaları! Doğru bildiklerinden şaşmamaları! 

Ceyl'an bu lafım sana da gelsin şekerim! Sen beni ve benim gibi sana tahammül edemeyenleri siktir et! Sen çok özel bir kadınsın. Çok da özel işlere imza atmaya devam edeceksin!

Saygılar.